Toplum Nasıl Yozlaşır?

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Selvihan ÇİĞDEM

Yakın tarihimiz için büyük bir atılım ve gelişme göstergesi olan cumhuriyetimizin 86. yılında, ondan ve kazanımlarından koşar adımlarla uzaklaşmanın burukluğunu yaşadık. Bizlere emanet olan ve Atatürk’ün kimsesizlerin kimsesi olarak nitelendirdiği cumhuriyete her zamankinden daha fazla sahip çıkmamız gerektiği kanısındayım. Bunun için de her birey kendi çapında güçlü olmak zorunda ki güçlü toplumu oluşturabilsin. Kendini geliştirmeyen bireylerin meydana getirdiği bilinçsiz toplum, haklarının ve yapabileceklerinin farkına varamadığı gibi başkaları tarafından güdülmeye de mahkûmdur. Bu alın yazısı değil, kafa yapısını değiştiremeyen toplumun geleceği kaçınılmaz noktadır.

 

 

 

 

   Toplum üzerinde demokrasi olmadan egemenlik kuran güçler, yönetimi kendi soyundan birilerine bırakma sistemini savunurlar. Bu sistemin bazı yönetim biçimlerine göre toplumun, yönetimle ilgili söz söyleme ve herhangi bir talepte bulunma hakkı olmadığı gibi yönetimi eleştirme gibi bir hakkı da yoktur. Bu tür sistemlerde toplum, yöneten ve yönetilen olmak üzere ikiye ayrılır. Yönetilen kesim yönetenlerin izin verdiği sınırlar çerçevesinde yaşarlar. Nitekim faşizan yönetimlerde de durum farklı değildir. Yöneten kesim, aklını kullandığını iddia eden kesimdir ve yönetilenlerden üstün olduğunu düşündüğü için onlara hükmetmeye, dilediğini yaptırmaya da hakkı olduğunu savunur. Onlara göre yönetilen kesim ise cahildir. Sadece verilen kararlara uyar ya da uymak için zorlanır. Bu durumda halk örgütlenemez, yönetimle ilgili herhangi bir söz söyleyemez, yapılan yanlışlara karşı gelemez. Hareket ise doğrudan doğruya halkı düşünmekten alıkoyar ve onu kaderci bir yapıya hapseder. Aklıyla hareket edemeyen yani bilinçli olmayan halk, içinde bulunduğu durumu kabullenmek zorunda bırakılır. Halkı bu duruma getirmenin en etkin silahı ise "din"dir. Tahta sahip olan kimse halkı yönetme gücünü Tanrı’dan aldığını ve bu gücü kullanmanın da sadece kendi soyundan kimselere ait olduğuna halkı inandırır.

 

   Nitekim Osmanlılarda da durum aynıdır. Hâkimiyet iki temel üzerine dayanır: Bunlardan birincisi Oğuz soyundan olma geleneğidir. Bu duruma göre Oğuzların Kayı boyundan olması onları diğer boylardan güçlü ve üstün kılar. Ayrıcalık gibi görülür. Bu özellik Osmanlı’nın kuruluşunda Türkmen beylerinin Osman Bey etrafında toplanmasını sağlar. Temelin diğer ayağı ise gaza ve cihat anlayışıdır.

 

   Kuruluşundan itibaren kabul edilen bu anlayış yönetimde de etkisini sürdürmüştür. Osmanlı Devleti’nin asıl karakteri teokratik olmasıdır. Bir ailede (Hanedan-ı Âli Osman) toplanmış olan hâkimiyet, toplumun dışında ve üstünde, beşeri ve dünyevi olmayan bir kaynaktan gelmektedir. Öylece Batı’daki benzerlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de hâkimiyetin sahibi millet değil Tanrı’dır. Halk bu sistemde devletin bir organı değil sadece unsurudur. "Reaya"(halk) çalışır, eker, biçer, asker olur, devletin gelir kaynağını teşkil eder fakat devlet idaresine katılamaz. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, gayesi yani hâkimiyetin kimler tarafından ve nasıl kullanılacağı, devletin nasıl idare edileceği, ferde ve devlete ait kaidelerin tümü hep İslâmi esaslarla açıklanmak istenmiş ve bu esasların tümüne şeriat adı verilmiştir. Şeriat, Tanrı’nın kulları için koymuş olduğu din ve dünya kaideleri olarak kabul edilir. Adalet, devletin sınırları içinde şeriatın yerine getirilmesidir. Devletin bu ödevini herkesten önce devletin padişahı gerçekleştirir. O, devlet örgütünün beynidir. (Williamson, 1987: 26).

 

   Osmanlı’nın bu yapısı Tanzimat’ın 3 Kasım 1839’da ilânına ve beraberinde gelen Batılılaşma çabalarına kadar devam etmiştir. Tanzimat’la birlikte Batılı devletlere göre geri olduğunu fark eden Osmanlı, devletin çeşitli kademelerinde yenilik yapmayı kendine görev bilmiştir. Bu yeniliğin bir başka sebebi ise gittikçe yayılan milliyetçilik hareketleriyle hak talep eden azınlıkları bünyesinde tutabilme çabasıdır. Yeniliğe askerlik alanında başlayan Osmanlı bu hareketiyle kapalı bir toplum olmaktan çıkan kapıyı da aralıyordu. Ayrıca Avrupa’ya giderek Batı kültürünü yakından tanıma fırsatı bulan aydınlar, ülkelerine geri döndüklerinde orada yerinde yaşayarak öğrendikleri bilgilerle 600 senelik geleneğin ters giden birtakım uygulamalarına karşı çıkma ve onu şiddetle eleştirme fırsatı da buldular. Fakat yenilikler yapılırken göz ardı edilen bir durum vardı. O da Batı’yı çağdaş bir seviyeye getiren siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik basamaklardan Osmanlı’nın geçmemesiydi. Bu yüzden yapılan yenilikler tabanında bilinçlenmeye önem vermediği için tepeden inme olmuştur. Tanzimatçıların “Halka fazla önem vermemeleri ve imparatorluktaki diğer bütün sınıflardan kendilerini üstün görmeleri” bunu doğrular niteliktedir. Tanzimat sonrasındaki modernleşme çabalarının halk katında benimsenmesini beklemek gibi zaman kaybettirecek bir anlayışta da olmamışlardır. Bunun için gerçekte zaman da yoktu. Yapılması gerekenler acilen gerçekleşmesinin gerekli olduğuna inanılan şeylerdi. Bu nedenle Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşları sorunlara "Kameralist" bir yaklaşım göstermekteydiler. Bir başka deyişle Ortaçağ Avrupa’sında aydınların izledikleri ya da Prusya ve Avusturya İmparatorlukları’nın yaptığı gibi merkezi otoriteyi güçlendirmeyi amaçlıyorlardı. Bu nedenle toplumu aşırı özgürlüklere boğmak yerine daha kontrollü bir açılım yapmak ve asıl amaç olarak devleti güçlendirmek ve böylece kötüye gidişi durdurmayı hedef almışlardı. Böyle bir anlayışta ordu ve bürokrasinin güçlendirilmesi yapılmak istenenleri gerçekleştirmede temel öneme sahipti. (Prof. Dr. İlyas Doğan “Tanzimat Sonrası Osmanlı Aydınlarında Çağdaşlaşma Sorunu ve Arayışlar”, içinde: Kamu Hukuku Arşivi Cilt III, Sayı: 2 (1999), s. (105–121)

 

   Osmanlı hâkimiyetine ve kısaca Tanzimat’a da değindikten sonra Batı’nın da nasıl bir süreçten geçtiğine değinmekte fayda var.

 

   Günümüzde çoğulcu demokrasiye sahip ülkelerin geçmişte feodal toplum yapısına dayandığı bilinmektedir. Siyasal olarak feodalite, çok merkezli bir iktidarı ifade eder. Yani merkezsel iktidar sınırlandırılmış, yerel yönetim güçleri merkez karşısında önemli ölçüde bağımsızlaştırılmışlardır. İktidar; aristokrasi, krallık, kilise ve özerk yerleşim birimlerince paylaşılır. Feodalite’de ekonomik yön siyasal yönle iç içe geçmiştir. Yerel siyasal gücün sahibi genellikle o yörenin ekonomik gücünü de elinde tutmaktadır. Temel ekonomik etkinlik tarımdır. Yerleşme birimleri kırsal ve kentsel olarak ikiye ayrılmıştır. Kırsalda feodal bey ve emeği karşılığı çalıştırılan serfler yaşamaktadır. Feodal dönemin sonuna doğru, feodal bey serften emek geliri yerine ürün geliri daha sonraları da ürün geliri yerine para geliri sağlamaya başlamışlardır. Böylece serfin elinde para birikmesi, hem özgürleşmesini hem de kente göç etmesi sürecini başlatmıştır.

 

   Kentlerde ise feodal aristokrasi ve o zamana değin lonca sistemi çevresinde örgütlenmiş zanaatkâr tabakası yaşamaktadır. Kırsal kesimden kente göçün sonunda nüfusun artması sonucu toplumda talep de artmış, ticaret kent alanından kırsal alana doğru yayılmaya başlamış, buna bağlı olarak da sınırlı üretime dayalı lonca sistemi de bu talep karşısında etkinliğini ve yeterliliğini yitirmiştir. Bu üretim biçiminin bozulmasına koşut olarak feodal beyler ve kilisenin toplum üzerindeki etkinliği zayıflarken, hukuksal güvencesi olmayışından ve ticaret olanaklarının elverişsizliğinden tüccar kesimi feodal beye ve kiliseye karşı “kralı” desteklemiştir. XII. ve XIII. yüzyılda itibaren kralların güçlenmesiyle feodal düzen çökmeye başlamış, artık siyasal iktidar çok merkezlilikten tek merkezliliğe; ekonomik yapı da kendine yeterlilik ekonomisinden ulusal pazar ekonomisine dönüşmüştür.

 

   Geçiş döneminden sonra XI. yüzyılda kilisenin etkisinin ortadan kalkmasıyla bir yandan uluslararası ilişkilerde güç dengesi belirleyici öğe olurken öte yandan devlet laikleşmiş, evrensel aydınlanma çağı başlamıştır. XII. yüzyılda merkeziyetçi kralların desteğiyle ortaya çıkan burjuvazi ise, onun gölgesinde yaşamak istemeyecektir. XIII. yüzyılda burjuvazinin çıkarlarını devlet koruyamaz hale gelmiş, böylece bir zamanlar destekçisi olduğu Kral’ı, kendisi için gerekli özgürlük ve mülkiyetin korunmasında tehlikeli gören burjuvazi, bir tabaka olmaktan çıkıp sınıf haline dönüşmüş, artık kendi iktidarını kurmanın yollarını aramaya başlamıştır. Böylece ulusçuluk, demokrasi ve kapitalizm kavramları burjuvazi için özdeşleşmiştir. Kralın gücünün ortadan kalkmasıyla, bireysel özgürlükleri korumak ve bireylerin üstünde olmayan bir yasa koyucuya gereksinim duyulmuş, kuramsal anlatımını J.J. Rouseau’da bulan, bireylerin öz iradelerinin, genel iradeden başka bir şey olmadığı “Toplumsal Sözleşme” gündeme gelmiştir.

 

   Böylece, iktidarın kaynağı Tanrı’dan (kilisenin üstünlüğü) kişiye (kralın üstünlüğü), kişiden de ulusa geçmiş oldu. (N. Mazıcı; Türkiye’de Askeri Darbeler ve Sivil Rejime Etkileri; s. 21,22,23)
   Osmanlı’nın gelenekçi yapısı Batı’nın geçirdiği bu aşamaları geçirmesini engellemiş hatta hızla kalkınıp gelişmesinin de önünü kapamıştır. Osmanlı’nın bu gelenekçi yapısını inceleyecek olursak asıl dönüm noktasını hilafetin kabulüyle yaşandığı görülür. Bu sayede teokratik monarşiye dönüşen yapısı hukuk sistemini de etkilemiş; alınan kararların yürürlüğe girmesi için şeriata uygun olup olmadığına bakılmıştır. Sadece hukuk sisteminde değil eğitimde de dinin etkisi yüksek oranda görülmeye başlamıştır. Önceleri pozitif bilimlerle ders veren medreseler, ilmiye sınıfının da yozlaşarak yeniliklere karşı çıkması ile bilimi bir kenara iterek dini öne çıkartmıştır. Şüphesiz bu tutum, Türklerin asırlardır sahip olduğu kültürünü de baltalamıştır. En açık örneği de Türk dilinde görülen Arapça-Farsça kırması Osmanlıca’nın doğuşudur. Böylece devletle halkın arasına yüzyıllar sürecek uçurum oluşacaktır. Bu uçurum Fransız İhtilâlı’nın getirdiği milliyetçilik akımının görmezden gelinmesiyle derinleşecek, yapay bir ümmetçilik kavramı ile halk bir arada tutulmaya çalışılsa da başarılı olunamayacaktır. 

 

   Osmanlı’da feodal yapının olmaması, tımar sisteminin yerleştiği ve halkın kayıtsız şartsız sonradan halife sıfatına sahip olacak sultana bağlılık göstermesi halkın çeşitli şekillerde yönetim arayışlarını engellemiştir. Toplumdan kopuk, halkı “kul” olarak gören ümmetçi yapı ile kültürün yozlaşması ve bilimden uzaklaşma, saydığımız bu en son neden ile Osmanlı’da kapalı bir toplum yapısı oluşmuştur. Bu yüzden Batı’da bir çağın kapanıp bir çağın açılmasına neden olan Fransız İhtilalı’na kayıtsız kalınmış, Sanayi Devrimi’ne sırt çevrilmiş, “Aydınlanma Çağı” diye nitelendirilen zaman dilimi kavranamamıştır. Ta ki coğrafi keşiflerin de katkısıyla ekonomik anlamda Batı’nın gelişerek kapitalist yaklaşımla ürettiklerine pazar arayana ve yeni sömürgeler elde etmeye çalışana dek.

 

   Fakat Batı sadece ekonomik alanda değil bilim ve teknikte olduğu gibi sosyal ve kültürel alanda da kendini geliştirmişti. Matbaanın bulunuşuyla kutsal kitapların farklı dillerde çoğaltılması halkın aydınlanmasında çığır açtı. Kiliselere ve dolayısıyla papaya olan güven sarsıldı. Çeşitli alanlarda yazılan kitaplar hızlı bir şekilde çoğaltıldı ve yayıldı. Okuma yazma oranında hızlı bir artış gerçekleşti. Kilisenin baskısından kurtulan bilimsel ve teknik araştırmalar hız kazandı. Modern eğitimin temelleri atıldı. Rönesans ve Reform’un bilgi birikimiyle sanat, edebiyat, felsefe alanlarında çalışmalar gerçekleştirildi. Gelenekler yargılandı, kimileri kökünden sarsıldı. Aklın ve mantığın insan yaşamındaki yeri ve önemi tartışıldı. Avrupa’da tüm bunlar yaşanırken Osmanlı’ya ise matbaa iki yüz yıl sonra geldi. Ve o tarihlerde Avrupa’da binlerce kitap basılmıştı.

 

   Osmanlı’nın çöküşünü hazırlayan nedenler, yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturuyordu. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Avrupa’yı medeniyetleştirirken kapitalleştiren nedenleri kavrayarak yine ona karşı ayakta durabilirdi. Mustafa Kemal’in yaptığı devrimler burada önemli rol oynamaktadır. Batılılaşmadan Batı’nın medeniyetini örnek almak, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınma hamlesine ivme kazandıracaktı. Bu konuda “Neden Batı’ya benzemek zorundayız?” gibi öküz altında buzağı arayan çıkarımları öne sunanlara karşılık şunları belirtmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Ortaçağ kiliselerine, engizisyonuna karşı çıkan aydınlar, düşünürler, bilim insanları yüzyıllarca bunlardan kurtulmak için mücadele verdi. Kimileri işkence gördü, kimileri sürüldü, kimileri idama mahkûm edildi. Fakat sonunda öyle bir dönem geldi ki “aydınlanma ve bilinçlenme” kaçınılmaz oldu. Önünde ne kilise durabildi ne de papa. Sonunda bilim kazandı. Bunu kabullenmek demek elbette ki Batı’nın kültürünü yaşamak değildi, ama Mustafa Kemal’in de dediği gibi gözümüzü kapatıp dünyada sadece biz varmışız gibi yaşayamazdık. Çağdaşlık, bilim nerdeyse gidip oradan almayı gerektirirdi. Cumhuriyetin erdemi medeni hayat sürmekti. 1923 Aydınlanması bunu gerçekleştirdi. Ya sonrası?

 

   Sonrası malum, 10 Kasım saat dokuzu altı geçeden itibaren saat ters yöne işlemeye başladı. 1923 Aydınlanmasıyla kat edilen onca mesafe, gidilecek o kadar yer varken, geri yürümeye başlandı. Atatürk ilkelerinden ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımları olan devrimlerden hızla uzaklaşıldı. Cehalet bilimin önüne geçti. Yollar, köprüler, barajlar yapılmadı ya da çok geç yapıldı. Adım başı okul, hastane, halkevi, kütüphane yapılması gerekirken; camiler, yer altı cemaat evleri, Kuran kursları açıldı, bunlara göz yumuldu. “Toprak Reformu” rafa kalktı. “Köy Enstitüleri” kapatıldı. Köy-kent projesi uygulanmadı. Öğretmenlerin gidemediği yerler ağalara, şeyhlere teslim edildi. Hukukun değil törelerin sözü geçti. Şeriatın kestiği parmak acımaz denildi. Oysa kesilen parmak olmadı hiçbir zaman. Kulluktan vatandaşlığa, ümmetten millete geçmekte olan “ULUS”un şah damarı oldu. İmam-hatipler arka bahçe yapıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi bakanlıklarınkini geçti. Kara çarşaf kadına giydirilmedi sadece; beyinlerin de üstü kapatıldı düşünülmemesi için. Birçok Batılı kadından çok daha önce, haklarını kazanan kadın tekrar geri plana itildi. Kişi hak ve özgürlükleri kökünden kazıldı, yerini faşist-kapitalist düzen aldı. Demokrasi diyerek cumhuriyetten vazgeçildi.
   12 Eylül Türkiye tarihi açısından faşistliğin miladı ediledursun, bu tarihe bizi nelerin getirdiğini de şapkamızı önümüze alıp düşünmekte fayda var. Geçmişte yapılan hataların izleri şüphesiz bu günlere kadar gelmiştir. Çünkü yapılan hataların –üç beş çapulcu gözüyle bakılması sonucu- üst üste birikmesi bizi bu günlere taşıdı. Bir sonra gelen kendinden öncekini geçti. “Benim memurum işini bilir” zihniyeti “Ananı da al git” ne halin varsa gör yeni sürümüne dönüştü. AKP’nin hamuruna baktığımızda kimlerin izi yok ki? Odunu milletvekili seçtiren Adnan Menderes’ten; raylara komünist icadı gözüyle bakıp, sırf IMF’ye yaranma uğruna her yeri asfaltlayan Turgut Özal’dan; “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” diyen Süleyman Demirel’den; Gümrük Birliği ile bizi yeniden kapitülasyona boyun eğdiren Tansu Çiller’den; “Siz ne mutlu Türk’üm diyene derseniz, buradaki de ne mutlu Kürdüm diyene, der” diye ulus bütünlüğünü bozmaya çalışan Necmettin Erbakan’dan; hiçbir hükümetin açmadığı kadar imam-hatip açılmasına göz yuman Bülent Ecevit’ten; meclise girme hakkını kaybetmişken, yeniden milletvekili seçilmesinde büyük rol oynayan Deniz Baykal’dan bir parça taşıyor Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olduğunu iddia eden şahıs. Bu gün vatanın satılmasında, halkın sırtından gemicikler alınmasında, bölünmenin sıradan bir sözmüş gibi telaffuz edilmesinde işte tüm bu saydıklarımızdan parçalar var.

 

   Lord Kinnross, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişi bu geçişin zamanı ve hazırlıkları ile ilgili olarak şöyle bir yargıya varıyor: (A.Coşkun, Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay, s.418)
   “Mustafa Kemal, böyle bir kararı aceleyle verecek adam değildi. Tehlikeli bir oyuna girişecekti. Durumu her açıdan, her şeyi tartarak incelemek gerekiyordu. Planını yapmak, arkadaşlarını kendi görüşüne inandırıp kararlarını sağlamlaştırmak ve direnmenin dayanacağı ideolojik temele hem kendi hem de onların kafasında belirli bir biçim vermek için daha zaman gerekiyordu. Hâlâ padişahtan, İtilâf Devletleri’nden, Tanrı’dan ya da buna benzer başka bir kaynaktan bir şeyler uman kişiler çoktu. Düşmana kuvvetle karşı koymaktan başka çıkar yol olmadığının anlaşılması için olayların ve kafaların daha gelişmesi gerekiyordu.” (Lord Kinross, s.184) Buradan da anlaşılıyor ki Atatürk’ün bile en yakınındaki kimseler hâlâ özgüvenden yoksun başka kaynaklardan medet uman kimselerdi. Altı asırlık saltanatın doğurduğu “kul olma” zihniyeti yine kendini gösteriyordu. İşte Atatürk’ün milletine reva görmediği bu durumdan onu kurtarmak için yaptığı bir başka örnek davranışı:

 

  “…Ulusal mücadele uğrunda, ulusla birlikte serbestçe çalışmaya resmi ve askerlik sanım artık engel olmaya başladı. Bu kutsal amaç için ulusla birlikte sonuna dek çalışmaya, mukaddesatım adına söz verdiğimden, pek tutkunu bulunduğum ulu askerlik görevimden bu gün istifa ettim. Bundan sonra kutsal milli gayemiz için her türlü özveriyle çalışmak üzere, ulusun bağrında bir savaşçı er gibi bulunmakta olduğumu arz ve ilan ederim.” (“sadeleştirildi” 50 Günlük Günce, U.Kocatürk, s; Z.Sarıhan, s; G.Jaeschke, s; T. Özakman, “kronoloji” s’den özetlenmiştir. A.Coşkun) Çünkü O, milletine güveniyordu. Milletini çamurun içindeki cevher gibi görüyordu. Oradan çıkıp işlendiğinde ise paha biçilmez elmasa dönüşeceğini düşünüyordu. Bu yüzden, zamanı geldiğinde, milletine layık görmediği saltanatı yok sayarak “…Yarın Cumhuriyet’i ilân edeceğiz.” dedi.

 

   Bir milleti millet yapan en büyük erdemin kendi kendini yönetebileceği bir sistemde var olması ve sesini duyurması olduğunu savunan Mustafa Kemal’in hâlâ Osmanlı’nın etkisinden kurtulamayan arkadaşları, O’nu davasında yarı yolda bırakmışlardı. Mustafa Kemal Söylev’inde onlar için: “…Ulusal Savaş’a birlikte başlayan yolcuların kimileri, giderek ulusal yaşamın bugünkü cumhuriyet yasalarına dek uzayan gelişmelerinde, kendi düşünce ve ruh yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe bana direnmeye ve karşı olmaya başlamışlardır…” diye bahsetmiştir. (Söylev, Velidedeoğlu, 26.Baskı, s.45)
   Yüzyıllar boyunca hanedan kişilerince yönetilmeye alışmış bir milletin cumhuriyeti benimsemesi elbette kolay olmayacaktı. O günün zorlu şartlarında Mustafa Kemal bunu başardı. Fakat bugün görülüyor ki 86 yıldır cumhuriyeti içine sindiremeyenler hâlâ koyun gibi güdülmenin özlemini çekmekteler. Hem de cumhuriyetin getirdiklerinden faydalanarak. Milletin yozlaşması için cumhuriyetten ve demokrasiden uzaklaşması yeterli olacaktır. Başka söze gerek var mı?

 

 
iletisim@PolitikaDergisi.com

 

 
 
 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.