Türk—Amerikan İlişkileri ve “Biz Ayrılamayız” Şarkısının Bu İlişki Türü Bağlamında Hatırlattıkları

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

 

Amerikan dış politikası Türk dış politikasına oranla çok çeşitli ve karmaşık olsa da bu iki devletin dış politika davranışı arasındaki benzerlikler şaşırtıcı derecede fazladır. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden Soğuk Savaş sonrası dönemin başlangıcına kadar ABD ve Türkiye, uluslararası platformlarda birbirlerini destekleyerek güvenlik anlayışı, savunma politikaları, dış politika ilkeleriyle ilgili olarak hemen hemen aynı idealleri paylaşmışlardır. Bu iki devlet arasında bazı dış politika konularında anlaşmazlıklar çıkmış olsa da sonunda bir çözüm bulmayı başarmışlardır. Türkiye, Soğuk Savaş döneminde, ekonomik ve siyasal olarak ayakta kalabilmek amacıyla ABD’nin tarafında olmak için elinden gelen çabayı gösterirken, ABD de, Orta Doğu bölgesinde Sovyetler Birliği karşısındaki durumunu kuvvetlendirmek ve jeopolitik yetersizliklerini telafi etmek üzere jeopolitik önemi bulunan bu müttefikinden, Türkiye’den yararlanmak için büyük çaba harcamıştır. Bu karşılıklı avantajlar Sovyetler Birliği’nin sona ermesinden sonra da devam etmiştir. Balkanlar ve Orta Asya bölgesindeki yapısal değişiklikler, II. Irak operasyonundan sonra ortaya çıkan belirsizlik, günümüzde de her iki devletin her alanda işbirliğini gerektirmektedir.

   Bu nedenle, Türkiye ve ABD’nin Soğuk Savaş yıllarında ve Soğuk Savaş sonrasında bazı ortak dış politika tercihlerinin bulunduğunu açıklığa kavuşturabilecek birkaç örnek vermek yerine olacaktır: 1. Soğuk Savaş yıllarında hem ABD hem de Türkiye, komünist ideoloji ve Sovyetler Birliği’nin yayılma tehlikesine karşı önlem almaya kararlıydılar. ABD, Sovyet yayılmacılığı tehlikesini etkisiz kılacak politikalar geliştirerek “dünyayı Hitler’den kurtardığı gibi Stalin’den de kurtarmaya kararlıyken”, Türkiye, toprak bütünlüğünü korumak için, sadece bu politikaları benimsemekle kalmamış, Sovyetler Birliği’nin çevrelenmesi için geliştirilen oluşumlarda da aktif olarak yer almıştır. NATO ve Bağdat Paktı bu oluşumlar arasındadır; 2. ABD ve Türkiye, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası siyasal düzeni sürdürmekten yana olmuşlardır. Amerikan strateji uzmanı John Spkyman’in belirttiği gibi, II. Dünya Savaşı sırasında ve bu savaştan sonraki dönemde ABD stratejisinin dayandığı temel görüş, Avrupa ve Asya’daki diğer devletleri egemenlikleri altına alacak başka devletlerin ortaya çıkmasını önlemek olmuştur. Bu nedenle ABD, bu bölgelerdeki varlığını sürdürmesinin kaçınılmaz olduğunu anlamıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Türkiye de ABD ile aynı düşünceleri paylaşmıştır. Sovyetler’in özellikle Orta Doğu’da ve Doğu Akdeniz’de siyasal ve ekonomik nüfuz sağlamasının veya egemenlik kurmasının, kendi bağımsızlığını tehlikeye düşürecek sonuçlar doğurabileceğini düşünmüştür;
3. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra da bu politika aynen devam etmiştir. Amerika’nın 1991 Körfez krizindeki tutumu, bu politikanın ABD yönetimi tarafından sürdürüldüğünü gösteren ilk örnek olmuştur. Orta Doğu bölgesindeki etki alanını genişletmek için Kuveyt’e saldıran Saddam Hüseyin ABD’nin itirazıyla karşılaşmıştır. Rusya Federasyonu’nun, Orta Asya bölgesinde Sovyetler Birliği’nin dağılmasının sonucunda ortaya çıkan siyasal, askeri ve ekonomik boşluğu doldurmak için bulunduğu girişimler ABD’nin bölgeye olan ilgisinin artmasına yol açmıştır. Bu yeni şekillenen dünya düzeninde Türkiye de, özellikle yakın çevresinde bulunan herhangi bir devletin egemenlik kurma teşebbüsünü onaylamamıştır. Buzan’a göre 1990’lardan sonra “büyük güçlerin tartışmasız en büyüğü” olan ABD’nin bu türden bir politik tarzı benimsemesinin en önemli nedeni, yeni dünya düzeninde de bu politikayı sürdürmek amacıyla süper güç konumunu uluslararası arenada vurgulamaktır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Washington’daki dış politika mimarları arasında tartışılan konulardan biri, ABD’nin global egemenliğinin sürmesini sağlayacak koşulların nasıl hazırlanabileceği idi. Bununla birlikte, Türkiye’nin bu yeni dünya düzeninde bu türden bir politikayı izleme isteği ise ABD’nin amaçları yanında çok daha dar kapsamlı kalmaktadır. Türkiye’nin amacı, kültür, dil, etnik ve dini bağlarının bulunduğu Orta Asya cumhuriyetleri aracılığıyla avantajlar elde etmek ve Orta Doğu ve Balkanlar’da güçlenmektir. Türkiye, bu bölgelerdeki statüko korunduğu sürece bu durumun kendisine avantajlar sağlayacağına inanmaktadır; 4. Yeni dünya düzeninde ABD ve Türkiye, Soğuk Savaş dönemindeki gibi, NATO’nun devamını ve güçlendirilmesini ısrarla savunmuşlardır. NATO, ABD ve Türkiye için farklı şeyleri ifade etse de, bu iki devlet NATO’ya tam destek veren politikalar geliştirmişlerdir. Türkiye, NATO üyeliği sayesinde, toprak bütünlüğü ve güvenliğini destekleyebildi ve Moskova’nın yayılmacı hedeflerine karşı koyabildi. NATO üyeliğiyle Türkiye, silahlı kuvvetlerini modernleştirdi ve güçlendirdi; ekonomik gelişme için gereken dış desteği elde etti ve Batı dünyasında önemli bir konuma gelebildi. Washington’a göre ise NATO’nun en önemli fonksiyonu, ABD’nin Avrupa’daki askeri ve siyasal varlığını sürdürmesi ve buna hukuki bir temel teşkil etmesi olmuştur; 5. Yeni düzende Soğuk Savaş döneminden farklı olarak, devletlerarası ideolojik, siyasal ve askeri savaşlar yerine etnik ve dini çatışmalar ve ekonomik eşitsizlikler daha sık dile getirilmeye başlanmıştır. Doğu-Batı çatışmasına Soğuk Savaş döneminde getirilen çözüm temelde “caydırıcılık” üzerine kuruluyken, Soğuk Savaş dönemi sonrasında etnik ve dini çatışmalar için başvurulan çözüm yolu “barış harekâtları” olmuştur. 1991 Körfez Savaşı, Somali, Bosna-Hersek ve Kosova’da görüldüğü gibi bu türden barış harekâtları yaygınlaşmıştır. ABD, NATO’nun lideri olarak bu harekâtları yönlendirirken Türkiye de lojistik ve askeri destek, mali veya insani yardımlarla doğrudan bu harekâtlar içinde yer almıştır. Barış harekâtları ABD ve Türkiye için ortak önem taşıdığından bu iki ülke birlikte hareket etmeyi tercih etmişlerdir. ABD ve Türkiye’nin barış harekâtlarına katılma nedenleri birbirinden tamamen farklı olsa da bu işbirlikleri bu iki ülkeyi daha da yakınlaştırmıştır. Bazı bölgelerde hüküm süren dini veya etnik çatışmalar nedeniyle ortaya çıkan iktidar boşluğunu fırsat bilerek herhangi bir devletin nüfuz kazanma teşebbüsünü önlemek için barış harekâtlarında en önemli rolü ABD’nin oynadığı açıktır; Türkiye ise, ABD’nin yanında yer alarak, ABD’nin siyasal, ekonomik ve askeri desteğini elde etmeyi ve NATO’daki prestijini artırmayı hedeflemiştir; 6. Türkiye ve ABD demokratik hükümet sistemi ve pazar ekonomisinin gerekliliği gibi konularda da aynı düşünceleri paylaşmaktadır. ABD yeni bağımsız devletlerin demokrasi ve pazar ekonomisinin kurum ve kurallarını oluşturmalarına ve ayrıca bu ülkelerin demokratik yapılarını ve pazar ekonomilerini korumalarına yardımcı olan girişimlerinden dolayı kendisiyle gurur duyarken, Türkiye de, Orta Doğu bölgesinde demokrasiyle yönetilen tek laik ülke olduğunu vurgulamaktadır. Soğuk Savaş sonrası düzende, global süper güç olarak ABD, tüm demokratikleşme ve pazar ekonomisine geçiş girişimlerini desteklemektedir. ABD, demokratik kurumlar oluşturulduğu ve ekonomik refah devam ettiği sürece dünyanın daha huzurlu olacağına inanmaktadır. Türkiye’nin bu yeni cumhuriyetlerde demokrasi ve pazar ekonomisinin kurulmasına ilişkin politikası ise oldukça nettir, Türkiye, yeni bağımsızlığına kavuşan Orta Asya cumhuriyetlerinin demokrasi ve pazar ekonomisinin kurallarını benimseyerek bağımsızlıklarını sürdürebileceklerini ve kendilerini Rusya Federasyonu gibi herhangi bölgesel ya da global gücün etkisi altına girmekten koruyabileceklerini düşünmektedir.

   Ancak, yukarıda belirtilmiş olan bu ortak dış politika tercihlerinden sapma durumu ABD’nin maruz kaldığı terör saldırıları sonrasında Irak’a düzenlediği operasyon ve Saddam rejiminin devrilmesinin ardından yaşanan değişimlerle birlikte belirmeye başlamıştır. Irak’ın içinde bulunduğu kaos ortamı ve bu ortamdan azami fayda sağlamaya çalışan Kuzey Irak bölgesindeki Kürt gruplar son dönemde Türkiye karşıtı söylemlerini yoğunlaştırarak Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulacağını sıklıkla dile getirmektedirler. Tüm bu fiili ve sözlü uygulamalardan güç alan PKK ise Türkiye’ye yönelik eylemlerini artırmıştır. Bu süreçte ortaya çıkan bu iki somut gelişme karşısında ABD’nin Türkiye’yi destekleyici bir tavır almaması ve Kürt gruplarla görüşmeyi sürdürmesi Türk karar alıcılar tarafından büyük bir tedirginlikle karşılanmaktadır.

   Bu yazının başlığına taşıdığım “Biz Ayrılamayız” şarkısındaki hayali sevgili o denli yüce idiydi ki o sevgili ne yaparsa yapsın terk edilemezdi; hatta belki de daha haşin olduğu, daha çok eziyet ettiği ve daha fazla aşağıladığı ölçüde daha büyük bir ilgi ve sevgiyle karşılanıyordu. Türkiye’de Bülent Ersoy’un meşhur ettiği şarkının sözlerindeki gibi bir birlikteliği yıllardır kimi hüzünlü çoğu mutlu yaşayıp gidiyor. Kimi kez bu haşin sevdiğinden öyle kötü muamele görüyor, öyle hırpalanıyor ve o kadar çok aldatılıyor ki ne işse yine de bir türlü vazgeçemiyor ondan. Bu haşin sevgilinin anatomisini çıkarmak, Türkiye-Amerika beraberliğinin nedenlerini açıklamak; bu birlikteliğe her nedense her dem tutkun bir grup için bir şey ifade etmeyecektir biliyorum; ancak ben ve benim gibi ABD tarafından çoğu kez hırpalandığımız bu tuhaf ilişki biçimini bir türlü kabul edilemez olarak yorumlayanlar için bu ilişkinin neden süreklilik arz ettiğini açıklamak en azından bizleri saf durumundan kurtarabilecektir. Bu yazıyı; kimseye faydalı olmak, zihin egzersizi yapmak, bir dış politika yazısı kaleme almak gibi yüce nedenlerle değil de sadece bu tuhaf ilişkinin nedenlerini, bu ilişkiyi bir türlü anlamlandıramayan ben ve benim gibi saflar  için bir umut olması amacıyla kaleme aldım. Belki bu yazıdan sonra bu konudaki saflığımızı üzerimizden atarız da bizlere kimsecikler tuhaf tuhaf bakmaz.

   Sevgiyle…

 

gamze.kona@politikadergisi.com

 

 

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.