Yerel Seçimler Sonrası Eleştirel Yaklaşımlar

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Halit DURUCAN

Üç aylık dönemde millet olarak yerel seçimlere kilitlendik. Hükümetin ve muhalefet partilerinin seçim stratejilerine baktığımızda ağırlıklı olarak ‘17 Aralık yolsuzluk ve hırsızlık operasyonları’ olduğunu gördük. İktidar partisi, Fethullah Gülen’in okyanus ötesinden mevcut hükümete karşı uluslararası bir komplo girişiminde bulunduğunu meydanlara taşıdı. Fethullah Gülen için ‘Haşhaşi, sahte şeyh, sahte din adamı ve hain’ benzetmesinde bulunarak bu kişinin inlerine gireceğini söyledi. Yolsuzluklarla ilgili olarak bakanlarını, bakan oğullarını ve oğlu Bilal’i yargılanmaktan kurtardı. HSYK’da, MİT’te ve Emniyet Teşkilatlarında bir dizi operasyonlar yaparak bu kurumları hükümete bağlı kurumlar haline getirdi. Böylece mahkeme kararları emniyet teşkilatı tarafından uygulanmadı. Operasyon yapmak isteyen hâkimler, savcılar ve emniyet yetkilileri ‘görevi kötüye kullanmak’ suçuyla görevden uzaklaştırıldı; bir kısmının yeri değiştirildi. Böylece kurumlarıyla savaşan bir devlet yapısı inşa edildi.

Yolsuzlukla suçlanan dört bakan için fezlekelerin meclise gelmesi beklenirken, Bahçeli’nin ve Kılıçdaroğlu’nun fezlekelerinin yıldırım hızıyla meclise gelmesi şaşkınlık yarattı. Muhalefet liderleri bu duruma tepki gösterirken; dört bakan hakkında hazırlanan otuz klasörlük fezlekelerin 19 klasör olarak meclise gelmesi akıllarda yığınla soru işareti oluşturdu. Üstelik fezlekeler temsili olarak meclise gelmişti. Fezlekelerin içeriği gizlilik esasları ileri sürülerek okunmadı. Hal böyle olunca; fezlekelerin içeriğinde neler olduğunu bilmeyen muhalefet partileri neye göre oylama yapacak veya görüş bildirecekti! Fezlekelerle ilgili olarak ilgili bakanların söylediği sözler de tapelerle ortaya dökülmüştü. Bu tapelerde bakanların ifadelerinde mealen şöyle bir konuşma geçmişti; “Fezlekelerde yer alan bilgiler ortaya çıkarsa mahvoluruz.” Bu konuşmalar bugüne kadar yalanlanmadı. Öyle ise; bu fezlekelerde ciddi yolsuzlukların olduğu çok net ortadadır. Şayet ülkemiz bir hukuk devleti ise; yargı tam bağımsız ise derhal bu fezlekeleri ciddiyetle değerlendirmeli, yapılan yolsuzlukların ve usulsüzlüklerin hesabı mutlaka sorulmalıdır. Aksi halde hukuka ve yargıya olan güvenimiz tamamen yok olacaktır.

Başbakan Tayyip Erdoğan, on iki yıllık iktidarı döneminde kendisine ‘biat’ eden bir seçmen kitlesi oluşturmayı başardı. Bu seçmen kitlesine göre Başbakan; Türkiye için biçilmiş bir kaftandı. O, asla yalan söylemez, O, asla haram yemez, O, asla iftira atmaz, O, asla yetim hakkı yemez. O, dünyayı dize getiren bir lider! Üstelik ‘mütedeyyin’ bir Müslümandır. Türkiye böyle bir lider bulmuş iken; Okyanus ötesinde oturan ‘Haşhaşi’ kılıklı adama liderlerini asla yedirmeyeceklerdi. Başbakanın oluşturduğu bu seçmen kitlesine göre Başbakan ne diyorsa doğrudur. O’nun söylediği sözlerde yalan, iftira olsa da mutlaka bildiği bir şey vardır ve ona göre konuşmuştur. O, asla sorgulanamaz! O, asla yargılanamaz! O, asla eleştirilemez! O, seçmenine göre ‘Adam Gibi Adam’dır. O, siyaset üstüdür! O’nun ‘Ananı da al git’, ‘Şehitlerimiz kelledir’ sözlerinde mutlaka bir incelik ve sadelik vardır. O, ne diyorsa doğrudur! Hatta bakanlarından biri, havuz ihalesinde ortalığa saçılan tepelerde şöyle demişti: “Bu yüz yirmi beş milyon doları bu milletin, …mına koyarak geri almasını biliriz” Biat kültürüyle beslenen bu seçmen kitlesi, bu hakaret ve küfür dolu sözleri lütuf kabul edip, alkışladı. Yolsuzlukla suçlanan Egemen Bağış’ın sosyal medyaya düşen yazılarına baktığımızda da tüylerimizi ürperten sözler sarf ettiğini görüyoruz. Mealen demişti ki; “Google’dan birkaç ayet indiriyorum, Bakara, makara sallıyorum…” Kur’an ayetlerini bir paçavra olarak gören bu kokuşmuş zihniyet yine biat kültürüyle beslenen seçmen kitlesi tarafından alkışlandı. En küçük bir tepki dahi göstermedi. Bir bakan televizyon ekranlarında milletin gözünün içine baka baka şöyle söylemişti; “Başbakanımız, Yüce Allah’ın tüm vasıflarını üzerinde toplayan bir liderdir.” Bu sözleri söyleyen kokuşmuş zevat; biat ettiği kişiyi Yüce Allah yerine koyacak kadar şirk pisliğine batmıştır. Bu sözü söyleyen kokuşmuşa, biat kültürüyle yoğrulmuş seçmen kitlesinden herhangi bir kınama gelmedi; susmakla bu kişinin sözlerini de büyük bir memnuniyetle kabullenmiş oldu. Bu sözlere paralel bir konuşma da Başbakandan gelmişti; “Bizim rahmetimiz gazabımızı geçecektir, İnşallah” Bu sözler televizyonlara yansıdığında bazı ilahiyatçılar bu sözlerin Kur ‘ani söz olduğunu ve Rahmetin ve Gazabın Yüce Allah’a (c.c.) mahsus olduğunu; hiçbir faninin bu sıfatlara sahip olmadığını, bu sözleri söyleyenlerin şirk batağına düştüğünü belirtmiştir. Ancak biat kültürüyle beslenen malum seçmen kitlesi ‘Şirk’ içeren bu sözleri coşkuyla alkışlamaktan geri durmadı; şirke onay verdi. Bu ülkenin bir Diyanet İşleri Başkanlığı var. Bu diyanet işleri ne iş yapar? Bu sözleri söyleyen her kim olursa olsun eleştirmesi gerekmez miydi? Bu sözü söyleyenleri tövbe etmeye davet etmesi gerekmez miydi? Kukla bir Diyanet İşleri Başkanı’ndan farklı bir tavır açıkçası ben beklemedim. Zira onlar oraya dünyalıkları için getirildiler. Eleştirmek ne hadlerine! En ufak bir eleştiride makamları ve koltukları bir anda altlarından kayıp gider ve hatta ‘Hain’ olmakla suçlanırlardı. Haksızlık ve şirk karşısında susan diller artık kamu vicdanında ‘dilsiz şeytanlar’ olarak yargılanmaktadır. Bu küfür kokan tabloya baktığımızda biat eden sadece seçmen kitlesini değil; hükümete bağlı kurumların ve kuruluşlarında aynı zihniyetle vazifelerini şanla-şerefle yerine getirdiklerini görüyoruz.

Hükümetin bu ve benzeri pek çok hatası mevcuttur. En büyük hatası ülke tarımını ve hayvancılığını yerle bir etmesidir. İşsizliği ve yolsuzluğu artıran çalışmalar yapmasıdır. Eğitim sistemini içinden çıkılamaz bir hale getirmesidir. Fabrikalaşan ve üreten bir ekonomi inşa edememiş olmasıdır. Haberleşme kurumlarını özelleştirmekle ülkemizin en mahrem kararlarının rahatlıkla ortalığa saçılmasına sebep olmasıdır. Türkiye’nin en stratejik kararları bir ‘Haşhaşi’ tarafından rahatlıkla deşifre edilmektedir. Komşu Suriye için hain planların yapıldığını yine ortaya dökülen telefon konuşmalarından anladık: MİT Müsteşarı ve yanında bulunan bakanların konuşmalarına baktığımızda vicdanımız sızladı. Konuşmalarda; Suriye’ye MİT dört ajan yollayacak ve Türkiye’ye sekiz adet füze atacaktı. Süleyman Şah Türbesi’ne de yine MİT marifetiyle saldırı düzenlenecek ve Suriye ile savaşmak için haklı gerekçeler oluşturulacaktı. Bu konuşmalardan vatandaş olarak şunu anladık: Suriye ile ciddi bir problemimiz yoktur. BOP çerçevesinde Eşbaşkanlığa getirilen Başbakan, ABD-İsrail Savaş Lobilerinin talimatları doğrultusunda Suriye’ye askerlerimizi sürerek şer güçlerin amaçlarına hizmet etmiş olacaktır. Umarız ki hükümetimiz böyle bir hataya düşmez!

Türkiye’yi süslü sözlerle güllük-gülistanlık göstermeyi başardılar. Ülkemizin güney sınırları yolgeçen hanına dönmüştür. Esad muhalifleri, ellerinde silahlarıyla sınırlarımızdan rahatlıkla girip-çıkmaktadır. El-Kaide, El-Nusra, PYD ve İşid örgüt militanları sınırlarımızda sanki bir tampon bölge oluşturmuş görüntüsü vermektedir. Sınırlarımızda can, mal ve ulusal güvenliğimiz tehdit altına girmiştir. Dünya ülkelerine şöyle bir baktığımızda böyle bir rezillik yaşayan bir ülke göremeyiz. BDP-KCK-PKK Güney Doğu illerimizde ‘Özerk Kürdistan’ inşası aşamasına gelmiştir. Ne hazindir ki; seçim kampanyalarında PKK’nın siyasal uzantısı BDP, seçimler sonrasında özerkliği ilan edeceklerini alenen beyan etmiştir. Şimdiden bebek katili aponun posterleri ve Kürdistan bayrakları sokaklara, meydanlara ve kent merkezlerine asılmıştır. Mahkemeleri oluşturulmuş, ordusu kurulmuş, asayiş ve vergi memurları vazifelendirilmiştir. Türkiye hızla bölünmeye sürüklenirken, Başbakan’ın bu duruma sessiz kalması nasıl izah edilmelidir? ‘Tek bayrak, Tek Millet, Tek Vatan’ diyen acaba başbakan değil miydi? Sessiz kalmasının tek izahı vardır o da ‘Oslo’ anlaşmalarıdır. Görünen o ki; Başbakan sessiz kalmakla özerkliğe onay vermektedir. Nasıl olsa ‘Analar Ağlamıyor’ öyle ise varsın ülke bölünsün ne çıkar, zihniyetiyle siyaset yapmaktadır.

Atatürkçü ve Milliyetçi-Muhafazakâr parti olarak faaliyet gösteren partilerin büyük bir acizlik içinde debelendiklerini rahatlıkla söyleyebilirim. Partiler, seçimlere üç ay öncesinde hazırlanmaya başladı. Muhalefet partileri için bu üç aylık dönem muazzam bir zaman dilimidir. Ancak muhalefet partileri sürekli olarak ’17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet’ operasyonlarını meydanlara taşıyarak ‘Mağdur’ edebiyatı yapmakta ustalaşan iktidarın ekmeğine yağ sürmüştür. Düşünün! Mevcut partilerin amacı Türkiye’yi yönetmektir. Böyle büyük hedefi olan partilerin amacı; ayakkabı kutularını, yolsuzluk ve rüşvetleri her gittiği yerde anlatmak olmamalıydı. Zaten bu olaylar 75 milyon insanımız tarafından görülmüş ve yorumlanmıştır. Aynı şeyleri tekrar etmenin hiçbir faydası olmamıştır.

Muhalif partilerinin yapması gerekenler bana göre şöyle olmalıydı:

Büyük Şehir ve İlçe Belediye Başkanları üç aylık zaman diliminde televizyonlarda sürekli projelerini anlattı. Parti liderleri de Belediye Başkan Adayları adına meydanlarda konuşmalar yaptı. Sürekli olarak iktidar partisinin yolsuzluğunu ve hırsızlığını konuştu. Bu tür konuşmalar milleti canından bezdirdi. Millet olarak bizler muhalif partilerden şunu görmek ve dinlemek isterdik. Herhangi bir ilde adayının seçilmesini isteyen parti lideri öncelikle bir kısa konuşma yapmalıydı. İllede hükümete hırsızlık üzerinden yüklenmek gerekmiş ise bu konuşmayı on dakika ile sınırlandırmalıydı. Öncelikli olarak parti liderleri iktidara geldiğinde ülkenin asayişini nasıl sağlayacağını, işsizliği nasıl yok edeceğini, eğitim sistemini nasıl devlet meselesi haline getirip ıslah edeceğini, tarımı ve hayvancılığı nasıl özlenen seviyeye getireceğini, sanayi hamlesini nasıl gerçekleştireceğini, ülke ekonomisini faiz lobisinin elinden nasıl alıp kurtaracağını, üreten bir ekonomiyi nasıl gerçekleştireceğini, komşularla olan bozuk ilişkileri nasıl düzelteceğini, Türkiye’nin AB serüveni hakkında nasıl bir tavır sergileyeceğini, tam bağımsız bir Türkiye’yi nasıl inşa edeceğini, Kürdistan meselesine nasıl milli neşter vuracağını, ülkemizde hırsızlığı, yolsuzluğu, rüşveti ve karapara trafiğini nasıl yok edeceğini, tarımımıza ve hayvancılığımıza getirilen kotaları nasıl kaldıracağını, Türk Parası’nın itibarını nasıl sağlayacağını, Merkez Bankası’nı Dolar ve Euro baskısından nasıl kurtaracağını, artış gösteren suç olaylarını nasıl ortadan kaldıracağını, cinayetleri; özellikle kadın cinayetlerini nasıl önleyeceğini, yabancı sermaye lobilerine peşkeş çekilen madenlerimizi, topraklarımızı, stratejik önemi olan limanlarımızı, iletişim kuruluşlarını ve diğer kamu iktisadi teşekküllerini nasıl alacağını bilimsel çalışmalarla bir proje halinde milletimize anlatmalıydı. Konuşması bittiğinde kürsüye belediye başkan adayı çıkmalı, aday olduğu il veya ilçenin sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlarını nasıl çözeceğini ve diğer projelerini halkın anlayacağı ve kabul edeceği bir dil ile anlatmalıydı. Şayet muhalefet partileri üç aylık seçim sürecinde parti ve yerel programlarını milletimizin anlayacağı ve kabul edeceği tarzda anlatabilseydi, alınan oy oranları bana göre daha fazla olacak ve AKP’nin Yerel Yönetimlerdeki saltanatı son bulacak; AKP, bu kan kaybıyla genel seçimlere sürüklenecekti. Muhalefet partileri maalesef bu büyük fırsatı elinden kaçırmış, kaçırmakla kalmamış, AKP’nin ekmeğine ballı kaymak sürmüştür.

Seçim sonuçlarının gayri resmi sonuçlarına göre AKP’nin %43’lük bir oy potansiyeliyle Türkiye’nin en büyük partisi olduğu belgelendi. Bu seçimlerde CHP ikinci, MHP ise üçüncülüğünü muhafaza etti. CHP ve MHP oylarını ciddi oranda artırmış görünmektedir. Özellikle MHP’nin oy oranlarını %18’ler seviyesine çıkarmış olması MHP açısından olumlu görülmüştür; ancak CHP ve MHP, alınan sonuçlara pek sevinememiştir. Zira önceki dönemlerde ellerindeki belediyeleri AKP’ye kaptırmıştır. Buna karşılık CHP ve MHP, AKP’nin elinde bulunan bazı ilçe belediyeleri almayı başarabilmiştir. Şu bir gerçek ki; bir dönem MHP’nin kalesi konumunda olan illerden Yozgat, Kırıkkale, Erzurum, Erzincan, Iğdır, Kütahya, Kastamonu gibi illerimiz şu an AKP’ye geçmiştir. Kalelerini kaybeden, üstelik İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, doğu ve güneydoğu illerimizi almak gibi hedefleri olmayan bir partinin çıkıp başarılı olduğundan bahsetmesi bana göre ‘Züğürt Tesellisi’dir. Aynı şekilde CHP’de ‘Züğürt Tesellisi’ ile kendini avutmaktadır.

Türkiye, her seçim döneminde skandallarla çalkalanmıştır. Bu nedenle Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, seçim hilelerine karşı milletimizi uyanık olmaya davet etmişti. 30 Mart 2014 Yerel Seçimlerinde de diz boyu yolsuzluk ve hırsızlık olaylarına şahit olduk. Birleştirme tutanağına aktarılan oy miktarları sehven veya bilerek farklı bir partiye aktarılmıştır. Misal olarak; MHP’nin 245 adet oyu, birleştirme tutanağına sadece 45 olarak aktarılmış, AKP’nin oyları 85 iken 185 olarak birleştirme tutanağına aktarılmıştır. Benzer hileler CHP içinde yapılmıştır. Ayrıca; sandık mahallinde seçmen sayısı kadar oy pusulası bulunmaktadır. Gelmeyenlerin sayısı listede işaretlenmiştir. Buna rağmen anormal derecede oy pusulasının artması akıllara yığınla soru işareti getirmektedir. Yakılan oy pusulaları, eş zamanlı elektriklerin kesilmesi, seçim bölgelerinde ardı arkası kesilmeyen itirazlara ve yeniden sayımlara neden olmuştur. Elektrik kesintilerinin sebebi ‘Kediler ve Fırtınalar’ olarak izah edilerek kara mizaha konu olmuştur.

Ankara’da Gökçek-Yavaş çekişmesi halen devam etmektedir. Pek çok ilimizde olduğu gibi Ankara’da da seçim sonuçları resmi olarak netleşememiştir. Yalova’da sandıklardan ilk çıkan AKP olmuş ancak; yapılan itirazlar sonucunda 6 oy farkla CHP kazanmıştır. Manisa’da itirazlar sonuç vermiş; yapılan yeni sayımlarla MHP’nin kazandığı açıklanmıştır. Balıkesir, Kütahya, Iğdır gibi birkaç ilimizde MHP’nin itirazları olmuştur. Görüldüğü üzere, hırsızlık sandıklarımıza kadar sinmiş durumdadır. Milletimizin temiz oyları hırsızların eliyle kirlenmiştir. Yapılan itirazlar ve el değiştiren belediyeler bunun açık ispatı değil midir? Merak ediyorum; ülkemiz şaibesiz bir seçimi ne zaman yapabilecek? Tillo’nun Fazilet Partisi belediye başkan adayı AKP’li belediye başkanı tarafından sokak ortasında bıçaklanarak öldürüldü. Katil kişi gözaltına alındı. Ayrıca doğu ve güneydoğu illerimizde de muhtarlık seçiminde amca-yeğen kavgaları olmuş ve kan akmıştır. Bu seçim döneminde toplamda sekiz kişi hayatını kaybetmiştir. Ne oluyoruz? Savaşa mı gidiyoruz yoksa? Sandığa oy atmaya mı, yoksa rakiplerimizi katletmeye mi gidiyoruz? Türkiye’nin haline bakın! Milli Bayramımız Nevruz’da kan akıyor! Futbol müsabakaları artık savaş arenasına dönüyor. Palalar, satırlar ve silahlar konuşuyor; taraftarlar yaralanıyor ve komaya giriyor! Seçimlere gidiyoruz, insan kanı akıyor! Hükümet seçiyoruz, adı hırsızlıkla anılıyor. Eğitim diyoruz, eğitimin DNA’sı değişiyor. Neler oluyor bize! Acaba bu olayları kim veya kimler organize ediyor da milli huzuru bozuyor. Kim veya kimler yönetiyor bizi? Artık tüm bu olayları aklıselim bir insan olarak en ince ayrıntısına kadar düşünmeli ve ona göre hareket etmeliyiz. Vakit bu vakittir, gerisi gaflet ve delalettir.

Yüce Allah (c.c) ceberrutlaşan hırsızların ve hukuk tanımazların şerrinden devletimizi ve milletimizi korusun!

Halit DURUCAN

iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.