Sorumlu Olmak

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
UĞUR MUMCU
Yazının Yazıldığı Tarih: 
9/12/1974

Demokratik toplumlarda bir kişiye yapılan haksızlık bütün topluma karşı yapılmış sayılır. Bu bilinç yerleşmedikçe haksızlıkların adaletsizliklerin önüne geçmeye olanak bulunamaz.
·        ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ felsefesi toplumun bütün bireylerini sarar ve bir çok insan:
·        ‘Adam sen de..’ bencilliği ve bireyciliğiyle yetişir. Herkes kendi küçük dünyasının kabuklarında, sessiz sedasız yaşamayı hüner sayar.
·        ‘Sen mi kurtaracaksın?’ gibi sorularla kavgadan gürültüden uzak tutulmak, günlük yaşamın mutluluk zırhlarıyla sarılıp sarmalanmak hiçbir yasanın suç saymadığı ve birçok insanın da küçük görmediği bir yaşam biçimi olarak belirir.
·        ‘Beni düşünmüyorsan çocuklarını da mı düşünmüyorsun?’ gibi duygusal tepkilerin gözdağlarıyla sıkıştırılmış sorumluluk duygularının sınırladığı insanlar, yaşamlarında bir başka mutsuzluğun gölgeleri ile boğuşup dururlar öylece.
Düşündüklerini bir kez bile yüksek sesle söyleyememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne bir kez bile söylememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne bir kez bile haykırmamış bir insanın bilinç ve duygu dünyasında doğan girdaplar belki de sabah akşam boğmuştur bu kişiliğini.
Kendi kişiliğinin katili olmak da güç iştir basbayağı.
Susmak.. susmak, hep susmak. Konuşmamak, konuşmamak. Üstlenilen görev budur bütün yaşam boyunca. İnsanları saran küçük çemberler büyüye büyüye demokrasinin boynuna bir halka gibi geçer. Suskunluk kural, konuşmak ve eleştirmek de kural dışı olur bir süre sonra.
Bir kişiye yapılan haksızlığı her insan yüreğinde ve bilincinde duymalıdır bütün ağırlığınca. Bu sorumluluk bilinci kurulmamışsa her yeni haksızlık bir “kader” gibi benimsenir bütün toplumda.
Oysa ne yoksulluk ne de haksızlık “kader” değildir. Yoksulluğun ve haksızlığın nedenleri vardır. Bunları birer birer saptayıp toplumun önünde haykırmak gerekiyor.
Toplumdaki her insandan beklenen bu da değildir aslında bakarsınız. Herkes, kendi görevinin sınırları içinde dirençli olabilse bir ölçüde kolaylaşır işler.
Yargıçsınız: Önünüzdeki sanığın suçsuz olduğunu biliyorsunuz. Fakat emir almışsınız. Mahkum ederseniz bile bile.
Doktorsunuz: Önünüze işkence evlerinden getirilen bir hasta çıkardılar. Verilen emirlere uyar sahte raporlar düzenlersiniz.
Memursunuz, amirsiniz: Bir altınızdaki memurun sicilini bozmak için verilen emirleri körü körüne yerine getirirsiniz. Belki sivilsiniz. Terfi bekliyorsunuzdur. Belki de albaysınız, generallik sırasındasınız. Hemen bozarsınız sicilleri. Başkalarının mutsuzluğu üzerine kendi mutluluğunuzu kurmak istersiniz.
Kimler gelir, kimler geçer böylece…
Aynı çarklar insanı öğütür. Dönme dolap gibidir yaşam: Bakarsınız yüksektesiniz, bir bakarsınız inmişsinizdir o yüksek yerlerden. Geriye sadece insanın kişiliği ve onuru kalmıştır.
Ben onuru daha yükseklere sıçrayabilmek için bir “pey akçesi” olarak sürenler eninde sonunda bir insanlık yıkıntısı, bir “enkaz” olarak kalırlar belleklerde.
Yirminci yüzyılda uygarca direnişin adıdır “medeni cesaret.”
Bu konuda çok zengin değil toplumumuz. Bir kaplumbağa gibi yaşamayı, bir sürüngen gibi beslenmeyi, bir yılan gibi beslenmeyi, bir “yılan” gibi yükseklere tırmanmayı hüner saymışız yıllarca.
Sorumluluk pınarlarından, bilinç çeşmelerinden gürül gürül akan kişilikleri, köhneleşmiş yasaların kıskacı altında yaşatmayı tek çıkar yol bilmişiz yıllarca.
Karanlıklarla beslenen korkuları, bir tel örgü, bir dikenli tel gibi sarmışız dört bir yanımıza. Yüreksizliğin özrünü bir parça da kendi küçücük dünyalarımızın mutluluğuna sığınarak gidermek istemişiz.
Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. Uygarca paylaşılan sorumluluk bilinci, özgürlüğün de, demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence sağlanmadıkça, demokrasinin temeline bir tek taş bile konmuş olamaz.
Unutmayalım ki “cesur bir kez, korkak bin kez ölür.” Önemli olan, insanın böyle bir toplumda bir “mezar taşı” gibi suskunluk simgesi olmamasıdır.
Yeniortam, 9.12.1974
irfan.degirmenci@politikadergisi.com

Yorumlar

Nemelazım...

Rivayet odur ki;

[Kanuni sultan süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayal eder, günün birinde "Osmanoğullaı da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı?" diye derin derin düşünmeye başlar Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur alim Yahya Efendiye sorduğundan bunu da sormaya niyetlenir Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahya Efendi'ye gönderir

Sen ilahi sırlara vakıfsın Kerem eyle de bizi aydınlat Bir devlet hangi haldse çöker? Osmanoğulları'nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlale uğrar mı?

Şeklinde mektubunu gönderir Güzel bir hatla yazılmış mektubunu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı çok kısa bir bakımada içinden çıkılmaz bir hal alır

"Neme lazım sultan'ım! "

Topkapı sarayında bu cevabı hayretle okuyan sultan, bir mana veremez Yahya efendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini düşünmez Söylenmeye başlar: Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta? Nihayet kalkar, yahya efendinin beşiktaştaki dergahına gelir Sitem dolu sorusuna tekrar sorar:
"Ağabey ne olur mektubuma cevap ver Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al"

Yahya Efendi duraklar: "Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim..."]

İşte Yahya Efendi'nin "nemelazım" diyerek anlatmak istediği yukarıdaki Merhum Uğur Mumcu'nun yazıdır...

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.