Mustafa Kemal, Tam Bağımsızlık ve AB

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Mehmet Ali Yazıcı
Yazının Yazıldığı Tarih: 
2007

 

1800´lü yılların sonlarına doğru Avrupa´da ekonomik alanda yaşanan yoğun sermaye birikimi ve meta üretimi, dünya için oldukça yeni bir olguyu da ortaya çıkartmıştır: Tekelleşme... Bu gelişme, zincirleme olarak, bundan sonrası için yaşanacak olayların da habercisi olmuştur. Batılı büyük tekeller, mensubu oldukları devletleri etkileyerek, dünyayı tekrardan ekonomik ve coğrafi planda paylaşma amacı gütmekteydiler.
 
Batılı kapitalist devletlerin politikaları bu yönde şekillenmeye başlamıştı. Ayrıca, ulusal birliğini yeni sağlamış olan Almanya ve İtalya’nın, dünyanın bundan önceki paylaşımına itirazları vardı. Pazar paylarını arttırmak ve yeni sömürgeler edinmek istiyorlardı.1.Dünya Paylaşım Savaşını 1914´de başlatan nedenler kabaca bu şekilde özetlenebilir. Savaşın sonucu, 20 milyon ölü, yeni paylaşım anlaşmaları ve yakılıp yıkılmış bir Avrupa´ydı.
1.Dünya Savaşı’nın başladığı dönemlerde Osmanlı Devleti yoğun bir siyasal ve ekonomik kriz içerisindeydi. İş öyle bir noktaya varmıştı ki, Avrupalılar Osmanlı’yı “hasta adam” olarak tanımlıyorlardı. Kapitülasyonlar, yabancılara verilen imtiyazlar, borçlar ve sürekli toprak kaybı, bir dünya imparatorluğu olan Osmanlı Devletini dar bir alana sıkıştırmıştı. Batılı devletlere olan borçlar ödenemiyor, ülke yavaş yavaş yarı-sömürgeleşme sürecine giriyordu. Öyle ki yabancı devletler, Osmanlı Devleti’nin kendilerine olan borçlarını ödeyebilmesi için bir kurumu (Duyun-u Umumiye) dahi kurmuşlardı. Balkanlar da sürekli toprak kaybediyor, Batı’da Fransız Devrimi’yle birlikte ortaya çıkan milliyetçilik akımları birçok milleti bir arada tutan imparatorluğu dağılma noktasına sürüklüyordu.
Osmanlı Devleti,1.Dünya Savaşına bu şartlar altında Almanya´nın yanında girdi ve yenilen devletlerin arasında sayılarak, toprakları işgal edildi ve paylaşıldı. İmparatorluktan geri kalan ülke topraklarının işgali paylaşılması, Anadolu´da büyük bir tepkiyle karşılandı. Anadolu halkı işgali asla kabul etmiyor ve işgale karşı gelişen tepkilerin bir ´Kurtuluş Savaşına´ dönüştürülmesi fikri, ülkenin her yanında dile getiriliyordu. Bunun yanı sıra, özellikle İstanbul merkezli bazı kesimler de, ABD gibi devletlerin himayesine girilmesini öngören mandacılık tezlerini savunuyorlardı.
İlk gençlik yıllarından beri, ülkenin kaderini kendi kişisel kaderinin önüne koyan Mustafa Kemal, işgalden kurtulmanın yolunun topyekûn bir ulusal kurtuluş savaşından geçeceğini biliyordu. Bu düşüncelerle hareket ederek, Anadolu´da gelişen ”parçalı direniş” hareketlerini belli bir merkezde toplamanın mücadelesini veriyordu. İşgalden kurtulmuş topraklar üzerinde tam bağımsız bir ülke ve halk düşüncesini Mustafa Kemal yaşamı boyunca savunmaya çalışmıştır.
Mustafa Kemal, Türk Kurtuluş Savaşı’nın amacını şu şekilde tanımlıyordu: “Amacımız, ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü ve ulusun tam bağımsızlığını sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olursa olsun hiç duraksamadan çarpışırız ve başarı kazanırız. Bu konuda ki karar ve inancımız kesindir.” İstiklal Savaşının çekirdeği sayılan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubuyla ilgili, Kazım Karabekir Paşa´ya çektiği telgrafta “Müdafaa-i Hukuk Grubu, ülkenin tam bağımsızlığını sağlamak gibi kısa ve kesin bir amaçla kurulmuştur.” diyordu.
Mustafa Kemal önderliğinde Türkiye Halklarının 1919–1922 yılları arasında Batılı emperyalist ve kapitalist devletlere karşı vermiş olduğu savaş, asla ve asla sadece düşman ordularını Türkiye topraklarından çıkarma savaşı değildi. Tam bağımsızlığımızın yüzlerce yıl sonra yeniden elde edilmesi ve bir daha elden çıkarılmaması için savaşılıyordu.
Mustafa Kemal, Türkiye´nin ekonomik bağımsızlığına büyük önem vermiştir. Fransa ile yapılan anlaşmayı değerlendirirken, “Türkiye´nin ulusal sınırları içerisinde siyasi ve iktisadi istiklal-ı tamının tasdiki”dir diyordu. Tam bağımsızlık fikrini dar anlamda siyasal bağımsızlık olarak görmüyor, istiklal-i tam olmanın içeriğini çeşitli alanlarda ki bağımsızlık dolduruyordu. Örneğin, United Telegraph muhabirine yaptığı Sevr Antlaşması ile ilgili değerlendirmede “İstiklal-i siyasi, adli, iktisadi ve malimizi imhaya ve bin netice hayat hakkımızı inkâr ve iptale matuf olan Sevr Antlaşması bize mevcut değildir. Levazımı istiklal ve hâkimiyetimizi temin edecek bir sulhan akdı nuhbe-i amalimizdir.” diyordu. TBMM´nin 4.toplantı yılının açılışında yaptığı konuşmada, bağımsızlığın çeşitli öğelerini sayıyor, “Türk Milletinin idari, mali ve iktisadi bütün hukuk-u istiklal ve hayatına malik olmasını...” vurguluyordu.
1921´de Fransa ile yapılan anlaşmayı şu sözlerle değerlendirmiştir: “Bu anlaşma ile siyaset, iktisat, askerlik alanlarında ve öbür alanlarda tek bir konuda bağımsızlığımızdan hiçbir şey yitirmeksizin, yurdumuzun değerli parçalarını düşman elinden kurtarmış olduk.”
Son yıllarda Avrupa Birliğine girme süreci tartışmalarıyla birlikte ortaya çıkan gelişmeler, Mustafa Kemal´in “tam bağımsızlık” fikri ve Türk Kurtuluş Savaşı’nın geçmiş tecrübeleriyle değerlendirildiğinde, Türkiye´nin kuruluş ve kurtuluş felsefesine aykırı bir durum oluşturmaktadır. “Her koşul ve şart” altında AB´ye girme düşüncesi, egemen bir ulus olmanın şartlarına aykırıdır. Bu çelişkiyi Türkiye egemenlerinin görmesi gerekir.
Ülkemiz muktedirlerinin geleceği noktayı Mustafa Kemal sanki yıllar öncesinden görmüş gibi, Fransız yazarı Maurice Pernet´ya verdiği demeçte tam bağımsızlığın öneminin altını bir kez daha çiziyordu. Yabancıların Türkiye´ye dolaylı yollardan egemen olmalarına, ülkemizin yönetimini kontrol altına almalarına kesin bir kararlılıkla karşı koyuyor ve bu gibi “yeni emperyalizm” türlerinden nasıl nefret ettiğini özlü bir biçimde dile getiriyordu.
“Eğer ecnebi düşmanlığında, o kadar pahalı elde edilen bir istiklale halel verecek her şeyden nefret manası çıkarılırsa, evet, bizim ecnebi düşmanı olduğumuz söylenebilir. Size açıkça söyledim ve sonuna kadar açık sözlü olacağım. Henüz emniyetimiz yerinde değildir. Evvelce Türkiye´de ecnebi teşebbüsatin, ecnebi maksatlarının bize telkin ettiği endişeler kâmilen zail olmuş değildir. Eğer bazen ihtiyatkâr hareket ediyorsak, ifrat derecede şüpheli davranıyorsak, bize çok pahalıya mal olan hürriyetimizi kaybetme hususundaki korkumuzdur. Bu hürriyetin bir küçük kısmını sakat etmektense, hepsini birden feda etmeyi tercih ederiz.”
MehmetAli.Yazici@PolitikaDergisi.com
 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.