Analiz

Küresel Terör Bağlamında Türkiye'nin Durumu

Yazar: 
Süleyman GÖK

GİRİŞ: <?xml:namespace prefix = o />

Dünyanın kurulmasından ve ilk insanların ortaya çıkmasından itibaren çıkar, iktidar, güç mücadelesi 21. yy’a kadar süregelmiştir. Bu realitenin böyle olmasında insanlar arasındaki ilişkilerden, bölgesel veya küresel sisteme en önemlisi psikolojik parametrelerin önemi vardır. İnsanlar arasındaki güç ve iktidar ilişkisinin varlığı toplumsal ve küresel anlamda düzenin bozulmasına yol açmaktadır. Bunun sonucunda anarşi dediğimiz olgunun ortaya çıktığını tespit ediyoruz. “Anarşi”nin ortaya çıkmasından sonra toplumsal huzurdan, hukuktan ve insan haklarından bahsetmek mümkün değildir. Bundan sonra sivil itaatsizlik dediğimiz otorite sahibi olan ve her türlü gücü bünyesinde bulunduran “ulus devlet”e karşı bir silahlı mücadele başlatılır. Tam bu noktada Küresel Terör ve Terörizm dediğimiz olgu ve kavramın varlığını görmeye başlarız. Özetle; bu çalışmamızda “Küresel Terör ve Terörizm”in Türkiye’nin ulusal güvenliği bağlamında incelenmesi ve analitik bir değerlendirmesi yapılması amaçlanmıştır.

Bu Ortamdan Kim Yararlanıyor?

Yazar: 
Süleyman GÖK

      Gündemimizde yer alan konuları değerlendirmeye aldığımızda başlıktaki soruyu sorma amacı duydum. Bu yaşananlardan kim yararlanıyor diye. Çünkü, ülkemizde öyle olaylar yaşanmaktadır ki aklımıza hayalimize sığmayan olaylar gerçekleşmektedir. Geçen hafta bir gazetede çıkan Balyoz Darbe Planından sonra Genelkurmay Başkanımızın açıklamaları, Tekel işçilerinin hiçbir fazla hak talep etmeden yalnızca kendi özlük haklarını istemesi gibi doğal olarak süren grevleri, günden güne tartışılmakta olan darbe ve Türkiye, bazı aydın dediğimiz kişiler tarafından darbe paranoyası, senaryolar gibi suni gündemlerle Türkiye Cumhuriyetinde yaşıyoruz. Giriş kısmında son günlerde gündem de olan konuları saydıktan sonra bu konular üzerinde yorum yaparak daha da somutlaştırarak yazıma son vermek istiyorum.

Kemalizm Nedir?

Yazar: 
Yamaç Kona

   Kemalizm, gelmiş geçmiş bir çok ideolojinin özelliğini taşıyan, ancak bu aldığı özelliklerin sonucunda çelişkisiz ve akılcı bir yol çizebilen, evrenselleştirilmesi gereken, pragmatik ve halkçı bir ideolojidir.

   Bazı aşırı milliyetçiler, sahte solcular, Kürtçüler, komünist takım ve sosyalistler Kemalizm’in ideoloji olduğunu kabul etmemektedir. Bir kesim Kemalizm’in, Kemalist Devrim’den ibaret olduğu düşüncesine sahiptir ve Kemalist Devrim’in yanındadır. Bir diğer kesim ise Kemalizm’in dogmalardan ibaret totaliter bir doktrin olduğunu iddia eder.

   Öncelikle ideoloji kavramını açmalıyız. İdeoloji bir bilinç biçimidir. Düşünce sistemiyle topluma yol gösterir.

Emperyalizm ve Gericiliğin Ortasında İran

Yazar: 
Neylan ÇEVİK

   Mollaların baskısı altındaki İran… Büyük petrol şirketlerinin yağmaladığı, toplumdaki küçük elit sınıf dışında, gitgide ezilen büyük çoğunluğun insan haklarından ve çağdaşlıktan bihaber yaşadığı İran… Sıradan vatandaşı, işçisi günbegün daha zor şartlara itilen İran… Bir yanda emperyalizmden kaçarken, bir yanda dinin baskıcılığında ortaçağ karanlığında yaşatılan çelişkiler içindeki İran!<?xml:namespace prefix = o />

   Şah Pehlevi’nin 30 yıl öncesindeki monarşi rejimini deviren “sözde” devrimci ayaklanmayı ve bugünkü İslam cumhuriyetini başlatan lider Humeyni’nin gelişi büyük bir sevinçle karşılanmış fakat o, ülkenin başına geçip zalim uygulamalarını yapmaya başladıktan sonra bu liderin gerçek kimliği ortaya çıkmıştır. Humeyni, işçi sınıfının her direnişinde büyük kıyım yaparken, burjuvaziyi destekleyen bir lider oldu. İktidarını eleştiren herkesi öldürdü ve susturdu. Türban takmayan yaşlısından gencine binlerce kadın öldürüldü, cinsiyet ayrımı ise anayasaya girdi.

   İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri, devletin ekonomik yaşamdaki baskın rolü ile ülke ekonomisinin dünya ekonomisine açılması arasındaki çelişkiler ve başarısızlıklar süregeldi. Ülkeyi dünya ekonomisiyle bütünleştirecek, ulusal kalkınmayı gerçekleştirecek önlemler; mollaların egemen kesimi ve burjuvazinin çıkarlarıyla kesişmediği için, geniş kapsamlı sosyal yatırımlardan kaçınıldı, sadece belirli bir miktarda altyapı yatırımıyla yetinilmeye çalışıldı. Daha önce seçilen reformist liderler de bazı açılımları yapmaya cesaret gösteremedi. İran halkına ait olan, petrol ve doğalgaz rezervlerinin %80 - %85 hissesi Avrupalı ve ABD’li şirketlere geçti. İran, politik ve askeri olarak bayrağı yukarıda taşısa da, ekonomik ve sosyal yönden batının sömürüsü altında olmaktan kendini kurtaramadı. Oysa devletin resmi politikası batıya kapıları kapatmaktı. İran, batı tarafından, bu politikasının yalnız kendisiyle sınırlı kalmadığı, çevre ülkeleri de batıya karşı kışkırtmasıyla eleştirildi ve bu politikalar sonunda Türkiye’de dâhil birçok ülkenin kendisine karşı negatif tutum takındığı bir ülke oldu.

   Şimdi ABD, Irak’tan aldığı ders neticesinde, savaştan öncelikli olarak diplomasiyle anlaşabileceği bir lider özlemi çekiyordu. Ahmedinejad’ın nükleer programını durdurmaya yönelik girişimleri başarısız olduğu için karşısında daha diplomatik temas kurabileceği bir lider istiyordu. Hazar petrolünü dünya pazarına taşımanın en kestirme yolu da İran’dan geçtiği için, kendi yatırımlarına kolaylık sağlayacak bir reformcu lideri İran’ın başına istiyorlar yıllardan beri. İran seçimleri çok ses getiriyor dünyada. Nedeni ise; “demokratiklikle anti-demokratikliğin” birbirine geçtiği, emperyalizme, din üzerinden kurulmuş bir cumhuriyet ile sırtını dönen ülkenin gidişatı, ne olacağı bilinemediği için merak uyandırıyor. ABD’nin Büyük Ortadoğu planını bozan İran’ın, gelecekteki politikalarını belirleyecek halkın düşüncesi, belki herhangi bir milletin vatandaşının düşüncesinden daha büyük önem taşıyor.

   İran’daki seçimler, yıllardan beri reformcu ve muhafazakâr olmak üzere iki tür aday arasında geçiyor. Bu seçimler, reformcu addedilen Mousavi’nin kaybetmesiyle sonuçlandı. Reformcuların kaybetmesiyle, ülke genelindeki Mousavi yanlıları seçimleri protesto etmek için sokaklara çıktı. Ne var ki, İran’daki seçim, İran siyasi tarihinde seçimlerde sahtekârlığın yapıldığı eleştirilerine dair söylentilerin olduğu ilk seçim değil.

   Ama İran halkı sefalet içinde bir halk, hiç bir sosyal güvencesi olmayan bir halk! İşsizlik içinde, hiçbir sorununa çözüm bulunamamış, geleceği olmayan bir halk. Siyasi istikrarsızlık, ekonomik çelişkiler içinde gitgide artarken, dinin boyunduruğu altındaki halk, cesaretli ve sosyalist bir lidere hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyuyor. Reformcu ya da muhafazakâr, aslında politik bakışları birbirinden çok da farklı olmayan kimliklerin üzerinden halk anlamsız bir şekilde iki gruba ayrıştırılıyor. Sosyal gerilim tırmandırılıyor. Demokrasinin bir gereği olarak seçimler düzenleniyor ama kötünün iyisini seçmek anlayışı bir hak gibi tanıtılıyorsa, seçimler mevcut çözümsüzlüğü arttırmanın dışında başka bir sonuca varamaz, demokrasi yenik kalır, siyaset ise yok olur.

 

iletisim@PolitikaDergisi.com

 

 

 

 [Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 16’da yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 16’yı indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

 

 

 

 

 

 

Elitizm ve Türkiye

Yazar: 
Erbil DENİZ

   Elitler kuramının temel savunurları ortak bir noktanın üstünde durur. Yönetenler ve yönetilenler. Tarih boyunca politika bu çerçevede gerçekleşmiştir ve ülkeler bu şekilde var ya da yok olmuşlardır. Eşitlik ve çoğulculuk bu kuram için geçerli olgular olmaktan çok uzaktadır. Burada itiraz edilen noktalar da bunlardır. Eşitlik ve çoğulculuk, demokrasinin temel ilkeleri olduğu için elit kurama, hem ülkemizde hem diğer gelişmekte olan ülkelerde hep yan gözle bakılmıştır.

   Demokrasi ile elit kuram bu kadar karşıt fikirler midir? Demokratik elit kuramı, bunun böyle olmadığını, demokrasinin de elitizme hizmet ettiğini savunur.

   “Her insanın seçme ve seçilme hakkı vardır.” Bu özgürlük kavramı içinde sarhoş olup, gerçekte neler olduğuna pek bakamıyoruz. Bu özgür cümleye aynı özgürlükle şu soruları sormak gerekir.

   “Her insan herkesi seçebilmekte midir ve her insan başkaları tarafından seçilebilmekte midir?”

   Çok partili sistem ile elitizmin önüne geçildiği savunulsa da, öyle olmadığı biliniyor. Burada elitizmi bireye indirmek, sadece kişiler üzerinden düşünmek, çok dar anlamda kalabileceği gibi, sorunun üstünün kapanmasını da sağlayacaktır. Elit kesimi, belli ortak menfaatlerden ve karşılıklı anlaşmalardan oluşan birkaç ayrı topluluk olarak düşünmek gerekir. Gövdenin elitizme dayandığı fakat dalların farklı yönlere doğru eğilmesi olarak düşünülebilir. Sonuç olarak, dış görüntü iç yapıyı maalesef her zaman göstermiyor. Bunun farkına varmaksa, ancak geç kalındığı zaman mümkün olabiliyor.

   Türkiye’de çok partili sistemden bu yana, gelen - giden ve gönderildiği halde gitmeyen grupları düşündüğümüzde, nasıl bir yapı içinde olduğumuzu anlamamız kolaylaşacaktır. Özellikle bazı grup liderlerinin ısrarla ve muhakkak belli aralıklarla hayatımıza girmesi nasıl açıklanabilir? Seçileceklerin sınırlı olduğu bir düzende, bu kısır döngü hiç kuşkusuz yaşanacaktır. Ta ki, yeni bir ikâme lider bulunana değin. Bu yenilik sanılanın aksine, eskinin daha da meşrulaştırılmış hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı topluluktan farklı birilerinin, aynı bayrakla ve aynı yolda yürümesinin ya da daha farklı olarak koşmasının, emeklemesinin hiçbir farkı yoktur. Taban aynı, fikir aynı, anlayış ve hedef aynı. En yakın örnek olarak geçtiğimiz haftalarda yapılan siyasi parti kongrelerine bakmamız yeterli olacaktır. Aynı taban olduğu yetmezmiş gibi, aynı yüzlerle tekrar karşı karşıyayız. Burada taban veya fikirden kasıt ideolojik çerçeve değil, destek ve yandaş kesimdir. Zira aynı yüzlerin, farklı ideolojilerle ancak aynı destek ve ilgiyle, defalarca karşımıza çıkma yüzü bulduğunu tarihimiz gösteriyor. Unutkanlık veya unutmaya isteklilik de, güzel beynimizin elitizme güzel bir armağanıdır.

   İçgüdülerimizle hareket etmeye çalıştığımız her an, dış dürtülerle yönlendirildiğimizin farkına varmak da kolay bir durum değildir. Farklı çıkarların bir anda ve amaçsız bir şekilde savunucusu olabiliyoruz. Hatırlanması gereken o kadar geçmiş içinden, unutulmaması gerekenleri özenle hatırlayamıyoruz. Bu özenin kaynağını aramıyoruz, çünkü hatırlayamadığımız veya unutturulan şeyler olduğunu bilmiyoruz. Demokrasi rüzgârında uçtuğumuzu sanıp, oradan oraya farklı elit kollarda dolaşıp duruyoruz.

   Çok partili sistemlerin sivil hayata kattığı belki de en önemli olgu budur: Tek bir elit kesimin olmayışı. Her ne kadar ortak menfaatler çevresinde birleşiyor olsalar da, yönetilen sınıfa farklı görünmeyi başarabiliyorlar. Hala çok partili sistemlerin veya “ne kadar çok parti o kadar demokrasi” gibi basmakalıpların arkasında elitizmin barınamayacağı fikri ne kadar geçerli olabilir?

   Farklı bir noktadan bakarak, tek partili ve demokrasinin oturmadığı dönemde nasıl bir düzen olduğuna ve önceliklerin nelerden oluştuğuna bakalım. Kimi çevrelere göre ülkenin “en totaliter elit dönemi” olarak görülen, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yılları, aslında şu an ki siyasal hayattan daha demokratik miydi? Diğer bir soruyla, o dönemki öncelikler toplumsal öncelikler miydi?

   O dönemde (1923 – 1930), iç politikadaki yeniliklerin, şahsi ve/veya sadece belli kesimler lehine yapılan uygulamalar olduğunu savunmak, kör fikirlerde bile mümkün olmasa gerek. Beğenip beğenmemek ayrı bir konu, ama belli bir zümreye ve kişiye yönelik olmadığını kabul etmek gerekir.

   Ülkelerin, var oluş nedenlerini oluşturmasa da; var olacağı nedenleri ortaya koyan dış politikada da aynı durum geçerlidir. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ısrarla üstünde durduğu dış politika unsurlarından bazıları;  gerçekçilik, bağımsızlık ve barıştır. Bunların hangisini, hangi kesime bağlayabilirsiniz? Hangi fikirde ve inançta olursanız olun, evrensel doğruları kabullenmek zorundasınızdır.

   Sen ve ben ayrımı yapılmaya başlandığı an elitizmin gerçek değerlerine kavuşulur. Demokrasiye geçtiğimizi sandığımız çok partili seçimlerin başladığı günden bugüne kadar yaşadıklarımız ve yapılanlar nelerdir? Sadece iktidarlar olarak değil, ama hep yönetici adayı olarak karşımızda duranlar nelerdir, kimlerdir? Kendini zorla elit sınıfına sokmaya çabalayanlar mı, yoksa zaten orda olduklarının farkında olmayanlar mı?

   Yakın zaman içinde tartışılan, Sayın Erdoğan’ın bırakma tarihi ve senaryolarına bakalım biraz da… Birçok farklı fikir, farklı yorum var bu konu hakkında. Ancak hiç kimse “Sayın Erdoğan, o tarihten itibaren aktif siyasi hayatını bırakır, sadece gerekli zamanlarda danışmanlık görevi yapabilir,” gibi bir tahmin de bulunmadı. Neden? Çünkü alışılagelen bir şey değildir bu. Böyle olmayacağı, gelenin gitmeyeceği, farklı mevkilerde de olsa bu balı yemeye devam edecekleri bilinir. İçimizde var olan ve artık aileden geçen hislerimizde bile elitizmi ve onun yönetimini kabul ettiğimiz halde, çevremize hatta kendimize bile dile getirmeye çekiniyoruz. Aynı kişilerle, aynı grupları destekliyor, onları başımıza çıkarıyoruz ama buna demokrasi diyoruz. Büyülü sözcük, demokrasi.

   Aynı kişilerle yönetilmek, sanıldığı kadar kötü bir durum değil esasında. Bizdeki sorun, yönetilememe sorunu. Yöneticilerin yönetilme sorunu. İç elitizmin, dış elitizme bağımlılığı sorunu. Belli menfaatler karşılığı yönetimde sadece görüntü olma sorunu. Bu sorun kimi zaman çözülerek hayatımızdan çıkıp gider ancak ‘başka sandığımız’ bir elit tarafından tekrar peydah edilir. Ve bu kısır döngü yine bu şekilde devam edip gidecektir. Temel sorunu elitizm veya ideoloji olarak düşünmek fayda sağlamaz. Ne yazık ki asıl sorun kişilik, haysiyet ve öngörü sorunudur.

   Aradan yıllar geçse bile, bu yönetim biçimi bu şekilde devam edecektir. Belli dönemlerde elitler arası değişim gerçekleşecek, yönetilen kesim yeni birilerini seçme umuduyla bu demokrasi oyununda figüran olarak kalacaktır daima. Yanlışı kabul edip doğrunun karşısına geçmek de, hep kaçış yolu olarak elimizde durmayı sürdürecektir. Kandırılmış olmayı veya bilmiyor olmayı düşünememek, insanlığı hep ikilikte bırakmıştır. Ya daha kötüyü kabul başlar, ya da kendini inkâr.

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ESKİDENDİ ÇOOOOK ESKİDEN…

Yazar: 
Ali İhsan Uğuz

Daha önce sizlere "Yersen" isimli yazısını yayınladığım Emine arkadaşımızın harika bir yazısını daha yayınlamak istiyorum. Ali İhsan Uğuz.

İzmir kitap fuarının ardından

Yazar: 
Ali İhsan Uğuz

18 Nisanda başlayan İzmir kitap fuarında ilk imza günüm 19 Nisan Pazar günüydü. İkinci kitabım Bulutlar Ağlamasın- Medusa fuara zorlukla yetişmiş fuarın ilk başladığı gün 18 Nisanda yayıncı kargo ile göndermek zorunda kalmıştı. Basmane’den kitap fuarına kitapları kargodan alıp götürmek de bana kalmıştı. Kan ter içinde kitapları fuara götürdüm. İlk gün fuar oldukça kalabalıktı. Çocuklar ve öğrenciler bir sergiden diğerine koşuyorlar ucuz kitap almanın mutluluğunu yaşıyorlardı.

Seçim Sistemi ve Olasılık

Yazar: 
Erbil DENİZ

Seçimlerden önce yapılan en basit matematik işlemidir olasılık. “Şu kadar oy alırsam, şu kadar vekilim olur.” diye düşünülür hep. Ama bu olasılık hiçbir zaman gerçekleşmez. Çünkü ülkemizde alınan oy oranı ile temsil oranı farklı kavramlardır. Yüzde 35 ile yüzde 65’i temsil etmek mümkün bizim seçim sistemimizde. Diğer bir deyişle kumar oynamaktan farklı bir durum değil. Seçeceğimiz kişileri belirleyemediğimiz, önümüze konan adaylardan seçmek zorunda olduğumuz yetmezmiş gibi, temsil oranımızı da belirleyemiyoruz. Ne acı…

 

Gardırop Atatürkçülüğü – Atatürkçülük üzerine dersler 2

Yazar: 
Ali İhsan Uğuz

Gardırop Atatürkçülüğünün ne olduğunu bundan önceki yazımızda anlatmış bu mantığın gerçek Atatürkçülüğü bilinçli veya bilinçsizce çarpıttığını söylemiştik.

Feeri

İçeriği paylaş