2. Sınıf Sömürge Toplumu ve Kültür Emperyalizmi

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Mehmet TURAN

 

     Türk toplumu bu kadar kısa bir sürede nasıl bu hale geldi anlaması  güç. Bin yılda bozulmayan kültür, otuz beş yılda televizyonlarla, mecmualarla yerle bir edildi. Aslında dışarıdaki biz, biz değiliz.
 
     Türkçenin içinde binlerce yabancı kelime var. Hala doğru düzgün bir Türkçe sözlüğümüz bile yok. Türk Dil Kurumu yıllardır resmen uyuyor. Dünya kadar profesör, uzman, edebiyatçımız var ama hala nerdeyse Andreas Titze’nin etimoloji sözlüğünü ( By Ortaylı) okur durumdayız. Hocalarımız defalarca yakındı. Ama hala kayda değer bir çalışma göremedik.
 
      Her şeyin kablosuzu çıkmak zorunda mı? Teknoloji adı altında radyasyona maruz kalıyor memleket. Biz de kendi kendimizi avutuyoruz modernleşiyoruz diye…
 
      Her şeyin ambalaj içerisine mi yerleştirilmesi lazım? “Gıda emperyalizmi” mi diyeceğiz bilmiyorum ama yediklerimiz bile değişmedi mi zamanla?

 
 
      Pastane kültürüne ne oldu hani? Pazarların yerini nasıl marketler aldı? Ramazan ayında bile sofralardan kola eksik olmazken, neden boza satılmaz bu ülkede? Neden dünya kadar tatlı dururken, herkes çikolata sevdasına düştü? Yazın dondurmadan başka bir şey yenemez mi? Macuncular niye gezmiyor dışarılarda?
 
      Dünyaca ünlü Türk mutfağını bir zeytinyağlı dolma, bir de mantı ile mi özetleyeceğiz?
 
      Türk müziği denildiğinde niye akla “kara tren” ile “sarı gelin” türküsü gelir? Geleneksel müzikleri gençler arasında kaç kişi biliyor? Anca ilkokulda folklor kurslarına göndermekle yetiniyoruz çocuklarımızı… Sorsan herkes jazz, rap ve rock dinliyor ama!
 
      Türkiye’nin kaçta kaçını geziyor halk? “Gidemediğimiz yer bizim değildir.” diyenleri niye örnek alamıyoruz? Niye parayı bulunca altımıza Mercedes çekme hayalindeyiz?
 
      Kaçımızın evinde geleneksel Türk sanatlarından, dünya klasiklerinden parçalar var? Türklüğün sembolü olan çini hangi evde? Kaçının evinde dokuma halı var? Plazma televizyonlar duvarları süslüyor oysaki!
 
      Gece hayatına takılmayan kaldı mı hem? Herkes çapkınlık peşinde... Artık namuslu adam bulmak zorlaştı. Evde eşini yalnız bırakıp sokağa çıkamıyor insan. Erkek için de böyle, kadın içinde. “Anı yaşa”, “kimsenin sana karışmasına izin verme” gibisinden sloganlarla uyutuluyor insanlar.
 
     Giydiklerimize bakın, evimizdeki eşyalara. Türk malı kaç tane var içinde? İthalat toplumu olmuşuz resmen. Nedir bu batı tutkusu? Dünyada ilk ceket pantolon giyen insanların Türkler olduğuna dair bilgiler okumuştum bazı tarih kitaplarında. Şimdi Amerikan Jean modasına uyduğumuz için ondanda bihaberiz tabii. “Kot Amerika’nın şalvarıdır.” mı diyelim biz de illa ki?
 
     Türklerin binlerce yıllık gelenekleri;  halılar hangi evlerde var?
 
      Anlaşılan komünizmin zorla yapamadığını kapitalizm, reklamlarla yapıyor.
 
      Sonra yardımsever, misafirperver Türk milleti barbarlık suçlamasını  aslında en çok şimdi hak ediyor. Yanı başında kapkaç  yapılıyor, kimse ses çıkarmıyor. Fakir fukara açlıktan ölüyor, yardım eli uzatan yok!
 
      Garipte insanlar türedi başımıza. Eşcinselinden, enteline, psikopatına, maçosuna kadar envai çeşit adam var sokaklarda. Kargaşa, gürültü, insanlar sürekli bir koşturmaca içerisinde. Kimse bir an durup “Yahu ne yapıyoruz biz?” diyecek olgunlukta değil. Ömrümüzü ne için harcadığımızı dahi bilmiyoruz. Sanki seri üretimden çıkmış oyuncak kahramanlar misali büyük hedeflerle yollara dökülüyoruz…
 
      Toplum olarak cahil olduğumuzdan bir de aşağılık kompleksine sahibiz. Hatta aslında yozlaşma ve yobazlaşma arasında gidip geliyoruz hep. Bakıyorum Tolstoy’lar, Lenin’ler elden düşmüyor üniversiteli gençlerde. Fakat sorsan Mesnevi’yi kaç kez eline almış? Mehmet Akif’ten, Nazım’dan haberi var mı? Yok, tabii ki… Severek takip ediyoruz modundalar…        
 
  Ama yıllardır böyle; Mevlana denildiğinde herkes “ooo” çekiyor, ama “gel gel ne olursan ol gel” den başka bir cümlesini bilmiyor. Gerçi o cümlenin de Mevlana’ya ait olmadığını, Mesnevi tercümesini yapanlar söylüyor. Söylenti değildir bu dikkate alınsın…
 
      Bizim cami hocası matrak adam, ilginç hikâyeler çıkıyor bazen. Şeyh Selami hazretleri deriz kendisine. İyi kalpli bir insan…  Sağ olsun kitabın reklamını da yaptı cemaate hem…  Biz de eksik kalır mıyız hiç? Onun reklamını yapalım efendim; millet maaş aldığı ABD derneklerini övüyor ya!
 
      Hoca anlatıyor; “Gidiyoruz misafirliğe komşuya, herkes kitleniyor televizyona. Yahu dizi bitiyor kalkıp eve geliyoruz. İki çift laf edemiyoruz doğru dürüst. İyi de ben diziyi evde de izlerim, o zaman niye geldim ki? Hakikaten konuşmadan bir insana yakınlaşmak mümkün mü? Evde bile aslında birçok zaman hep bu iletişim kopukluğunun etkileri var. Baba televizyon karşısında, anne mutfakta, çocuk odasında bilgisayar başında…”  Peki katılmamak elde mi?
 
      Nerde o önceden masallar anlatan, muhabbetler edilen ortamlar? Kadınlar dedikodu bile yapmıyor artık. Varımız yoğumuz Bihter ile Ferhunde… 
 
      Küçükken ışıkların kesilmesine çok sevinirdim ben. Mum yakılır, etraf sessizliğe bürünürdü çünkü. Işığa karşı gölgeden kuş ve kurt yapardık her çocuk gibi. Sohbet edilirdi bir şekilde haliyle…
 
      İhtiyar akrabaların evi yok mu hele? Bitiyordum onlara. Her gencin mutlaka dedesinin, nenesinin evinde kalması gerektiğini düşünüyorum. Farklı bir atmosferi var çünkü oranın. Televizyon birçok zaman açılmaz o evlerde… Genelde ana haber seyredilir, ara sıra da TRT 4’teki müzik programları. Kapalı olunca televizyon, sessizliğe bürünür etraf. Saat tıkırtısı gelir insanın kulağına…
 
      Ve saate baktıkça zamanı hatırlar insan. “Göz göre göre ömür geçiyor.” büyüklerin deyişiyle. Onlar içinse geçmiyor aslında… Evlerine birileri gelsin diye içten içe dert yanarlar hep. Yalnızlıktan çiçek beslerler… Kedileri veya köpekleri olanlarda vardır tabii. Kedinin adı genellikle minnoştur, köpeğin ki ise karabaş… Anladıklarından değil, torunları koyar bu isimleri… Arada bir gelip severler sadece… Sonra kedi ile dede yalnızlığıyla baş başa kalır. Yaşlandıkça birçoğu cimrileşir de he… Senden bekler hep… “Ne de olsa anamız babamız.” diyerek cebindeki son kuruşu da onları mutlu etmek için verirsin…
 
      Ama sorumluluğunu yerine getirmiş bir evlat olarak çıkarsın o evden… Dünyaya sahip olduğun halde alamayacağın mutluluğu, belki huysuz iki ihtiyarla sohbet ederek kazanırsın… (Bak gene edebiyat parçalamaya başladım…)
 
      Şimdi öyle mi oysa? Yolda insanlar birbirine yan gözle bakar oldu…   
 
      Huzurevi modası çıktı başımıza, “İhtiyar derdi çekemem.”  diyenler hiç acımadan terk ediyor ebeveynlerini. Kaçımız ziyaret ediyoruz huzurevlerini? Giderseniz aklınızda olsun hepsi mutlu görünmeye çalışacaktır. Kendilerini avutuyorlar aslında. Birileri gelse de iki çift muhabbet etsek diyorlar. “Ama biz burada çok mutluyuuuz.” diye size iyi görünmeyi her şeye rağmen yeğliyorlar…
 
     Burada hoca gene iyi bir katkı da bulundu; “Geçen huzur evine gittim. Kadının teki üzgündü. Evladı ziyaret etmiyormuş. Bayramdan bayrama geliyormuş.”…“Ben onu bayramdan bayrama emzirmedim ama.” demiş yaşlı ninemiz… Yaşlıların durumuyla gençleri kıyaslamak gerek…
 
      Haydarpaşa’da yaşanmış birkaç olay var. Önceden taksiler okuldan çıkan öğrencileri ücret almadan götürürdü gideceği yerin yakınına kadar... Şimdi binemiyorsun bile… “Neden?” diye sormuş büyüklerden birisi, “Ağabey” demiş. “Bir iki kere aldım; kız erkek demeden çıkartıyorlar bıçakları koltukları kesiyorlar…”
 
   Taksici ne yapsın be kardeşim? Anasına bak kızını al… Babasına bak oğlunu…
 
      Herkes akrabalıktan dem vuruyor, arkadaşlıktan dem vuruyor fakat bildiğini okumaya devam ediyor.
 
      Anlamadım nasıl bir milletmiş. Mal mal adamın yüzüne bakma hastalığı başladı son dönemde, sinir oluyorum iyice. Çarşaflısına bakar gerici diye, mini eteklisine bakar bu ne hal diye, fakirine bakar üstü yırtık diye, zengine bakar ne güzel arabası var diye, engelliye bakar ne kadar yazık diye, sporcuya da bakar ne güzel vücudu var diye. Birisi kendisine baktığı zamanda “Ne bakıyorsun bir şey mi var?” der üstelik. Sonra da farklılıklarla birlikte yaşama zırvalıklarıyla kendimizi avuturuz işte.
 
      Yıllardır ağlıyoruz “Devlet şunu yap! Devlet bunu yap!” diye. Gel gör ki en fakirimizin cebinde bile son model cep telefonu var… Bizi böyle yapan nedir? Baştan aşağı bir bereketsizlik hakim yaşantımızda…
 
      Yıllar önce hocamın birisi güzel bir cümle söyledi; “Öyle adamlar var ki sabah kalkınca; “Lan akşam olsa da yatsak be” diyor.” gamsızlığa bakın…
 
      Büyükler anlatıyor; “Birisi bizim zamanımızda kapkaç yapacak, mahalleye yan gözle bakacak da göreceğiz.” diye. Sahi nerde o eski dayanışma?
 
      Bilmeyen kalmadı; “Onların döneminde esnaflar birbirlerini düşünürmüş. Siftah yapmayan komşusu olduğunu hissedince ayağına gelen müşteriyi onun dükkanına yollarmış”, Peki şimdi nerde o insanlar? Rabbenacılarla dolmadı mı çarşılar?
 
      Riyanın olmadığı ortam yok. Okulda yemek yiyoruz, kantinde. Adamlara bakıyorum hemen hemen hepsi tabaklarında bırakıyor. Çorbanın yarısını içiyor, sonra makarnaya geçiyor, sonra ondan da sıkılıp sulu yemeğe geçiyor. “Oğlum günah yesene adam gibi!” diyorum. “Yok ya, doydum.” diyor. “E!” diyorum “Madem doydun, niye çorbayı tam içip de doymadın da yarım yarım yiyerek doyurdun karnını?”. “Olsun ya bir şey olmaz.” cevabıyla karşılaşıyorum. Değil mi, ne olacak ki? Ertesi gün bakıyorum internetten, bu adamlardan mailler geliyor; “Afrika’da insanlar açlıktan ölüyor, onları da düşünelim.” falan fistan… Bu nasıl bir sahtekârlıktır artık siz söyleyin…
 
      Televizyonda Salvador Dali’nin sergi reklamını görünce koşa koşa gidip sıra bekleyen o kadar insanın içinde, yıllarca İstanbul’un göbeğinde duran Harbiye Müzesi, Dolmabahçe Sarayı gibi müzelere gitmeyen binlerce zavallının olması şaşırtıcı değil. Konuşuyoruz birkaç tanesiyle. “Salvador Dali’ye gidiyoruz, çok güzeldi, harika bir gündü.” diye bir şeyler ispatlamaya çalışıyorlar, internette nicklerine yazan görgüsüzler de var… Oysa ki Anıtkabir, Topkapı, Dolmabahçe ve Çanakkale dörtgeninden başka gittiği tek bir tarihi mekân yoktur çoğunun. Sen bırak Dali’yi, Louvre’a gitsen ne olur?
 
  Öyle bir nesil var ki; Soğan yiyeni aşağılayıp, soğanlı cipse para veriyor. Öyle bir halk var ki; Önemli yaz okumaz, gizli yaz kurcalar… Öyle aptal düşüncelere sahibiz ki, görmediğimize inanmıyoruz güya ama, ufolar hakkında kesin hükme varabiliyoruz… Yağmurlu bir günde okula gidiyoruz, yol kenarları su toplamış. Karşıdan servis geliyor, bizi görünce hızlandı. Utanmadan hızlandı ve üzerimizi sırılsıklam etti, lanet olsun! Bir de gülüyordu. Kendisine yapılsa ne düşünür acaba merak ediyorum.
 
      Trafikte kadın araç kullanıyor, öküzler sıkıştırıyor. Hiç  düşünen yok kendi ailesindekileri. Geçen bir tanıdık az daha ölüyordu. Sorulacak iki soru; Bu nasıl erkeklik? Yakışır mı delikanlıya?
 
      Bakıyorum dışarıya, gençler birbirleriyle kavga etmek için yer arıyor. Üstelik hep orantısız güçler. Herkes gözüne kestirdiğine yani…  Güçlünün güçsüze yaptığı zulmü anlatacak adamlar kalmadı. Trafikte bile kendinden çelimsiz birini buldu mu hemen dalıyor aile reisleri. Söz bulamıyorum… Hayır! Güya etraf o kadar çok iyi insan kaynıyor ki, herkes kötülüğe karşı…
 
      Üstün Dökmen yıllar önce bir programda; “Bizim memleketteki apartmanların yarısının adı huzur apartmanıdır, apartmanda oturanlara da apartman sakinleri denir, fakat ortada ne sakin vardır ne de huzur demişti.”. Hakikaten kavga olmayan bir tek apartman var mı? “Ev almadan önce komşu al!” sözü artık geri planda kaldı. Nasılsa hepsi aynı… Lüks Rezidance’lar herkesin rüyalarını süslüyor…
 
      Bir de genellemeler var ya… Gülmekten öldürüyor beni. Eşitlikten, adaletten konuşuyoruz, “Sosyalist misin?” diyorlar, İslam’dan bahsediyoruz bu kez İslamcı damgası yapıştırıyorlar, milliyetçilikten bahsediyoruz; “Ülkücü bu belli.”  diyorlar. Yahu kardeşim ne alaka? İlla ki senin nitelendirdiklerinden mi olmalıyım? İnsanlardaki bu mensubiyet, bu aidiyet duygusunun bu kadar öne çıkmasının nedeni nedir?
 
      Şakacıdır bizim millet… “Türk milletine gülmek yaraşır.” diye boşuna dememiş Atatürk… Şimdilerde sabah kalktığında mahkeme duvarı suratlı insanlarla karşılaşıyorsun… Herkesi merhaba ile geçiştiriyorsun. Bakkala veresiye dahi yaptıramıyorsun. Biriyle “Nasıl koydu Fener?” muhabbeti yapsan dayak yemekten beter oluyorsun…
 
      Her yerde, ama her yerde bu çeşit çeşit cinsliklerle karşılaşıyor insan.
 
      Hocalarımızdan birisi Anadolu köylerinden birinde görev yaparken öğrencilerini sınava çalıştırmak istiyor… Hiçbir ücret almadan yapmasına rağmen, dershaneler ayağa kalkıyor. Davalar açılıyor… İdealizme vurulan en büyük darbelerden birisi…
 
      Burası  herkesin her şeyi bildiği bir ülke… Öyle ki kimse kimseyi dinlemez. Dinlemediği için saygı ortadan kalkar. Bu da işte bütün toplumsal sorunların başlangıcıdır…
 
     Kimse öğüt alma peşinde değil ama herkes birilerine nasihat vermeye çalışıyor… 
 
      Gelenekler yıkıldı. Her şey bitmek tükenmek üzere… Emperyalizmin en acı sonucu da bu olsa gerek… Kendimizi kaybettik, bir türlü de bulamıyoruz…
 
      Ne oldu da biz  böyle yediği ekmeğe dahi saygısı olmayan farklı bir toplum haline geldik?
 
      Eski Türk kitabelerinin birinin başlangıcında şöyle bir cümle var:
 
 “ Ey oğul! Gök batmadıkça, yer yarılmadıkça, seni “töre”nden kim ayırabilir?” 
 
     Ben cevabını buldum sanıyorum, peki ya sizce kim ayırabilir, ayırabildi?
 
     Çok meşhur bir söz daha vardır; “Kula bela gelmez hak yazmadıkça, hak bela yazmaz kul azmadıkça.”… Bu kadar azgınlık başa bela, demedi demeyin…
 
     Sözler, kelimeler, harfler tükeniyor, ama yaşanan garipliklere her geçen gün yenileri de ekleniyor… 
 
 iletisim@politikadergisi.com
 

 

 


Yorumlar

Emperyalizm

İnsan yaşamında üç aşama var. Ben, Biz, Siz. Bu aşamaların birinden diğerine geçiş yüzlerce hatta binlerce yılı alabiliyor. Biz Türk halkı bir şekilde "Biz" şamasına geçmiştik ki, emperyalizm geriye ben aşamasına döndürdü. Bıze yaptığı en büyük kötülüklerden biri de bu.

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.