Soğuk Savaşın Yeni Yüzü ve Türkiye

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

   “Nevruz” ardı sıra yeni bir resmi tatilli bayram; “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü”, emeğin ve dayanışmanın sahibine göre de “1 Mayıs İşçi Bayramı”...

   Dayanışacak işçinin kalmamış olması, istihdam denen şeyin sünnetlene sünnetlene iş görmez, çiş görebilir bir hale getirilmesi, ardından “Hamdolsun” sendika sayılarının ve çeşitlenmesinin emeğin dayanışması için kapital sahipleri ile değil, kendi kendileriyle “rekabet” edici noktaya getirilmesi, ardından sarısından geçtik, yeşili, ne olduğu belli olmayanı peydahlanırken; sendikaların, zaten bir avuç bırakılan işçi sınıfının üretimden kaynaklanan gücü lime lime bölünerek iş görmez ve dayanışamaz hale getirilmesi, ardından:

   1 Mayıs Emek ve Dayanışma günü, tatil promosyonlu olarak hükümet eliyle işçilerimize takdim olunacak.

   Hayırlı olsun(!)

   Hamdolsun (!)

   Taksim bir fenomen haline gelmişken, bu fenomenin artık mazide acı anımsatmalar yaratması hatta mazisi olmayan sendikalar tarafından zaten anımsatmalar bile yaratmamasının yanı sıra, mazisi olan ve rengini güneşten almış eskinin en kitlesel gücü (ki hala da öyle) bir sendika, biz Taksim başvurumuzu yaptık (Ama başvurumuz kabul olmazsa Kadıköy'e çıkarız) diyerek;

   Sayın Genelkurmay Başkanımızın atıfta bulunduğu ünlü sosyolog Max Weber'in protestan ahlakı ve “Kapitalizmin Ruhu” adlı eserde olduğu gibi “ılımlı”, “anlaşmacı” bir toplumsal sendika misyonu üstlendiklerini; “çatışmacı bir süreç istemiyoruz. Taksim için olmazsa Kadıköy olur” diye açıklamışlar;  sevin sevmeyin, “İşçi sınıfının” doktrininin kurucusu olarak kabul edilen Marx yerine, “r” harfini atarak, Max Amca’nın öğretilerini tercih etmişlerdir yine.

   Özetle, “İşçi sınıfının sınıf bilinci” iyice köreltilmiş, fakat dayanışması gereken gerçeklikler artmışken, kime karşı dayanışacaklarını bilmeyen, içeriği hükümet edenlerden ilham alan bir “dayanışma anlayışı” salık verilir olmuştur. 

   İyi de olmuştur. Kendi safını bilmeyen bir emeğin neyi korumasını, kime karşı dayanışmasını beklersiniz ki?

   Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, “halkçılık” gibi bir prensiple kurulmuş olmasına rağmen, zaten halk olanın, halkı neden savunması gerektiğinin ayırdına varamamış ve vardırılamamış, halk kitlesinin üretimdeki unsuru işçiler, bıraksanız da zaten ülke yönetemezler(!) anlayışı kendi içlerine de yerleştirilmiş “kutsallar tarafından”, yöneten ve üreten kabulünün gerekliliğini ortaya çıkarmıştır.

   Sorun kimine göre imamet sorunu! Kimine göre ise imametin kimin elinde olduğu sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır.

   Mustafa Kemal Atatürk'ün, 23 Nisan 1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılması ve egemenliğin sultandan alınarak “Millete” verilmesinin ardından bile, tebaa olanın millet olma azmi; alışkanlıklarından dolayı olsa gerek ki pek değişmemiştir.

   Hala kendine kıble arayan bir güruh, ol cemaatle birlikte F-tipi bir hocanın ardından yön aramaktadır. Yön ve yol aramak o kadar güzel bir şeydir ki; amacın, zaten kıblenin belirleyicisi olan “kabe” olmadığı da artık çok açıktır. Ya da “kabe” başkalaşmış, Ortadoğu’da, “Kabe'nin kendisi de “Money is Power” (Para, güçtür.) ile açıklanabilir olmuştur.

   Bu çekinceler ile;

   1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü,

   1 Mayıs İşçi Bayramı, öncelikle ülkemiz emekçilerine ve tüm dünya emekçilerine kutlu olsun! diyerek, gündemi oluşturan bir diğer konuya değinmek istiyorum.

* * *

   Her şey başkalaşıyor; zamanda mekân, mekanda insan, insanda algılar, değişmeyen tek şey değil mi ki değişimin kendisi, bunu da pek yadırgamıyorum. Ama yadırgadığım husus olumluyu biriktirmek yerine olumsuzların galip çıkması, bu değişim içinde en azından bu dönemlik, Türkiye sürecinde...

   Diyarbakır'ı önemsemek şekliyle özetlenebilecek bir yaklaşımın en uç sonuçlarını, 29 Mart sürecinde aşiretlerin devlete mesajı olarak aldık. Etnik milliyetçilik üzerine çıkar ilişkileri inşaası talebi gibi bir yüzleşme. Yönetim, pazarlık ve taviz olarak tanımlanırken çoğu kere, bir şeyi unutmamak gerekir ki; yönetenlerin içini doldurduğu mekânlar ve üstüne giydiği urbalar ya da atfedilen manevi sıfatların gereğini yapmak, pazarlık ve taviz ile yek başına açıklanabilecek şeyler değildir.

   Sayın Genelkurmay Başkanının yıllık değerlendirme toplantısında alıntı yaptığı Max Weber'in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eserinde; Kapitalist Sistemin, insanları bir “Demir Kafes” içerisinde yaşıyor gibi hissetmelerini sağlar çıkarımını göz ardı etmesi, şu an “demir kafesler” ardına konmuş komutan ve profesörlerin ironik bir göz ardı edişi midir bilinmez, ama bilinenin; hukuk devletinde hukuksuzluk boyutuna varan uygulamaların yaşanıyor olduğudur.

   Sayın Saylan, Yurtkuran, Haberal ve Manisalı gibi isimlerin gözaltına alınması sürecinin ardından, toplumun bir bölümünü yeniden kaplayan endişeler artarken; Haberal, Manisalı ve Yurtkuran gibi diğer değerli akademisyenlerin, bu soruşturma çerçevesinde tutuklanmaları, yargı sürecinin sonucunu bekleme sürecine girerken bu soruşturma kapsamında bir yılı aşkın bir süredir içeride tutuklu olarak yatmakta olan insanların ciddi sıkıntılar yaşayacağı da mutlaktır.

   Davanın ucunun açık oluşu, davanın içeriği ve niteliği bakımından, davayla ilintili niceliksel sayı açısından da kaçınılmaz zorluklar yaratacaktır. Fakat bu davanın bir an önce sonuçlanması önemlidir ki; “Gecikmiş adaletin de adalet olmadığı” gerçeği herkesçe malumdur.

   İşte efendim, imkânlar ve koşullar demek ile açıklanacak süreç değildir bu davanın da diğer davalar gibi dört, beş hatta onlarca sene sürmesinin muhtemel oluşu.

  

   Türkiye Cumhuriyeti, büyük bir devlettir!

   Türkiye Cumhuriyeti, demokratik bir devlettir!

   Türkiye Cumhuriyeti, hukuk devletidir!

 

   Diyenlerin ve iktidar olanların, devletin büyüklüğüne, demokratik yapısına ve hukuk devleti oluşuna halel getirmeden, en kısa zamanda bu ve diğer davaların sonuçlarının alınmasında hızlandırıcı tedbirler geliştirmek gibi sorumlulukları vardır.

* * *

   Bir diğer konu ise Azerbaycan - Türkiye ilişkilerinin geldiği çarpıcı noktadır. “İki devlet bir millet” olunduğu dillendirilen “kardeşimiz” Azerbaycan ile olan akrabalık bağlarımız, “üvey kardeşlik” noktasına varan bir çizgiye yeniden çekilmiştir.

   Azeri kaynaklara göre; Türkiye'nin, Azeri doğalgazının Türkiye üzerinden geçmesinin “izah edilemez derecede çok yüksek maliyetler ve talepler” ile geçişinin ortaya çıkması, Türkiye'nin, Azerbaycan doğalgazının aktarımı sürecinde Azerbaycan çıkarlarını pek de gözetmediği gibi bir durumun ortaya çıkması, Azerbaycan'ın “öz abisi” Rusya'ya dönmesine ve Türkiye'nin de “öz abisi” durumunda görünen stratejik ortağı ABD'nin niyet ve taleplerini, Ermenistan ile normalleşme süreci şeklinde sürdürmesiyle “iki devlet bir millet” olduklarımızla, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev'in Rusya'ya doğalgazı satacağı beyanıyla başka bir mecraya, “üvey kardeşliğe” dönmüştür maalesef.

   Bunun, Azerbaycan yönetimi ve Türkiye yönetimi açısından dengeler, taktikler ve stratejiler üzerine kurulu bir dünyada, açıklanabilir yanları mutlaka vardır. Rusya'nın, Kafkasya üzerinde etkinliğinin artması, Türkiye'nin elini çoktan zayıflatmış hayali bir projenin ardından da (Türkî Cumhuriyetler ile olan ilişkiler) çıkar ilişkisine dönmesine neden olmuştur doğal olarak.

   Türkiye-Azerbaycan ilişkileri, ticari ilişkiler açısından ele alındığından, “kar etme” güdüsü ile yürütülen bir yaklaşım, iki ülke yönetimini değilse de, iki ülke halkını derinden sarsmıştır. Tarihi birlikteliklerin, yarınlara böyle bir anlayışla, her zaman çok da sağlıklı taşınamayacağı da ortaya çıkmıştır.

   Ermenistan ile Türkiye arasında, ABD ve AB'nin etkileriyle “Normalleşme” süreci olarak başlayan süreç, yine kamuoyu tarafından dikkatle takip edilmektedir. Sınır kapısının açılması konusu gündeme düştüğünde, Azerbaycan’ın da, Rusya'da Cumhurbaşkanı sıfatıyla yaptığı açıklamada, “Karabağ Sorunu’nun” uygun bir çözüm bulunarak halledilmesi söz konusu olursa, Azerbaycan'ın da, Ermenistan'a  “dehliz” yani bir sınır kapısı açacağı dahi dillendirilmiştir. Bu karşılıklı dış siyaset, Türkiye'nin Karabağ sorunu ve sınır kapısı ilişkisini tekrar eski anlayışla paralel yürütmesi gerektiği, Azerbaycan'ın çıkarlarının bu konuda bizim çıkarlarımız olduğu söylemiyle Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı tarafından açıklanarak, yeniden bir dinginlik sürecine girme arayışına gidilmiş görülmektedir. Türkiye, ABD ve AB baskısı altında uygulamaya çalıştığı Ermenistan ile normalleşme süreci girişimini, Azerbaycan'ın öz abisini yani Rusya'yı anımsamasıyla, (Ya da Türkiye'ye bunu tekrar anımsatmasıyla) dış politika anlamında başarısız bir dönem yaşamaya başlamıştır.

   Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde yapılan seçimlerin, UBP tarafından tek başına iktidar olunacak şekilde %44'lük bir oy oranıyla kazanmasıyla ilgili bir fotoğraf çekecek olursak yaşadığımız coğrafyaya:

   Türkiye, yeni bir “Soğuk Savaş” dönemine girmiştir. Ancak yaşadığı ekonomik kriz, iç siyasi hesaplaşmalar, AB süreci, iç güvenlik meseleleri; ABD'nin, Ortadoğu kapsamında politika değişikliğine gidip gitmeyeceği, Rusya'nın düne karşılık bugünkü  Kafkasya üzerindeki elinin güçlenmesi, İran ile ABD ilişkileri; bu soğuk savaşın, önceki soğuk savaş döneminden daha çetin geçeceğine dair emareler vermektedir.

   Siyasallaşan ve bu siyasallaşması da meşrulaştırılan etnik Kürt milliyetçiliği ise birilerinin elinde, Türkiye aleyhinde, maalesef bu ülkenin vatandaşı olan Kürtlere rağmen,  (Aşiretlerin de devlet ile olan pazarlık payını güçlendirmek istemesinden dolayı) onlara “azınlık” statüsünü bahşedenler ve yöneticiler tarafından, bunu söyleyen stratejik ortağımıza verilen prim sayesinde, bu belirsiz soğuk savaşta; Türkiye halkının yeni acılarıyla birlikte, bu konunun da devletin elini zayıflatan bir araç olarak kullanılmaya devam edileceği görülmektedir.

 

Erdinc.Aydin@PolitikaDergisi.com

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 14’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 14’ü indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.