Ölümünün (13 Aralık 1977) 34. Yılında Oğuz ATAY’a Saygıyla…

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Mehmet Ali Yazıcı

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar isimli romanı içinde yer alan alay/ ironi ve gülmece, roman kahramanlarının yaşamına kök salmış olan karakteristik bir “duruş”un göstergesi ve (adeta), soyut nitelikli yoğun kavramlardan yola çıkan, baştan ayağa somut bir “ruh hali”nin ta kendisidir...

Herman Hesse’in de dediği gibi, “Gerçek mizah, bir insan kendi kişiliğini önemsemekten vazgeçtiği anda başlar...”

Tutunamayanlar adlı romanın içine sinmiş bulunan mizah buharı, işte böylesine bir ruh yüksekliğinin ürünüdür.

Ancak Tutunamayanlar, tabii ki bir mizah kitabı değildir.

Modern Türk edebiyatı konusundaki ciddi ve kapsamlı araştırmaları ile tanınan ve aynı zamanda da bir Oğuz Atay uzmanı olan prof. Yıldız Ecevit, Oğuz Atay’ın biyografik ve kurmaca dünyası” ismini verdiği inceleme-kitabında (bu konuda) şunları yazıyor:

“Roman (Tututanamayanlar), gülmece çeşitlemeleri ile dolup taşmasına karşılık, tür olarak kuşkusuz bir gülmece ürünü değildir. 667 sayfa boyunca ciddi bir ontolojik sorunsal yaşayan roman kişilerinin korkularını, yalnızlıklarını, toplum içindeki yabancılıklarını anlatır.”

 

Oğuz Atay’ın roman kişileri sürekli olarak “hesaplaşan” insanlardır.

 

Bu kişiler kitabın her sayfasında kendileri ile, toplumları ile, dünya ile, değer yargıları ile, duyguları ile, kullandıkları dil ile ve her yerde ve her şeyle hesaplaşmaktadırlar. Her davranış, her söz, her hareket ve hatta küçük bir gülümseme bile, hesabı verilmesi gereken yaşamsal bir edimdir Oğuz Atay için.

Oğuz Atay, Doğu ve Batı kültürü arasına sıkışmaktan kurtulmanın yoğun bir emek gerektiren mücadelesine çağırmaktadır Türk insanını...

Ve Tutunamayanlar’ın roman kahramanı Selim Işık bu ortamda sormaktadır:

-          Ne yapmalı?..

Roman kahramanı (genç) Selim Işık bu soruyu, 60’lı yılların içinden sormaktadır.

Bilindiği üzere 60’lı yıllar, “gemi azıya almış kapitalist düzene, tüm kültürlerin içinde eriyip yok olduğu teknoloji kültürüne ve yeni bir “etik”in taşıyıcısı olan tüketim toplumuna karşı gerek siyasal ve gerekse, sanatsal düzlemde güçlü bir başkaldırının yaşandığı bir tarih kesitidir...” (Yıldız Ecevit adı geçen eser sf:223)

İşte Selim Işık, aşağıdaki satırları, tüm benliği ile katıldığı bu başkaldırının düşünsel ve duygusal yoğunluğu içinden yazmaktadır güncesine:

-          Evet, ne yapmalı?..

Yıldız Ecevit bu noktada şunları yazıyor:

“Ankara’da karşılaştığı sol kesimde gördüğü dinamizm Oğuz Atay’da coşku dolu umutların oluşmasına yol açar. “Hepimizi aşan bir tutkuyla sarıldı, her şeyin olabileceğini sandı. Ankara’da kaldığı kısa süre içinde sol kesimde bayağı saygın ve ilginç bir yeri de oldu,”diye söz eder Korkut Boratav o tarihte 24 yaşında olan gençlik arkadaşından.

Büyük bir inanç, coşku ve içtenlikle sarılır Oğuz Atay Marksist ideolojiye.

O günlerde hazırladığı ve el yazısıyla çoğaltarak arkadaşlarına ulaştırdığı dağıttığı bir kitapçık; onun, ülkesi ve insanın kurtuluşu konusunda ne denli yoğun kafa yorduğunu, meseleyi nasıl çok boyutlu ele aldığını gösterir. “Ne yapmalı” adını taşıyan bu metin, bir bilim adamı titizliğiyle hazırlanmış analitik bir çalışmadır.

O’nun daha sonra romanlarının odağına oturacak olan “birey” sorunsalının, Marksist öğreti normları içinde ele alındığı bir metindir bu... Paradoksal bir deyişle “bireysel düzlemden yola çıkan bir Marksizm” arayışıdır.

Toplumu değiştirecek, sosyalist hareketi oluşturacak, sistemi taşıyacak olan insandır...

Kolektif hareket ne denli yetkin organize edilirse edilsin, eğer birey ruhsal düzlemde uygun ve yeterli donanıma sahip değilse, sistemin ayakta kalması olanak dışıdır.

-          O zaman ne yapmalıydı?

Oğuz Atay, Boratav’ın evindeki toplantılardan sonra Kızılay’a yürüyerek giderlerken, o yıllarda Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde mimarlık öğrenimi görmekte olan Osman Armangil’e sürekli bu düşüncelerini anlatıyor, ısrarla kolektivist hareketin kilit noktasının birey olduğunu öne sürüyordur.

“Ne Yapmalı” başlıklı metni ellerine aldıklarında çoğu kişi, Lenin’in “Ne Yapmalı” adlı kitabının içeriğinden kaynaklanan bir önyargıyla, Türkiye’de sosyalist harekete nasıl organize olmalı, kimlerle işbirliği yapmalı türünden, söz konusu siyasal hareketin davranış stratejisini açımlayan bir kitapçıkla karşılaşacaklarını sanırlar.

Oğuz Atay’ın “Ne Yapmalı”sı, Lenin’inkinden de, Çernişevski’nin aynı başlığı taşıyan didaktik içerikli ütopik romanından da çok farklı bir yaklaşım içerir. Oğuz Atay’ın Selim Işık’ın ağzından bizlere duyurduğu Ne Yapmalı’da, ana strateji bireyin kişilik gelişimi üzerine kurulmaktadır.

Ancak Atay’ın bireyciliği, “(Marx’la) benim aramdaki ayrım şu: Marx dünyayı, ben ise birey insanı değiştirmek istiyorum. O, kitlelere sesleniyor, ben ise bireye,” diyen salt bireyci Hermann Hesse’ninkine de benzemez.

Oğuz Atay’ın “Ne Yapmalı”sındaki birey, kitleyi oluşturan mikro birim olarak önemlidir.

Bireyin taşıdığı özelliklerin niteliği, kitlesel hareketi ya daha ileri götürür ya da içinde çökertir!..

Atay’ın “Ne Yapmalı”daki bireycilik anlayışı, Marx’la Hesse’nin dünyalarının bir bireşimidir.

***

Oğuz Atay’ın ikinci romanının (Tehlikeli Oyunlar) ana kişisi Hikmet de, “kurtuluşumuzun bağlı olduğu nitelikler”den söz eder.

Tutunamayanlar’daki “Ne Yapmalı” bölümünde önerilen kişilik geliştirme yollarına benzer çözümlerdir bunlar.

İnsanın kişilik sorunsalı Oğuz Atay’ı yaşamının her döneminde ilgilendirir...”

 

İşte böyle...

Peki, ne yapmalı?

Bizce, öncelikle adı geçen kitaptan, “Ne Yapmalı” bölümünü okumalı... Sonra da, Tutunamayanlar’ı...

Bir daha, bir daha.

............

 

“NE YAPMALI?..

Ne yapmalı?.. Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz, kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa, başkalarından farklı olan, başkalarının isteğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi?

En basit sorunların çözümünde bile bocalayan bu sözde devrimci gölgeyi, hiç düzeltmeden, biraz olsun çekidüzen vermeden amaç edindiğimiz ülküleri gerçekleştirmek için hemen kavganın ortasına atıverelim mi? Kendini yönetmeyi beceremeyen kişileri,   toplumları yönetmek, onlara yeni yollar göstermek için hemen başa geçirelim mi? Yoksa, toplu eylemlerde kütlelerin başına belâ olan zayıf kişilikleri önce sert ve sıkı bir sınavdan mı geçirmeli?

Ben kendimi yeterli görmüyorum. Ne için yeterli? Her şey için.

Topluluğun eylemine engel olabilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek güçte olmadığımı seziyorum. Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün ne yapmalı? diye soracak olurlarsa,  ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: Kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.

Ne yapmalı?.. Bu soruya hemen bir karşılık bulmak istenirse, elbet salt aklın verisiyle, ya da oradan buradan derlenmiş bir iki düşüncenin bileşimi ile bazı geçici çareler ortaya atılabilir. İnsan, ilk bakışta bu geçici çarelerin kendi buluşu olduğunu sanabilir. Oysa, örneğin, salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir. Salt aklın verileri, insanı, gevşemeye fırsat vermeyen amansız bir çalışmanın zorunluluğuna itebilir. Oblomovluk ve eğlence düşkünlüğü, dünyada eşi görülmemiş bir baskıyla yok edilmek istenebilir. Bütün kişisel bunalımlar, ucuz yaşantılara dönüşle ilgili bütün buhranlar, birer birer sindirilmek istenebilir. Herkes zaaflarını gizleyerek yalnız güçlerini ortaya koyar. İşte görünüşte, toplumsal eylemi gerçekleştirmek, ileriye götürmek için salt akılla bulunduğu sanılan  ve her çeşit eylem için  kaçınılmaz ilkeler olarak ortaya atılan bu temel davranışlarda bile, kişinin ve çürümüş toplumun  değiştirmek istemedikleri  öz varlıklarını  bilinçsizce koruma isteminin  gizli baskılarını arayacaksın! Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden ortaya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarını önleyecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa düşürmekten böylece kurtaracaksın.

Karşılıklı güven ve dayanışma ancak böyle bir sorunun varlığını duyduktan sonra söz konusu olabilir. Fakat, bütün bu sorunlarını yalnız başına çözeceksin. Bunalımlarını, komplekslerini ve buhranlarını birlikte çalışacağın insanlara iletmeyeceksin. Kurulacak örgütü bir düşkünler evine çevirmeye kimsenin hakkı yoktur. Birleşecek kişiler önce birleşecek güçte olmalıdırlar; önce bu duruma gelmelidirler. Onlar, yeni düzenler kurmak ve ilerlemek için birleşeceklerdir; körle kötürümün yoldaşlığı gibi bir işi için değil!  Kendi sorunlarını çözemeyen bir kişinin, kusurlarının acısını başkalarına çektirmeye hakkı yoktur.

Yalnız, kişisel sorunları tek başına çözme eylemini de gereksiz bir aşırılığa götürmemelidir insan. Büyük örgütlerin kurulmasından önce, küçük örgütler oluşurken kişi,  çevresinden kendisini bütünüyle soyutlamayacaktır;  kişisel sorunlarını çözerken başkalarından da bir bakıma yararlanacaktır. Yani, bazı insanlarla gene ilişkiler kuracak onlarla birleşecektir.  Ne var ki bu birleşme büyük örgütlerden farklı bir biçimde olacaktır. Böylece küçük bir çekirdeğin aşağıdaki ayırıcı özellikleri belirecektir:

1-  Birleşenlerin sayısı az olacaktır.

2-  Bu topluluk, genişlemeyi amaç edinmeyecektir. (Kendiliğinden bir artma olursa, bu artış da engellenemeyecektir.)

3-  Kişiler bu birliğe zaaflarını ve güçlerini koyarak gireceklerdir. (Zaaf konusunda aşırılığa kapılmamak gerekir.)

4-   Kişiler, en küçük ayrıntılara kadar anlaşılabilecek insanlar olmalıdır. (Yani, büyük karakter farkları göstermeyen ve yakın bir ilişki kurabilecek kadar birbirini seven ve birbirine güvenen kişiler bir araya gelmelidir.)

5-  O güne kadar ki gelişmeleriyle nitelikleri bakımından birbirlerine yakın olan insanlar böyle bir eyleme girmelidir. (Büyük örgütlerde zorunlu bir sınıflama olacağından bu şart yalnız küçük birliklerin özelliğidir.)

Bu özellikler, küçük topluluğumuzdaki ilişkilerin sıkı ve karmaşık bir biçimde oluşacağını göstermektedir. Burada kişi kendini ve topluluğu aynı anda geliştirecektir. Birlikte gelişmeyi sağlamak için her toplulukta ve ortak eylemde gerekli gördüğüm şartları şöyle özetleyebilirim:

1-  Her birey, bütün toplu çalışmalara aynı oranda katılmalıdır.

2-  Bireyler, birbirinin iyi niyeti ve gücünden kuşku duymamalıdır.

3-  Her birey kendi ilerlemesi kadar karşısındakinin gelişmesinden de sorumlu olmalıdır. (Yani, zincirleme bir sorumluluk ilkesi benimsenmelidir.)

Bu topluluğun gelişmesinde en önemli etkenlerden biri –belki de en önemlisi- bireyin, toplu eylem dışındaki yaşantısını nasıl düzenleyeceğidir. Bu yaşantıyı da ikiye ayırabiliriz:

1-  Bireyin, temel ülküsü dışındaki yaşantısı.

2-  Toplu çalışmalar için gerekli oluşumu kazanmak amacıyla sürdüreceği yaşantı.

1. Temel ülkü dışında, yani ekmek kavgası için tutulacak yol:

Ekmeğini kazanırken bireyin yapacağı işler,  onu bazı ilişkiler kurmak zorunda bırakacaktır. Bu ilişkilerde, işinin dışında devam edecek herhangi bir eylemden kaçınmalıdır birey. İş arkadaşlarıyla gerçek bir dostluk kurmaktan kesinlikle sakınmalıdır.  Yalnız, bunu yaparken,  çevre ile ilişkilerini aksatmayacak; bu geçici arkadaşlarında, kendisine karşı dargınlık, kuşku ve kızgınlık yaratmaya çalışacaktır. Çevresindeki kişilerin düşmanlığını kazanmadan ölçülü bir yakınlık kurmalıdır onlarla.

Birey, en basit ihtiyaçlarını gidermekte elbette bağımsızdır; fakat, aşırı tutkuların (kumar, içki ve fazla eğlence gibi) bir yana bırakılması ve bunların bir alışkanlık olmaktan çıkarılması gereklidir. Bu çeşit tutkular, özellikle umutsuz günlerde bireyin yakasını bırakmaz: umutlu günlerde kurtulmalıdır birey onlardan

2. Toplu çalışmalar için tek başına yapılacak çalışmalar:

Bireyin tek başına kaldığı zaman kendisini oluşturmak için yapacağı çalışmalar, ne yapmalı sorusunun önemli bir bölümüdür. Kendi değerini eksiksiz bilen ve her an bu değeri, yeni şartların ışığında, eleştirebilen bir kişi ne yapmalı, ne yapmalı diye bocalamaz. Düzenli bir çalışma düzeyine girebilmek için üç temel sorunu çözümlemek gerekir:

a. Kendini iyi tanımak

İnsan en çok kendiyle ilgilenir; ama bu ilgi bir yönteme dayanmaz ve kendini tanıma sorunu bilimsel bir yolla çözümlenemezse sonsuz bunalımlar karanlığına düşer birey. Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider. Kişisel değeri büyütmek de küçültmek de aynı derece de zararlıdır. Yola çıkmadan önce altından kalkamayacakları bir yükün altına girenler daha işin başında ezilip kaybolurlar; gerçek değerinin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda tembelleşip bir işe yaramazlar.

Kendini tanıma sorununun çözümünde, Descartes’in bilimlerine uyguladığı kuşkuculuğu kullanabiliriz. Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız. Örneğin, soyut ahlâk kavramlarını ele alalım. Namus, iyilik, iş ahlâkı gibi her toplumun temel dayanakları sayılan kavramlar vardır. Bu kavramların her toplum için aynı olduğu ve bunlarla ilgili kurallara her toplumda uyulması gerektiği belirtilmiştir bizlere.  Biz, ancak kendi özlediğimiz toplumda uymalıyız bu kurallara. Onlar ise, şartlar ne olursa olsun toplumu ayakta tutmak için bizi soyut kavramlarla uyutmaya çalışırlar. Ben, sadece namuslu olmakla öğünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye; güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için. Benim de değerlerimin arasına bu çeşit nitelikler karışmışsa atmalıyım onları;  onlarla öğünmeliyim. Bu nitelikler, amacımı gerçekleştirirken bana zararlı bile olabilir. Gerekirse bir ülkü uğruna hırsızlık da yapmaz mı insan?  Kendi aramızdaki ilişkilerde ahlâklı olmamalı demek istemiyorum; bize bu çeşit iftiralar atılmamalı. Fakat onların düzenini korumak için gerekli olan böyle sahte değerlere de hiç önem vermeyelim.

b. Kendini eleştirmek

 Bu deyime Batılıların “oto-krtik” dediği soruna eğilmek istiyorum. Yukarıda söylediklerim bir otokritik sayılabilirse de ben otokritiği daha çok bir eylem için var sayıyorum. Bir eylemden sonra, o eylemin birey açısından değerlendirilmesidir otokritik, diyorum. Kendini eleştirmenin, kendinden yakınma çerçevesinden de çıkması gereklidir diye düşünüyorum.

c. Dış etkenlerin uyutucu durgunluğuna kapılmamak

Ülkemiz, bugün için durgun bir toplum düzeni içindedir ve insanı toplumsal çalışmalara itecek bir dış etkenin yok olduğu söylenebilir. Peki ne yapalım o halde?

Olayların bizi hazırlıksız yakalamasına fırsat mı verelim? Yoksa tehlikesiz çalışmalarla o zaman kadar kendimizi avutalım mı? Bence hemen köklü bir çalışma dönemine girelim. Ben de bu satırları yazar yazmaz söylediklerimi uygulamaya girişeceğim hemen. Daha fazla oyalanmayayım.

Müsaadenizle…”

Oğuz Atay (Tutunamayanlar sf: 93 ve devamı)

NOT:Bu yazı, KitleCizgisi.com’dan alınmıştır.

iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.