Öz Bir Değerlendirme İle Türkiye'de Tabansal Açıdan Demokrasi Sorunu

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

  Şiddete Dayalı Olmayan Siyasal Çatışma Araçları   Ahmet Taner Kışlalı’nın “Siyasal Sistemler; Siyasal Uzlaşma ve Çatışma” adlı yapıtında siyasal çatışma araçları, şiddete dayalı ve şiddete dayalı olmayan araçlar şeklinde ikiye ayrılmıştır. Bu yazım şiddete dayalı olmayan araçlar konusunu Türkiye üzerinden değerlendirmeye yöneliktir.   Merhum Kışlalı’nın yaptığı ayrımda şiddete dayalı olmayan siyasal çatışma araçları şunlardır:   a) Para   b) Sayı ve Örgüt   c) Kitle İletişim Araçları Para   Para bilindiği üzere siyasal çatışmada kullanılan en önemli silahlardan birisidir. Ancak iktidar mücadelelerinin kentsoylu ve emekçi tabakalarının arasında geçtiğini söylememiz gerekirse, bu konuda, elbette kentsoylu (burjuva) sınıfı üstündür. Tersini beklemek de olanaksızdır.   Para olgusunu ve bu yolla burjuvaziyi Türkiye üzerinden değerlendirmek oldukça güçtür. 1980’e kadar var olan zengin kadronun çoğunluğu Cumhuriyet’in çıkardığı sınıf idi. Daha sonra dinselliği de yanına alan yeni İslami burjuva/yeşil sermaye Türkiye’nin talihini değiştirmiştir.   Neden mi?   Klasik anlamda sanayi toplumunun var olabilmesi için gerekliliği kesin olan disiplinli sınaî üretim, işçi sınıfı, kentsoylular sömürülen ülke Türkiye’de Mustafa Kemal ve Kemalist kadronun çabalarıyla ortaya çıkma eğilimi göstermiştir. Ancak trenin raydan çıkması ile dinsel öğeleri kendince kullanan, laik olmayan, dinsel öğelerin kullanımı ile ekonomik alt sınıfı hem ekonomik hem de dinsel olarak sömüren sınıf devreye girmiştir. Bu sınıfı az-çok tanıyoruz. Daha önceki dönemlerde (MSP, RP vb.) uçta bir tepkisel grup olarak beliren İslamcılar, yeni zengin takımlarının yükselişi ile toplum merkezine yanaşmak yerine, toplumu kendi merkezlerine çekmiş ve bu bağlamda ekonomik ve dinsel olarak yükselişlerini; kaçınılmaz olarak siyasal, toplumsal, iktisadi birer baskı aracı olarak kullanmışlardır.   Peki, sıkıntı nerelerde beliriyor?   Örgütsel olarak aşağıda belirteceğim bazı sıkıntıların dışında, disiplinli, pozitivist insan modeli yerine anti-laik, toplumsal bütünleşmeyi dinsel dogmatizme dayandıran geniş kitleler beliriyor. Modernizmin ve daha sonraki sosyal hareketlerin getirdiği hakkını isteyen insan prototipine karşın, liderlerinin belirlediği çizgide hizayı bozmadan yürüyen -en azından modernizme göre- basit bir kitleye dönüşüveriyor. Kapitalizmin sorunlarını daha beşeri yöntemler aramak yerine daha geriye giderek çözmeye çalışan insan tipi, bu dogmatik duruşuyla meydanlara gelmeyen, hak aramayan fakat “evet” mührüyle ülkenin talihini değiştiren bir kitleye dönüşüveriyor. Başka bir deyişle, cemaatin itikat önderleri demokrasinin açıklarını bulup, zaten zor ve hepsi doğal olmayan yöntemlerle doğan Cumhuriyetimizi, demokrasiyi sulandırarak niteliksizleştiriyor. Hukukla oynayarak, lafebeliği yaparak sınıfsal ayrımın oluşmamasından dolayı ortadaki kesimi de rahatlıkla kendilerine çekebiliyorlar.   Malum dinsel burjuvazinin yükselişinin getirdiği sorunların yanında, ek bir sorun daha vardır. Bir nebze de olsa tarihsel gerçekliğe uyumlu olan dinsel burjuvadan daha da eski bir siyasal güç vardır. Bu güç de henüz sanayi ve ticaretin gelişmediği bölgelerimizde var olan derebeylerin gücüdür. Bugün TBMM’de bile bu tarz ağalara rastlamamız mümkündür. Ve demokrasi için çok büyük sakatlıklar taşıyan bir yapıdır. Siyasal partiler tarafından ikna (para, siyasal ve toplumsal güç aracılığıyla) edilen ağalar tüm o halkın kitle halinde belli partilere oy verilmesini sağlayabilmektedir. Çoğu zaman da, hiçbir ekonomik, eğitimsel, sosyal vaatte bulunmadan…   Bu belli sıkıntıların kaynağını ise uluslaşma ve bu yolla sanayileşme sürecini sağlıklı olarak yaşayamamamız olarak gösterebiliriz. “Biz” sözcüğünün simgelediği değerler ağanın etrafındaki tebaa, şeyhin etrafındaki müritler olursa ulusal olan hiçbir şeyden bahsetmemiz mümkün değildir. Bu anlamda demokrasi taraftarı olarak beliren kitlenin demokrasiyle ilgisi olmayan bir sisteme doğru gittiğini söylememiz güç olmaz. Çünkü demokrasi, cumhuriyet, sınıf çatışması gibi olguların kendini akıtabileceği bir mecranın olması gerekir. Ve modern toplumlarda bu mecra ulustur. Kitlelerin “light” talepler (türban gibi) dışında savunduğu hakların da olabilmesi için bu mecranın oluşması şarttır. Aksi takdirde günümüzde olduğu gibi, dinsel, feodal liderlerin oluşturduğu bir demokraside ancak bu liderlere pastadan pay vermeye yönelik bir demokrasinin varlığından söz edebiliriz. Sayı ve Örgüt   Kışlalı “Çoğulcu bir demokraside para işveren için ne ise, örgüt de işçi için odur” sözüyle örgütleşmenin demokrasinin nasıl bir olmazsa olmaz’ı olduğunu gözler önüne sermiştir. Ayrıca sayı ve örgüt meselelerinde önemli bir çıkarım daha vardır. Örgütlü olmayan çok sayı, örgütlü az sayıdan daha az etkilidir.   1980 yılında vuku bulan askeri darbenin ve 1982 anayasasının olumsuz etkileri o yıllardan beri örgütleşmede hep var olmuştur. Egemenliğin kayıtsız, şartsız millete ait olduğunu söylemek kolaydır ancak milletin bu egemenliği sağlamasına ve kullanmasına yönelik yasalar, güvenceler sistemin demokratik bir şekilde yürüyebilmesi için kesinlikle gereklidir. Aksi takdirde çağdaş bir demokrasi değil, “evet mi hayır mı” demokrasisi olur. Doğrudan demokrasi sistemini gerilerde bıraktığımızı, kalabalık nüfusları düşünürsek; yüz yüze demokrasisinin (face to face democracies) ulusal yapıdaki parçacıkları oluşturabileceğini görürüz. Nitekim G. Sartori de bunu Demokrasi Teorisine Geri Dönüş (The Theory of Democracy Revisited) adlı yapıtında belirtmiştir.    Örgütleşme temsili demokrasinin doğrudan demokrasiye en yakın kanadını oluşturabilmesi için ön koşuldur. Ayrıca doğrudan demokrasinin, hukuksuzluk, keyfilik, çoğunluğun azınlığa tahakkümü gibi sorunsallarına çözüm için de çok önemli bir aktördür.  Özcesi; demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti olmanın getirdiği birtakım şartlar vardır. Bunlar sağlanamazsa çoktan seçmeli sorularla karşı karşıya gelmiş, şıklardan hiçbirinin doğruluğundan emin olmayan bir ferdin durumuna benzer bir durum ortaya çıkar. Üç yanlış bir doğruyu götürmeden halkın mümkün olabildiğince sürecin içinde yer alması gerekmektedir. Neyle ve nasıl? Örgütleşmenin yaygınlaşması ve güvencelenmesi ile oluşturulacak bir düzenin var olması ve bunun için de gerekli hukuksal, toplumsal, siyasal alt yapıların hazırlanması gerekir. Ve buradan size söyleyebileceğim, bu konuda da görüldüğü gibi dört ana ilkenin (demokratik, laik, sosyal, hukuksal) birbiriyle bütünleşik bir olgu olduğudur. Aslında bu işin özü de budur. Tüm düzenlemelerin bunların etrafında görülmesi elzemdir. Bu konuyu aşağıda genel sonuçları değerlendirdiğimde daha fazla açmaya çalışacağım. Kitle İletişim Araçları   Son yıllarda çok net görülmüştür ki kitle iletişim araçları yönetim için çok fazla önemlidir. Onun için Adolf Hitler’in propagandası politikada çok önemlidir. Onun için bugünkü hükümet basını kendi yandaşlarının eline geçirmeye çalışmaktadır. İşte bu büyük önem, toplumsal açıdan bir bakıma sakıncalıdır. Kitle iletişim araçları davranışsal değerlendirme yaparken, iyi-kötü gibi değil; nereye doğru kullanıldığına bağlı bir geniş başlıktır. Cesaret gibi… Medeni cesaret de cesurluğun ürünüdür, adam öldürmek de… Kitle iletişim araçları da toplumu uyuşturmak ya da tek yönlü baktırma için de kullanılabilir, geniş görüş açısı kazandırmak için de kullanılabilir. Yani faşizmi de getirebilir, demokrasiyi de… Türkiye için bir siyasal çatışma araçları değerlendirmesi   Serbest piyasa ekonomisinde para gücü, elbette burjuvazinin elinde olacaktır. Eğer kapitalist dünya ile bütünleşik isek; bunda şaşılacak bir şey yoktur. Endişe edilmesi gereken; zengin-fakir arasındaki uçurumun çok fazla olmasıdır. Türkiye’de de bu durum fazlasıyla mevcuttur. Burada dolar milyarderi sayısı, açlık sınırının altında yaşayanların sayısını yazıp sizi rakamlar içinde boğmayı düşünmüyorum. Ancak asgari ücretin 430 lira olduğu, işsizliğin resmi rakamlara göre (ki çok eksiktir) %10 olduğu ülkemizde sosyal adaletin olduğu pek söylenemez. Ayrıca son yıllarda yürütülen politikalarla orta sınıfın tamamen çökme durumuna gelmesi toplumsal açıdan hiç iç açıcı değildir. Ülkede en üst tabakadaki kaymağı yiyen kesim ve çok geniş tabanlı bir yoksul sınıfın var olmasını sosyal adalet ile nasıl açıklayabiliriz? Anayasanın değiştirilemez 2. maddesinde belirtilen devletin “sosyal” olma özelliğine ne kadar yaraşabilir?    Ayrıca bilhassa 1980’den sonra şekillenen, parasal kaynakları eline bulunduranların topluluk halinde ve bir yerden emir almaya dayalı yeni varsıllar sınıfı sosyal dengeleri alt üst etmektedir. İslam dinini etik ve vicdani olarak değil, kendi egemenliklerine bir zemin oluşturması yönünde kullananlar bu amaçlarını da gerçekçi ancak ahlaki ve demokratik açıdan hiç uygun olmayan yöntemlerle gerçekleştirmektedirler. Bu yöntem; yoksul, köylü, kentlerin taşralarında yer alan gençleri az önce belirttiğim şekilde İslam’ı kullanarak kendi organizasyonlarına dâhil edilmesi biçiminde tezahür ediyor. Yani, gittikçe büyüyen alt kesimin tutarlı oy verme ölçütlerine göre solcu/sosyalist/sosyal demokrat partilere oy vermesi gerekirken; bu zengin zümrenin partilerine oy vermesi şeklinde sonuçlanan süreç işliyor. Ayrıca dar anlamda bir toplumsallığın oluşmasıyla (öğrenciye yardım, zekât, kurban yardımı vb. yardımlarla) devletin kendisine olan güveni ve devletin işlerliğini yitirmesine neden olmaktadır. Bu yolla vergi kaçırma, kamu mallarına sahip çıkılmaması gibi olağan sonuçlar doğmaktadır ve bunları bugün net olarak görmekteyiz.    Peki, buna karşın neler yapılmalıydı ve neler yapılabilir?   Birincisi ve en önemlisi devleti yurttaşa; yurttaştan ayrı bir mekanizma olarak değil, herkesin kendisini ifade ettiği ve bir parçası olduğuna inandığı bir organizasyon olarak belletmemiz gerekmektedir. Bu da, tarihsel olarak oluşan müdafaa-i hukuk cemiyetlerinin devamı niteliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi, seçkinler, Kemalist düşünce takımının eliyle gerçekleşebilir. Çünkü Cumhuriyetimizin temeli Kemalizm’e dayanmaktadır. Kemalizm her ne kadar bir devrim ideolojisiyse de, devrim ne anti-demokratik ne de emperyalist bir devrimdir. Ayrıca Kemalizm’in oluşturmak istediği Türkiye, demokrasinin sadece isim olarak anıldığı bir ülke değil; tam anlamıyla demokratik olan bir ülkedir. Kemalist atılım, ezilen bir ulusun küllerinden doğabilme ideolojisidir. Sürekli devrimcilik ilkesiyle durağanlığa değil dinamizme dayanan bir ideolojidir. Evet, Kemalizm bir ideolojidir ancak tarihsel ve dünyevi zorunluluğun getirdiği bir ideolojidir. Mustafa Kemal Atatürk’ü baskıcı olarak görmek, tarihin affedemeyeceği büyük bir hatadır ve onun düşüncelerini statüko olarak yorumlamak Hilafetçi zihniyetin ve emperyalizmin taşıdığı esas statükoculuktur.    Geçmişte İsmet Paşa’nın hatalarıyla Demokles’in kılıcı gibi halkın tepesinde duran bir görünüme sahip Cumhuriyet halkımıza aittir. Mustafa Kemal de bu Cumhuriyetin büyük kurucusudur. Ve ilkeleri de Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihsel, jeopolitik, ideolojik durumu demokrasi yönünde yürütmeye yöneliktir. Cumhuriyet bir idealdir ve belli bir hedefe kilitlenmek ya da böyle bir kilitlenmeyi Atatürk’e mâl etmek büyük bir yanlıştır.   İkincisi, her ne kadar anti-demokratik gibi görünse de tarikat, cemaat, dinsel baskı araçlarının kesinlikle kapatılması gerekiyor. Çünkü faşizm ile mücadele anti-demokratik değildir. Dinsel şahlanmanın nerelere varabileceği önceden kestirilemez. Çünkü dinin kuralları kısıtlıdır ancak onu kullananlar o kuralları ve yazılı olmayıp; geçmişte olduğu gibi din kisvesi altında oluşturacakları kuralları herkese dayatabilmektedirler. Özcesi bu gibi örgütlenmelerin her ne pahasına olursa olsun engellenmeleri demokrasi için zorunluluktur.   Üçüncüsü, kesinlikle eğitimdir. Mustafa Kemal Atatürk sınaî atılımları yaparken bile, o günün şartlarında eğitime bütçeden büyük pay ayırmıştır. Şeriat rejiminin oturması için nasıl şer’i hukuka ve şer’i tedrisata gereksinim duyuluyorsa demokrasinin gelebilmesi ve gerçekten halkın tutarlı oy verme, hakkını savunma gibi nitel bir demokrasi koşullarının sağlanabilmesi için demokrasi okullarının, eğitim sisteminin kurulması gerekiyor. Mustafa Kemal de zaten her ne olursa olsun eğitime verdiği önemi azaltmamıştır ve görülüyor ki sonra gelenlerin geriletmeleri olsa da çok başarılı olmuştur. Teknik eleman, sosyal beyin, teorisyen vs. açısından sıfıra yakın duran Osmanlı’dan bugün tüm engellemelere rağmen bunları çıkarabilen Türkiye’ye… Fark çok açık ortadadır.   Dördüncüsü, Türkiye’nin gerçek manada demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti niteliklerine bürünmesi gerekiyor. Bunlar anayasanın değiştirilemez hükümlerinde yazıyor zaten, denilebilir ancak önemli olan metinlerde yazılanlardan çok verilen haklar, eğitim sistemi, hukukun üstünlüğüne uyulması, laikliğin gerçekten uygulanması gibi esasen yaşantımızdaki yerleridir. Neler olabilir? Adam kayırmacanın son bulması, milletvekili dokunulmazlığının sadece kürsüye özgülenmesi, eğitimin tebaa değil yurttaş yetiştirmeye yönelik uygulanması, hukukun kişilere değil ilkelere göre işlemesi, seçim barajının indirilmesi, yasama, yürütme, yargı erklerinin birbirine uyumlu ve düzenli devam etmesi, özellikle yürütmenin çoğunluğun tahakkümüne dönmemesi ve bunun için yasal ve diğer düzenlemelerin yapılması gibi birçok şey yapılabilir. Ancak en önemlisi dediğim gibi metinlerden çok yaşam biçimimizdir. Yani insanları sadakaya alıştırırsak ondan asil istekler bekleyemeyiz. Onların haklarını savunabilmesi için sadaka verici devlet (hatta hükümet) değil, emeğini, kanını, terini verdiği ve hakkını da isteyebildiği bir devlet olmalıdır. Mikro-milliyetçilik (ya da etnik azınlıkçılık) yaparak, yürütülen bir politika da ancak afyonlamaya yönelik bir politika olur. Nitekim bugün ülkemizin en yoksul bölgelerinden çıkan milletvekilleri bölgelerinin en zenginleridir. Solcuyum diye geçinenler de, diğerleri de… Ayrıca dinin kullanılması üzerine yürütülen politika da böyledir. İnsanlara elhamdülillah dedirtip, milyonları götürmek de bu mürteci politikaların ürünüdür. Ama en önemlisi ör-güt-len-mek-tir. Madem herkesin bir oy hakkı var, o zaman halkın istediği olur. Bunun için de tarikatlardan arındırılmış, sorgulayabilen, hakkını arayabilen yurttaşın, bilhassa örgütlü yurttaşın siyasal sistemde önemli bir yeri olması gerekir.    Sağımız dinin kullanılmasına dayanmışken, solumuz örgütsüz yurttaştan ötürü sadece laiklik üzerinden politika yürütebiliyorken, diğer sağımız zorbalığı milliyetçilik sanırken ve diğer solumuz etnikçilik üzerinden politika yürütürken bu ülkede sağ ve sol olmaz. Ve bunun suçlusu Deniz Baykal hiç olamaz. Suçu sadece Deniz Baykal’a atıp, onu günah keçisi ilan etmek kolaycı bir anlayıştır. Bu, 1980 rejiminin bizlere getirdiğidir. Deniz Baykal daha sol söylemlerde bulunsa eminim ki; daha az oy alabilirdi. Nitekim TBMM’deki tablo da bize bunu gösteriyor. Ayrıca basının rolünü de unutmamamız gerekir. Çünkü basının halkımızı laiklik-türban ve diğerlerine yönlendirdiği de apaçık ortadadır.   Özcesi; dört ana ilke birbirinden kopmadan anayasal güvencemizi ve geri kalan siyasal sistemimizi “sözde değil özde” şekillendirmelidir. Dinin siyasal ve toplumsal baskı aracı olarak kullanılmamasının, sosyal devletin; parasız eğitim ve sağlığın kaliteli bir biçimde sunulmasının, örgütlenmenin ve basının bunların yolunu açmasının kayıtsız şartsız sağlanması gerekir. Yoksa bu şekilde egemenlik kayıtsız şartsız ulusun demek lafebeliği olur. Yukarıda saydıklarım sağlanırsa zaten demokrasi gelmiş demektir, parti kapatmaya gereksinim duymadan, insanlar içeriye tıkılmadan…emrah.ozdemir@politikadergisi.com 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.