Yığının İçinde Kaybolanlara Pusula II ya da "Tezler" e ikinci öndeyiş * : "de te fabula narratur"

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

"de te fabula narratur - senin öykünü anlatıyor", Horatius, Marx'ın Kapital girişinde aktarımından.

"odi profanum vulgus et arceo", Horatius

"İç huzura kavuşmak ve mutlu olmak isteyen insanlar, inanmalı ve iman etmelidirler; ama gerçeğin peşinde olanlar, iç huzurlarından ödün vermeli ve yaşamlarını bu sorgulamaya adamak, kendileriyle ve hayatla yüzyüze gelmekten korkmamak zorundadırlar." - (Nietzsche Ağladığında, 223)

***

Önce pusula verdim, yanlışımdır; daha kaybolduklarını bilmiyorlar! Burada, haber veriyorum. 1

***

Ortaya çıkan ürünleri değerlendirdiğimde, düşünce üretirken ve yazarken, dört temel dürtünün beni yönlendirdiğini gözlüyorum.

İlki, olaylardansa onların altında yatan ve onları yaratan maddi neden-sonuç ilişkilerini, yani olgusallığı kavramayı gözeten bilimsel-nesnel olma kaygısı, ki galiba, ürünlerime en belirgin, en etkili biçimde yansıyan tavrım bu. Kişisel duygu ve düşüncelerin dünyasına egemen olan görecelilik içinde, yani “bence-sence” ikileminde, nesnel, kişiden kişiye değişiklik göstermeyen somut gerçekliği gözden kaçırma korkusu olarak açıklayabilirim bunu; yoksa, elbette öznel duygulara ve düşüncelere, herkes gibi ve doğa gereği sahibim. Bununla birlikte, “bilgi” yerine “yorum” üretmenin, ilki karşısında daha az değer ve önem taşıdığı yönünde de bir ön yargım var; ailelerin, çocuklarının eğitiminde, Fen ve Matematik derslerindeki başarılarını Türkçe ve Tarih gibi sözel, sosyal içerikli olanlardan önde tutmalarının gereği de bu kaygı, yani somut hayatın gereksindirdiği nesnel bilgi ile donanma amacı olsa gerektir.

Ve ikincisi, yanıtlar değil, tersine, sorular üretme çabası içindeyim hep, ki düşünce üretim etkinliğim sonunda ortaya çıkan ürünlerde, en fazla dışsal tepkiyi de bu davranış kalıbım çeker; insanlar, atadan dededen bu yana bildiklerinin sorgulanmasından hoşlanmıyorlar. Bilim buna “tutuculuk” eski dilin deyimiyle “muhafazakarlık” diyor; hemen herkes için dinselliği çağrıştırırsa da, ve “bu ben değilim” ön tepkisine konu edilse de, gerçekte “zamanla sınanmış toplumsal belleğe, yani geleneğe bağlılık” tır tanımı; düşündükleri ve söyledikleri ne olursa olsun, kendilerince zamanın sınamasından geçmiş bilgi doğrudur derler; oysa, gerçek tam tersi: sorgulanmamış ki, sınanmış da olsun!

Bir önceki yazımda da söyledim, ben, yazı işaretlerinden, en çok “soru işareti”ni severim; öldüğümde mezar taşıma kazıtmayı vasiyet edecek kadar. Kimi dindarların ileri sürdüğü gibi, ateizm de dahil, herkesin mutlak bir inancının olması genel kural ise, ben merak etme erdemini temel alan ve sormayı tapınma kabul eden bir inanç sisteminin bağlısı olur, bir pagan simgesi gibi “soru işareti”ne tapınırdım. 1

Üçüncüsü, yeni birşeyler söyleme arayışı, ki daha önce söylenmemiş, farklılığı ile dikkat çeken, bu yönü ile özgünleşen ürünler verme kaygısı olarak açıklayabilirim bu davranışımı. 

Ve bu da, insanların yer yer yıldırımlaşan tepkisini, bir paratoner gibi üzerine çeken bir “elektriklenme alanı” yaratıyor, çoğu muhatabımla aramızda. Bu gerilimli hava, benim için sorun değil; çünkü toprağın ve ağaçların meyve vermek, ve bitkilerin çiçeklenmek için yağmura gereksindiklerini biliyorum; ve böylece, çakan şimşekleri yağmur habercisi sayıyorum, kurak düşünce topraklarımızda; bu yüzden, sanılanın tersine, seviniyorum seslerini duyunca.

Yine de, “her yenilik tedirgin edicidir” diyen düşünüre gönderme ile, tedirginlikleri, benden kaynaklanan bir neden değil, karşılaştıkları yeniliğin onlarda yarattığı sonuçtur, bildiriyorum.

Mevlana’nın o çok bilinen "dünle birlikte gitti cancağızım/ ne kadar söz varsa düne ait/ artık yeni şeyler söylemek lazım" diyerek anlattığı üzere, geçmişte elde edilmiş, deneyimlenmiş, doğruluğu veya yanlışlığı benim etkim ve katkım dışında sınanmış bir bilgi, beni tatmin etmiyor, edemiyor. Leninist örgüt etiğinin “katkı sunmayanın eleştiri hakkı yoktur” diyen kuralını anımsatır biçimde, üretiminde yer almadığım, katkımı sunamadığım bir bilgiyi, sorgulamama konu etmeksizin, olduğu gibi doğru kabul etmeyi, yani onu bilmeyi değil, ona inanmayı seçme davranışını kişilik ve insanlık onurumla çelişik görüyorum; ve eskilerin deyimi ile tanrının bildiğini kuldan saklamıyor, itiraf ediyorum: bu algı biçimimde ilkel benliğimin bencil-benmerkezci etkisini farketmiyor değilim; ama, doğruyu keşfetmeye giden yolda ilk adım olabiliyor ise, yararı zararından fazladır diyor ve sorun etmiyor, tersine onu kullanma yoluna gidiyorum.

Bununla birlikte, illa yeni birşey söyleyeceğim diye de, söylemeyi bir “alışkanlık - zorunluluk” haline getirmiyorum. Her konuda bir bilgi, ve dahası fikir sahibi olmanın, insan belleği kapasitesinin ve öğrenme yeteneğinin sınırları karşısında olanaksız, gerçek dışı bir beklenti olduğunu biliyorum kuşkusuz. Bilmediğini söyleyenlerin düştüğü gülünç, ama gerçekte acınası sayısız örneklerin “evreni” haline gelen sanal alem, bu gerçeği, sadece düşünsel değil, uygulaması ile de öğrenme olanağı tanıyor bizlere. Bu konuda sık kullandığım iki örnek, tanıyanlarımca bilinmektedir: Biri, “giden gitmiştir/ gittiği gün bitmiştir” söz öbeğinin, Can Yücel Usta’nın dizeleri olduğu, ikincisi de, öldürüldüğünde Dr. Che’nin gerilla çantasından temel yaşam ve savaş malzemeleri ile birlikte bir de “Nutuk“ kitabı çıktığı iddialarıdır; çoğu kişi gülüp geçti, ben bunları uyduranlarla aynı dünyada ve ülkede yaşıyor olduğumu düşünerek ağlayan azınlıktanım.

Yani, “entelektüel kabızlığı” tedavi etmenin yolu, beyine fitil sokup onu ishal etmek ve deyim yerindeyse “düşünce işemek” değildir demek istiyorum; ironiden anlayanlar, aslında burada “işemek” deyiminin yerine hangisini kullanmak istediğimi öngörebileceklerdir. Dolayısıyla, insan beynini, “pazar için”, bu bahiste “rating” karşılığı mal üreten ve serbest piyasada oluşan talebi karşılamak için “seri üretim” yapan bir popüler kültür tezgahına dönüştürmenin sonuçları, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, insan olmanın onuru ile çelişkiliden öte çatışmalıdır, düşüncenin “meta”laştığı bir yerde hiçbir insani erdemin varlığından söz edilemez; bunu ilke olarak koyuyor ve ödün vermiyorum.

Sonuncusu, yani düşünce üretimimi ve yazımımı yönlendirdiğini anladığım dört temel dürtümün dördüncüsü ve sonuncusu, benzememe, özgünleşme çabası dır, ki yukarıda anlattığım “yeni birşeyler söyleme” anlayışımla, arayışımla doğrudan bağlantılı olduğu açıktır, fakat ondan ayrı, ve daha geniş bir alanı ifade etmektedir. “Benzerlik-aynılık” ilk akla geleni koyun olmak üzere, hayvan sürülerine ilişkin bir doğal durum ve zorunluluktur; ben ise insana yakıştıramadığımdan “yığın” demeyi seçiyorum, yığın psikolojisinden sıyrılmak, ondan geri dönüşsüz olarak ayrılmak isteği ve çabası olarak açıklanabilir bu tavrım da. Aydınlanma çağını yarım yamalak yaşamış, ve doğrusu hiç yaşayamamış, küreselleşme çağında, emperyalizmin rahatça sömürmesi için, yeniden cehaletin karanlıklarına boğulmuş bir halkın çocukları ve böylece, geri bırakılmış bir ülkenin yurttaşları olarak, okul öncesi çağda ve aile ortamında başlayıp, okul süreci ve çalışma hayatı ile devam eden, yani en azından yirmi yılı geçik süre boyunca verilen “resmi eğitim” içeriği ve yöntemi altında kurumsallaştırılan, ve “genele uyum” kuralı ile baskılanan, tersi durumda, yani benzememe-ayrıksılığı seçme olasılığında, başta toplumsal dışlama refleksi, her türlü yaptırıma dayandırılan, bilinçaltlarımızın koşullandırılmışlığını aşabilme uğraşıdır. Öyle bir “koşullandırılmış”lıktır ki bu, “teşbihte –örneklendirmede- hata olmaz” demiş eskiler, Pavlov’un koşullu refleks deneyindeki köpeklerin, bir süre sonra et verilmeden bile zil çaldığında salya akıtması gibi, daha aile ocağında ve kundakta bebek iken, istenileni düşünme ve yapma alışkanlığı ile başlarız hayata. Sonrası herkesçe biliniyor. Yani, demem o ki, en politik göründüğü yerde bile, bilgi yoksunluğuna tutsak edilmişlikten doğan apolitizmin “postal” giymiş ayak izleri vardır, 12 Mart ve Eylül’den bu yana, düşünce dünyamızın üstünde.

Uzattığımı biliyorum ve sonuca yaklaşıyorum; bunları söylemeden anlatmam elbette olası, ama, “anlattığın, karşındakinin anladığıdır” genel kuralı gereği anlaşılmamı sağlamak, işte bu sorun haline gelir, kafamdakini, yazıyla eksik anlatırsam.

Evet, ne diyordum, anımsadım, neden sevilmediğimi anlatmaya çalışıyordum. Geçen yazıda, “beni sevmediler” deyip bırakırken, devamını eksik bıraktım. Sevmedikleri gibi, bana kızıyorlar da. Olumsuz ne söylüyorsam, ne yazıyorsam kişiselleştiriyorlar, sözlerimi alınganlığa konu ediniyorlar. Çünkü, “polemik” denilen düşünce bildirimi ve yazma yönteminden habersizler.

Dahası, insanları, bilgisizliklerinden ötürü küçümsediğimi, hatta aşağıladığımı söylüyorlar. Hayır, küçük ve aşağılık olduklarını yüzlerine söylüyorum; çünkü “bilimsel bilgi”nin, herkesin tepesinden vuran şaşmaz ışığının altında verdikleri gölgelerin boyunu görüyor ve haber veriyorum, hepsi bu. Onlarsa göremiyorlar, çünkü “boylarından büyük” yerlere bakıyorlar; bense onları görüyorum ve olduğum yerden onlara bakarken, aşağı bakmak durumunda kalıyorum; çünkü ulu bıyıklı Peygamber Nietzsche’nin dediği gibi “yükselmişim”.

Yükselmek mi, ben orada olduğum için yüksek değil elbette, narsizmin megalomanik ruh haline tutsak değilim; sadece yükseğe, bilimsel düşünmeye giden yolu, çıkan merdiveni görüp yönümü oraya doğru çevirdiğimdir, yığından yüksekliğime konu ve gerekçe olan tek erdemim.

Yaptığımsa, kişinin boyunu “bilimsel bilgi”siyle, ama ondan önce “bilimsel merakı” ile ölçen aynayı göstermektir; oysa, onlar aynadaki görüntüme bakıp bana kızıyorlar; çünkü, gerçekte benimkine değil, oraya yansıyan kendi görüntülerine katlanamıyorlar; ve çünkü, kendi aynaları yoktur, ki bakıp kendilerini görebilsinler, boylarını ölçebilsinler.

Yine de, bugünkü uzaklığımız, onların bana mesafesidir, benim onlara değil. Çünkü bir zamanlar onlarla aynı yerde, aynı hayatın çatısı altında yaşıyordum, aynı ömrü sürüyor ve aynı düşünceleri tüketiyordum.  Yani, bizi sonsuza dek ayıran uçurumun bu tarafına geçtim diye, oldum olası yabancıları değilim; ve yani, on küsur yıl önce, birlikte yaşadığımız hayatın altındaki fay hattı kırılıp gençliğimizi bir deprem enkazına çevirmeden, ve bugün aramızdaki bu uçurumu yaratmadan önce, onlarla aynı çatının altında yaşıyordum; zaman geçti, onlar beni unuttular, ama ben onları değil. Çünkü, o enkazın altından çıkıp buraya gelmek için yürüdüğüm yollardaki, ve yıllardaki dikenlerin, "uçları halâ  kanıyor ayaklarımda".

O yıkıcı depremden sonra, ben şimdiki evime taşındım; onlarsa enkazın altında kalmayı seçtiler. Yaşamak mı, hayır, ölüdürler; yaşadıklarını sanıyorlar. Kimbilir, belki ben de öldüm; ve bu yaşadığım, bir başkasıdır; olabilir derim. Onlara gelince, sonunda ayının kendisini yediğini öykülediği bir macerasını anlattığında “ama yaşıyorsun Teyo Emi” diye itiraz edenlere “adam sen de, buna yaşamak mı diyirsen?” diye karşılık veren Erzurumlu meddah gibi, yaşadıklarını hayat sanmaları, gerçekten yaşadıkları anlamına gelmiyor; ölüdürler; o eski korku filminin adındaki gibi: “yaşayan ölüler”. Ve evet, bugün ve özellikle gelecek adına korkutucudurlar. Bizim onlarla savaşımız da, geleceğin çocukları için, ozanlar ustası Ahmed Arif Usta’nın o iç titreten deyimi ile “yarının çocukları, gülleri için/ her birinin ayva tüyü, çilleri için”dir. Ve bu yüzden, yani yarının çocuklarına, kendileri gibi bir gül bahçesine dönüşen bir dünya ve ülke ve yaşam bırakmak için, düşünce tohumlarımızı ektiğimiz toprağımızın üstünde dolaşıp karanlık ayakları ile ürünlerimizi ezen “enformatik cahiller”in her baktığı ve her adım attığı yerde olacağız, kaçışları yoktur.

 

 

vedat.kocal@politikadergisi.com 

__________________

* "Tezler"e ilk öndeyiş için ve dipnot için bkz:

1http://politikadergisi.com/makale/yiginin-icinde-kaybolanlara-pusula-ya-da-tezlere-ilk-ondeyis-segui-il-tuo-corso-e-lascia-dir-

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.