Nisan 2011

Plebisit 2010 ve Sonuçları

İşte Hitlerin referandum pusulası !

“Ben demiştim…” sözü ne kadar da bilgiçlikle söylenen bir söz değil mi? Bir de “Ben demiştim demeyi hiç sevmiyorum ama…” veya “bu konuda keşke haklı çıkmasaydım ama…” şeklinde kalıplar var. Türk Aydını halktan uzaklaştırıldıkça, bu kalıpları daha çok kullanmaya mecbur bırakıldı. Ama tabi ki ben yazımda bu tür kalıpları hiçbir şekilde kullanmayacağım (?)
 
“Plebisit” sözcüğünü her Türk yurttaşının bilip de duymadığı bir kavram olarak nitelendirmeliyiz. Öyle ki plebisitler yakın Türk siyasi tarihinin vazgeçilmezlerindendir. Çok genel anlamda, halkın “uydurulan kılıfları” onaylaması için yapılan halkoylaması anlamına gelmektedir. Tıpkı 12 Eylül 2010’da yapıldığı gibi…

Ailenizin İmamı Geliyor

Ülkemizde hükümetin uygulamaları giderek sivil bir vesayet, bir dikta rejimine doğru kayıldığını gösteriyor. Ergenekon uygulamaları, yargının yürütme emrine sokulması bu tür düşünenleri haklı çıkarıyor. Ancak iyi incelendiğinde bu iş o kadar kolay değil. Halk bir şekilde baskı altına alınmalı, tabir yerinde ise büyülenmeli. Ailenizin imamı tabiri de uyutma aracının yine ortaçağdaki gibi din olacağını gösteriyor.


Bildiğimiz kadarı ile Hıristiyanlıkta ruhban sınıfı vardır. Bu sınıf halka dini öğretir, onların dini işlerini yapar. Bu yüzden de insanların gelirlerinden bir bölümü kesilip onlara ödenir. Müslümanlıkta ise ruhban sınıfı yoktur. Herkes kuranı kendi okuyup yorumlamak zorundadır. Hatta Hıristiyanlıkta olduğu gibi kesin bir ibadet yeri kavramı da yoktur. Hz. Muhammet tüm dünyanın mescit olduğunu söyler.

Mesele, Zurnayı Ele Almakta

 

Çevrelerine Hükümet’in gözlüğü ile bakan “profesyonel kadro” özelleştirmelerin ekonomimize büyük katkı sağlayacağını ileri sürüyordu.

Bir an için hak verelim bu muhterem uzman kadroya ve soralım:

 

1.Peki, sata sata satacak bir şeyin kalmadığı içinde yaşadığımız bu süreçte, ekonomiye nasıl ve nereden bir yama yapacaksınız?

 

2.Haydi bu yama sorunu da şimdilik geçelim… Ama bugün özelleştirilmelerin yapılmasının temel nedeninin ekonomik katkı sağlamak olmadığı da apaçık ortaya çıkmış durumdadır… 

Özelleştirmelerle pazarlanan devletin en önemli kaynak yatırımları haraç mezat [değerlerinin çok altındaki rakamlara] satılmıştır…

Demek ki, temel hedef, devletin bütçesine katkı sağlamak, delinen ekonomik sisteme yama yapmak değildir!

Çünkü eğer böyle bir hedef samimiyetle benimsenmiş olsaydı, söz konusu ekonomik kıymetlerin gerçek değerlerine satılması yönünde özenli davranılır, direnç gösterilirdi…

Libya ve BM Müdahalesi

 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 18 Mart’ta, Libya'ya karşı hava sahasını kapatma, yaptırımlar uygulama ve askeri saldırı kararı aldı.
Kararın gerekçesi ise “sivilleri korumak”mış.
Libya’yı parçalamak ve çıkan petrolü denetim altına almak denseydi daha doğru olurdu.
19 Mart tarihinde başlayan uluslararası askeri koalisyonun hava operasyonları şiddet ve saldırı içerdiği için, savaşa dönüşme riski de oldukça yüksek.
Özellikle Fransa’nın bu saldırıları da tek başına başlatması da bir tesadüf değil.   
Fransa’da aşırı sağcı “Ulusal Cephe” (FN) Pazar günü yapılan yerel seçimlerden güç kazanarak çıktı.
Babası Jean Marie le Pen’den aşırı sağcı “Ulusal Cephe”yi devir alan  Marine Le Pen’e verilen destek (%15.26), Nicholas Sarkozy’in partisi merkez sağ “Halk Hareketi Birliği”ne (UMP) verilen desteğe (%17.13)çok yakın. Aradaki fark sadece yüzde 2’den bile az. Ana muhalefet partisi olan Sosyalist Parti (PS) ise yüzde 25,11 oyla ilk sıraya yerleşti.

İki Yanlıştan Bir Doğru Çıkar mı?

Yazar: 
Melike KURTULUŞ

HİKÂYENİN ADI: KADDAFİ’NİN SATTIĞI KENDİ ÜLKESİ LİBYA,
HER ŞEYE BURNUNU SOKAN AVRUPA VE ONUN DAYISI OLMAZSA OLMAZ AMERİKA İLE TÜRKİYE’NİN DİYARBAKIRINA UZANTISI.
DİYARBAKIR NE ALAKA MI?
HEM DE ÇOK ALAKA…

Hikâyemizin öznesi Avrupa –Batılı Güçler(Emperyalist Güçler)- Gizli öznesi ise tabi ki Amerika, tümlecimiz aslında 22 ülkeden biri de şimdilik Libya, yüklemimiz de işgal etmek adı altında amacına ulaşmak… Yani cümle şu:

‘(Amerika kışkırtmasıyla) Avrupa’nın Libya ve insanlarını koruma bahanesiyle işgal ederek asıl amacına (yeraltı ve yerüstü zenginliklerine) ulaşacak’

Avrupa yine yapacağını yaptı ve zayıf insanları kullandı. Nasıl mı? Yıllarca oynadığı işe yarar ve stratejik oyunuyla, tabi ki dayısı Amerika ile. Amerika zaten dediğim gibi gizli özne, asıl kahraman o yüzden onu sürekli söylememekte olur. O artık Allah’ın emri, Peygamber’in de kabri hatta.

İmamın Ordusu, Derdi Bu Halk Olanı, Yener mi Hiç Korkusu?

“…
Ve faşizm
Dumanında boğulacağını bile bile
Aç bir kurt gibi indi kitapların üstüne
…”***

“Kitaplar yakılıyor
kitaplar be
kitaplar”

Ve tarihi yapanlar

O kitapları yakanları

başka kitaplarda
başka şiirlerde
faşist diye yazdılar.

Üstünden geçti yıllar
Ve kitaplar
Daha basılmadan önce, yazarını yaktılar.
Ve sonra kitapları basılmadan “bastırdılar”,ülkemde adam gibi adamlar...

Kısa Çöpün Uzun Çöple Aynı Hizaya Gelmesi

Eğer insan egoizmini, denetimsiz ve başıboş olarak toplumun içine koyu-verirseniz... O toplumda dirliği, düzeni, adaleti ve insanca değerleri arayıp durursunuz, ancak bulamazsınız...

Eğer insanın insanı yiyip, yutmasının önüne bazı sınırlar koymazsanız, o zaman güçlünün güçsüzü yiyip bitirmesine, büyük balığın küçük balığı çiğneyip yutmasına ortak olmuş olursunuz…

Liberalizm denen ekonomik sistem ile sosyal nitelikli korumacı düzenleri birbirinden ayıran temel öğe, işte bu kavşakta gizlidir.

Ya büyük balıktan yana olup, küçük balıkları onun keskin dişlerinin önüne yerleştireceksiniz… Ve bırakacaksınız toplumda kan gövdeyi götürsün, toz duman çevreyi kaplasın ve altta kalanın canı çıksın…

Ya da adaletin herkese eşit bir biçimde dağıtılması yönündeki mücadeleye omuz vereceksiniz…

İşte meselenin özü ve esası budur.

Amerikan emperyalizmi, örneğimizde büyük balıktır.

Avrupa Birliği topluluğu, büyük balığın “sınıf” arkadaşıdır.

Emperyalizmin ağı altında kalan tüm sömürülen ülkeler ise, küçük balıklardır.

Üçüncü Paylaşım Savaşı Sürerken

Kimileri için garip gelecek olan bu başlık, kimileri içinse son derece olağandır. Daha önceki yazılarımızda da kısmen değindiğimiz bu konu ile ilgili ne kadar çok yazılır çizilir ise o kadar faydalı olacak düşüncesindeyim.


İnsanlık tarihi boyunca dünyamızda yapılmış savaşların tamamına yakını bir paylaşım mücadelesinden başka bir şey değildir. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine kadar ülkeler, kendi halklarının refahını yükseltmek amacı ile başka ülkelere saldırırdı. O dönemde yapılan savaşlar sonucu çok yara alan ülkelerde emperyalizm sistemi parayı yönetecek uluslar üzeri oluşumlar oluşturdu. O dönemden beri de dünyayı yöneten bu güçlerdir. Osmanlının elinde bulunan orta doğunun ilerideki yaşamda olmazsa olmaz zenginlik olan petrolün yarısını elinde tuttuğunu gören paranın efendileri zaten ölümcül hasta olan Osmanlıya çok kolay son darbeyi vurdular. Ancak kendi aralarındaki paylaşımdan doğan anlaşmazlıklar birinci paylaşım savaşını yarattı. Savaş sonunda klasik yöntemlerin dışında bir düşünce üretemeyenler, savaş bittiği andan itibaren büyük bir hızla ikinci paylaşım savaşına hazırlanmaya başladılar. Çünkü birinci savaştaki paylaşımdan hiçbiri memnun olmamıştı. Böylece rakiplerini yok edeceklerdi. Bu bir avuç zengin için birinci savaşta ölen milyonların veya ikinci savaşta ölecek milyonların hiç önemi yoktu. Ülkelerin birbirleri ile savaşmaları buzdağının sadece görülen yüzü idi. İkinci savaş devam ederken Almanya’nın İngiltere’den petrol ve silah alması buna çok güzel bir örnektir.

Demokrasi, Tek Partili Bir Süreç Değildir!

Yazar: 
Serhat KUŞDOĞAN

Yatay hiyerarşik düzen ile hükümranlık tanımayan çok sesli Yönetişim anlayışı, 21. Yüzyılın entelektüel zekâsı ve aydınlanma seviyesinin TEK GÖSTERGESİDİR.
İnsan onuruna saygı temel değerini esas alan çağdaş yönetim anlayışı, sevgi ve hizmet temel değerinden beslenir.
İç barış, diyalog ve istikrar için de çok önemli bir aşama olan bu süreci yakalayabilmek; farklı düşünce, inanç ve görüşte birçok kişinin katılımı ile hedefine ulaşır.
İstikrardan, kardeşlikten ve demokratikleşmeden yana olan tarafların, bu yönetişim anlayışını kabullenmeleri arzu edilir.

 

Yaklaşık dört yıldır devam eden malum dava da, ülkemizin aydınları insan onuruna saygı temel değeri ortak paydasında buluşamadı. En azından hukukun dürüst işlemesi adına, sanıkların demokratik hakları ve yargı önünde eşitlik beklentileri göz ardı edildi.
Bu dava ile ülkemizde temel değerlere sahip çıkmak, evrensel değerleri temsil etmek adına bir samimiyet sınavı verildi. Verildi, çünkü sınav bitti. Yazarları, aydınları, siyasetçileri “Kişisel Bütünlük temel değeri" merceği altında, daha yakından tanıma fırsatı bulduk.

Arınma Semineri

 

Cumartesi günü Yakındoğu Üniversitesindeki derslerim bittikten sonra bir görüşme yapmak amacı ile adamızın önde gelen Turizm tesislerinden biri olan Acapulco Otel’e (Acapulco Resort-Convention-SPA) gittim.
Otelin lobisinde yaptığım görüşmeden sonra gitmeye hazırlanırken bir seminer vermek üzere orada bulunan eski dostum Fizyoterapist Musa Kocatepe ile karşılaştım.
Hoşbeşten sonra beni seminerine dinleyici olarak katılmaya davet etti.
Kaç zamandır katılmak istediğim ama her seferinde de bir takım işlerin öncelik alması nedeni ile katılamadığım ve benim çok önemsediğim seminerlerden bir tanesiydi bu ve hiç düşünmeden “evet” dedim.
Birlikte koridorlardan geçip seminer odasına geldik.
Girişteki pano üzerinde “Arınma Semineri” yazıyordu.
Kapıyı açtığımda adeta şok oldum.