Bağlantılar:
[1] https://www.politikadergisi.com/pd-uye/vedat-kocal
[2] https://www.politikadergisi.com/category/icerik-kategorileri/guncel
[3] https://www.politikadergisi.com/category/icerik-kategorileri/tarih
[4] https://www.politikadergisi.com/category/icerik-kategorileri/teror
[5] https://www.politikadergisi.com/category/icerik-kategorileri/toplumsal
Yorumlar
Ulusal Kurtuluş, Çağdaş Bir Harekettir!
Ölümünün 88. yılında Lenin’e bu kadar övgüler yağdıran, onu dehalar katına çıkaran Vedat Koçal, aslında Lenin’i hiç anlayamamış. Vedat Koçal’ın bu yazısında yaptığı; Lenin’i bir silah olarak kullanarak “Ulusalcı-ulusal solcu” ları vurmaktır. Vedat Koçal’ın Lenin’den yaptığı bütün alıntılar, öyle rastgele alıntılar değildir. Koçal adeta mermi kutusundan mermi seçer gibi, elindeki Lenin’e ait bir kitaptan “Milliyetçiliğe” veya “Ulusalcılığa” karşı Lenin’in bütün söylemlerini, hangi bağlantıda olduğuna dikkat etmeden, niçin ve nedenine bakmaksızın seçilmiştir.
Lenin, yaşadığı çağın en büyük Marksist’idir. Daha doğrusu Lenin, çağımızın en yaratıcı Marksist’idir.
Peki, Lenin’in en büyük eseri veya Marksizm’e olan en büyük katkısı sizce nedir? Ben söyleyeyim: “Kapitalizmin Son Aşaması: Emperyalizm” dir. Peki, sayın okuyucular; siz bu yazıda bir kez olsun emperyalizm kavramına rast geldiniz mi? Ben gelmedim; okudum, defalarca okudum ama emperyalizmin niteliği, özellikleri, milliyetçilikle olan bağlantısı vs. gibi makalenin konusu ile ilgili temel kavramlara Leninci bir yoruma rast gelmedim.
Neden Lenin ve Lenin’in “Emperyalizm” eseri o kadar çok önemlidir?
Çünkü nasıl K. Marx ve F. Engel 19. yy kapitalizmini her açıdan analiz ederek, sistemin bütün özelliklerini, karakterini, güçlü ve zayıf yönlerini, gelişimini, geçiciliğini, kapitalizmin iç işleyişini, kapitalizme ait sosyal sınıfları, bu sınıflar arası mücadeleyi, mücadelenin çeşitlerini vs. bütün yönleriyle göz önüne sermişlerse, işte Lenin de K. Marx ve F. Engels’in bıraktığı yerden bu analizi 20. yy da devam ettirmiştir. Kısaca şöyle ifade edeyim: Lenin, 20. yy.’lın K. Marx’ıdır. Emperyalizm de 20.yy.’lın kapitalizmidir.
Bilindiği gibi kapitalist sistem, İngiltere, Fransa, ABD, İtalya, Yunanistan, Türkiye vs. gibi ulus devletler biçiminde siyasi olarak şekillenmektedir. K. Marks zamanında özellikle Avrupa’da kapitalizm; çağdaş, modern, devrimci, özgür rekabetçi ve ilerici bir özellik taşıyordu ve bütün bu özelliklerine bağlı olarak ta aşağı yukarı Avrupa’da süratle gelişip yayılıyordu.
Ancak 19.yy sonunda bazı kapitalist ulus devletler yepyeni özellikler kazandı. Bu ülkelerde dev şirketler, bankalar ve bunların bir arada ortaklık kurduğu, birleştiği, kaynaştığı karteller, tröstler, holdingler ortaya çıktı. Bu şirketler artık enerjiye doymuyorlardı. Çok büyük hammaddeye ihtiyaç duyuyorlardı. Ürettikleri ürünleri sadece iç ulusal pazarlarında değil, bütün dünya pazarlarında satmak istiyorlardı. Muazzam sermaye biriktirmişlerdi. Bu sermayenin dış ülkelerde yatırma akması lazımdı vs.
İşte sermayenin bu biçimde tekelleşmesi, sanayi sermayesi ile finans(banka)sermayenin ortaklık kurması ve artan enerji, hammadde, Pazar vs. gibi ihtiyaçların olağanüstü artması nedeniyle, bu ülkelerin devletleri diğer ulusların enerji kaynaklarını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini vs. ele geçirmek, onları Pazar olarak kullanabilmek üzere emperyalist dış politikalar yürütmeye başladılar. Bazı gelişmiş ülkelerin emperyalist bu dış politikaları; henüz gelişmemiş, ilerlememiş fakat zengin enerji ve hammadde kaynaklarına sahip diğer ulus devletleri, borçlandırarak, onları bilim de teknikte, sanayide ve sermayede kendilerine bağımlı ve muhtaç ederek sömürmektedirler. Emperyalist ülkeler, daha da olmaz sa bu ülkeleri askeri güçle zorla işgal edip sömürgeleştirmektedirler.
İşte Lenin, kapitalizmin 20. yy. ulaştığı bu evrimini incelemiş ve devrimci işçi sınıfı için şu sonucu çıkarmıştır: “Emperyalist çağda artık sosyalist devrim, ulusal sorunla birlikte ele alınmalıdır.”
Lenin’in emperyalizm bağlamında sosyalist devrimle ilgili temel ve çarpıcı tespiti olan, artık ulusal sorunla sosyalizmin doğrudan ilişkili olduğu gerçeği de zaten Çarlık Rusya’sında 20. yy başında yaşanan nesnel bir gerçekliktir. Çünkü Lenin’in emperyalizm incelemesini yaptığı zamanda Avrupa’da beş adet emperyalist devlet vardır: İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Çarlık Rusya.
Örneğin Çarlık Rusya, Avrupa’nın en zayıf fakat emperyalist bir ülkesi olarak sosyalist devrime en yakın bir ülkedir. Lenin bunu “emperyalizmin en zayıf halkası” olarak ifade etmiştir. Çarlık Rusya bir emperyalist ülke olarak çevresinde Ukrayna, Beyaz Rusya, Finlandiya, Gürcistan, Ermenistan ve birçok Türk devletlerini tam veya yarım olarak sömürgeleştirmiştir.
Şimdi eğer Çarlık Rusya’sında sosyalist devrim gerçekleşirse, o zaman bu sömürge durumunda olan bir dizi ulus devletin siyasi statüsü ne olacak? İşte bu sorunun devrimci yanıtı olarak, Lenin’in emperyalizm analizi sonucunda, bu sorunun çözümünün doğrudan sosyalist devrimle bağlantı haline olduğu tespiti yapılmıştır.
Lenin, ulusal sorunun sosyalizmle olan bağlantısını o çok bilinen ilkesiyle çözmüştür: Sömürge ulusların siyasi statüsü, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi biçiminde olacaktır.
Lenin’in teorik olarak düzenlediği “Ulusların kendi kaderini kendilerinin belirlemesi” ilkesi, daha sonra pratik olarak SSCB’de Stalin yönetiminde uygulanmıştır. Lenin'in bu ilkesi, ABD ve AB emperyalist devletlerin girişimi ile sulandırılarak, 1966 yılında BM genel kurulunda evrensel sözleşmeye kabul edilmiştir. Sulandırma; ilkenin uluslara tanıdığı bu hakkı, tanımı yapılmadan bütün halklara tanımış olmasıdır. 1977 yılında da bu tanım, “Kendi kendilerine yeterli olmak” biçiminde yapılmıştır. Türkiye, “ikizler sözleşmesi” olarak anılan bu BM sözleşmesini 27 yıl boyunca tanımamış; fakat 4 Haziran 2003 tarihinde Erdoğan hükümeti, 2200 sayılı yasa ile tanımıştır. Çünkü AKP hükümeti, bir emperyalist projedir; bu hükümetin ana işlevi, Türkiye’yi bölmektir. Erdoğan geçenlerde “Türkiye’de Arap Baharı 2002'da yaşanmıştır” sözüyle bu gerçeği de itiraf etmiştir.
Görüldüğü gibi Lenin, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi hakkını sadece uluslara tanımıştır. Yani Lenin’e göre hiçbir etnik ve dini halk grubu bu haktan yararlanamaz. Ayrıca Lenin’in analizinde bu haktan faydalanan ulusların, emperyalist bir devlet tarafından yarı veya tam sömürgeleştirilmiş olması gerekir.
Şimdi ülkemizde “Kürt” kökenli yurttaşlara bu ilkeyi uygulamak isteyenlere sormak isterim:
Birinci soruya yanıt çok basittir. Ülkemizdeki Kürt kökenli yurttaşlar, kendi kendilerine ekonomik, hukuki, askeri ve siyasi olarak yeterli bir topluluk olmadıkları gibi, görece bağımsız, hele hele Türk devleti tarafından sonradan sömürgeleştirilmiş bir ulus da değildirler. Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti, Leninci anlamda bir emperyalist devlet hiç değildir. Öte yandan bu bağlamda nesnel bir gerçek olan, Kürt kavramının kültürel ve etnik bir değer taşıdığıdır. Hâlbuki bir ulus, sadece kültürel ve etnik bir değer değil, aynı zamanda ekonomik, hukuki ve siyasi bir değerdir. Türkiye de tek bir Türk ulusu vardır. Çünkü Türk kavramı, tarihi ve kültürel değerinin yanında 1923 Cumhuriyet devrimiyle birlikte ekonomik, hukuki ve siyasi bir değer de kazanmıştır! Yani çeşitli etnik kökenden gelen ve değişik inanca sahip insanların birlikte oluşturduğu “Türk Milleti”, coğrafik sınırları belli olan vatanına kavuşmuş, anayasal ve yasal düzenlemelerin yapıldığı bir hukuki temelde Türkiye Cumhuriyeti adında bir devlet kurarak kurumsallaşmıştır. Kısaca Kürt kökenli yurttaşlar, vatandaşlık düzeyinde eşit haklara sahip Türk ulusunun bir parçasıdırlar. Bu koşullar altında onlara ayrılma hakkını tanımak, sadece emperyalizme yeniden bağımlı hale gelen Türk ulusunu, emperyalistlerin çıkarına bölmeyi teşvik demektir.
Şimdi, hem Lenin’e methiyeler dizeceksin, hem de onun temel ilkesini ayaklar altına alacaksın. Bu neyin belirtisi? Sadece Lenin’i anlamamanın, ezbere Leninci olmanın belirtisidir. O kadar!
Gelelim solcuların milliyetçi veya yeni ifadesiyle ulusalcı olmalarına. Vedat Koçal, Sol Ulusalcılığı adeta yerden yere vurarak; ona “Marksizm’i çarpıtan”, “dürüst olmayan”, “halkları aldatan” , “resmi-milliyetçi devlet ideolojisine malzeme olan” gibi bir dizi olumsuz etiketler yapıştırmış.
Vedat Koçal şunu çok iyi görmelidir. Bir Alman, Fransız, İngiliz veya ABD sosyalistinin pozisyonu ile bir Türk sosyalistinin pozisyonu çok farklıdır. Evet, her iki sosyalist grubunun da hedefi aynıdır: Sosyalizm. Fakat hareket noktaları ve mücadele koşulları çok farklıdır. Birinci grup sosyalistler, emperyalist ülkelerin sosyalistleridir. Onlar bir ulus olarak, emperyalizme bağımlı değildirler; çünkü kendileri emperyalist bir ülkede yaşamaktadırlar. Onların sosyalizm mücadelesi doğrudan kendi egemen tekelci sermaye grubuna karşıdır, yani sosyalist devrimdir!
Hâlbuki Türkiye bu açıdan çok farklı bir konumdadır. Türkiye yukarıda sayılan emperyalist ülkelerin aksine emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Bu nedenle bağımsızlık onun temel sorunudur. Bağımsızlık ise bir ulusal sorundur! Sadece işçi sınıfı olarak, emekçiler olarak emperyalizmden bağımsızlık diye bir şey söz konusu olamaz! Dolayısı biz ulus devlet olarak, Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak ancak bağımsızlığımıza kavuşabiliriz! Bu nedenle de sadece ulusalcılar veya milliyetçiler değil, aynı zamanda ülkemizdeki gerçek Marksistler, Leninciler, Sosyalistler, Komünistler zamanımızın koşullarının dayatması sonucu yurtsever ve ulusalcı olmak zorundadırlar! Çünkü bağımsızlık olmadan, sosyalizm olmaz!
Bakın Nazım Hikmet’e. O komünist olduğu kadar aynı zamanda emperyalizme karşı vatanını ve ulusunu seven ve savunan gerçek bir milliyetçi idi! I. Milli Kurtuluş için destanlar yazdı ama aynı zamanda emekçilerin toplumsal kurtuluşu için de canını verirdi!
Yineleyelim: Emperyalizmden bağımsız olmadan ülkemizde gerçek bir demokrasi kurmadan, Türkiye’de sosyalizm kurulamaz! Önce bağımsızlık ve gerçek demokrasi elde edilecek; ancak bu temeller üzerinde sosyalizm kurulabilecektir.
Son ve tek cümle ile: Ulusal kurtuluş, sosyal kurtuluşun(sosyalizmin) ön koşuludur; sosyal kurtuluş(sosyalizm), ulusal kurtuluşun hedefidir!