Siyasal Alanda Kimlik Siyaseti ve Kürt Realitesi

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

İnsanlar, toplu hayata geçtiğinden itibaren, gerek hayatlarını sürdürme gerekse güvenlik gerekçeleriyle bir arada bulunmaya başlamışlardır. Bu bir aradalık zamanla, siyasetin en kötü çocuklarından biri olan öteki olgusunun oluşmasına olanak sağlamıştır. Öteki; makro ölçekte belli bir grup veya topluluğun kendine ait yaşam alanı dışında bırakılmış, bu grup tarafından konulan kurallara tabi olmayan bir yapının siyaseten tanımlanmış halidir. Yeryüzü, toplu hayata geçişten itibaren -hatta daha da anlaşılır bir ifadeyle komünal yapıların oluşmasından itibaren- birçok ötekileştirme faaliyetlerine sahne olmuştur. Nihayetinde ötekini belirlemedeki temel prensip güçlü olanın zayıfa karşı bir üstünlük psikolojisinden çıkmaktadır.

Ötekileştirmenin örnekleri arasında en çok göze çarpan Doğu-Batı ayrımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğu- Batı ayrımında temel dayanaklar ise Hristiyan ve Müslüman dünyanın yapısal kültürel sosyolojik farklılaşmasıdır. Hristiyanlıktaki yerleşiklik, İslamiyetin kabile kültürünü çağdışı sayarak ötekileştirmenin temellerini atmıştır. Her iki tarafından bakıldığında yani hem Hristiyan hem Müslüman bakış açılarıyla bakıldığında iki taraflı bir ötekileştirmenin varlığı gözümüze çarpmaktadır. Zira Kuran da Müslüman olmayanları temelden ötekileştirerek ”Allah katında geçerli tek din İslam’dır” ibaresiyle ötekine yönelik yapılmaması gerekeni yani onu “yok sayma”yı kabul etmiştir.

Dünyadaki tüm öteki hareketi ve ötekileştirme süreci esasen Doğu-Batı ayrımı üzerine şekillenmiştir. Bununla birlikte her ülkenin kendi iç dinamiklerine bağlı olarak şekillenen öteki tanımlamaları mevcuttur. Örneğin İspanya’da Bask yapısı, Hristiyan dünyasının kendi içerisindeki Katolik-Ortodoks ayrışması, Belçika’da Velon-Flaman farklılığı ve Türkiye’de Kürt realitesi de ötekileştirmenin en güzel örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstünde durmadan geçemeyeceğimiz bir husus ise “Ötekileştirme”nin arkasındaki yapılardır. Eğer felsefi bir bakış açısıyla olayı değerlendirirsek, hiçbir ötekinin durduk yere öteki olmadığını, bu farklı yapıların zamanla aradaki katalizörler tarafından makro düzeydeki toplumdan sıyrılarak mikro ölçekte yeni bir yapıya büründüğünü görebiliriz. Ve bir öngörü olarak da söyleyebileceğimiz şey ise, dini kimlikli ötekileştirmenin tarikatları; etnik kimlikli ötekileştirmenin ise milliyetçilik hatta katalizörün gücüne bağlı olarak ırkçılığı yarattığı noktasıdır.

Kimlik ise; belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan topluluğunun aidiyetini gösteren, o topluluğu tanımlayan önemli bir kavramdır. Ulus devletlerde kimlik tektir ve öyle de olması gerekir. Ve bu anayasal güvence altına alınmalıdır. Örneğin Türkiye bir ulus devlettir. 1924 Anayasasında Türkiye’de yaşayan herkese Türk halkı denir.* 1982 Anayasasında da devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk vatandaşıdır, denilerek bir anlamda kimlik siyasetinin önüne geçme çabası sergilenmiştir. Ne var ki günümüzde mikro düzlemde kimlik tanımlamaları baş göstermiştir. Kürt, Laz, Çerkes, Zaza, Gürcü, Rum gibi etnik kimlikler siyasete malzeme edilmiş ve ayrıca bu kimliklere mensup olanlar da bu malzemelililiğin farkında olmadan siyasette yeni tartışma ortamlarına çekilmiştir.

*Editör notu=>  1924 Anayasası ilgili 88.madde özgün metin: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla ‘Türk’ ıtlak olunur (denir).”

Uzunca bir süredir en çok konuşulan konu Kürt realitesi üzerine şekillenmiştir. Açılım diye yeni yol haritaları çizmek ulus devlet olan Türkiye için körün eline pimi çekilmiş bir el bombası bırakmakla eş değer niteliktedir. Kürt grup diye tanımlamalar başlayınca ulus devlet sarsılmaya başlar. Yugoslavya örneği hatırlarımızdan çıkmamalıdır. Ülkeyi kuran ana damarlara siyaset sahasından özel bir vurgu yapılmamalıdır. Bu sorun siyasi bir sorun değildir, bu yüzden sorunun çözümü siyaset arenasında aranmamalıdır. Bölge insanın göç etmesini engellemek siyasetin, devletin görevine yardımcı olmak adına girişmesi gereken tek noktadır.

Terör bitmelidir. Terörün bitmesi için, dağ taş topla tüfekle ateş altına alınmamalıdır. Zira 4 yılda birçok devlete karşı bağımsızlık savaşını kazanan bir Türkiye, 1983 yılından beri bu politikayla hala kazanamamaktadır. Bölgede insanlar Reform değil Rönesans beklemelidir. Rönesansı yaşamadan Reform’u yaşamak imkansızdır. Bu Rönesans ise ekonomik denklemlerin iyileştirilmesinden geçmektedir. Coğrafi yetersizlik bir çözümsüzlük olmamalıdır. Bölgeye yönelik olarak büyük şirketlere, devlet teşvikiyle yatırım yapmaya zorlamak gerekmektedir. Sulama alanlarının büyütülerek bölgede sanayinin alternatif maliyetinin göç değil tarım olması teşvik edilmelidir.

Bununla birlikte, öncelikle Kürt sorunu olarak adlandırılan olguyu, realiteyi ülke halkına iyi anlatmak “Politik”in ana görevidir. Politik olan ise; başta hükümet olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderlerinden oluşmaktadır. Halka anlatılması gerekenin başında da Kürt kimliği ile terörist kimliğinin birbirinden ayrılması gelmelidir. Zira ülke halkında Kürt kimliğine karşı olumsuz bir bakış açısı milliyetçi damardan beslenen partiler tarafından kaynaklanmaktadır.

Konuşulan dil, iletişimin en güçlü aracıdır. Dil bir toplumun geçmiş, bugün ve geleceğini birbirine bağlayan sihirli bir enstrümandır. Dil içinde yer alan şive farklılıkları ise kültürel bir zenginlik olarak karşımıza çıkar. Bir ülkede konuşulan dil çeşitliliğinin fazla olması ise o ülkenin bölünme tehdidiyle karşı karşıya kalmasına değil, bilakis daha da gelişmesine imkan tanır.  Çünkü konuşulan dil, endemik olarak belirli bir bölgenin iletişimi için kullanılmaktaysa bu bölgenin öz yapılarını değerlendirme, sosyokültürel anlamda da bölgenin tanımlamalarını geliştirir. Bölgeye verilen önem artar.

Türkiye’de Kürt olmak,  şoven milliyetçilerin desteği ile kötü, kendisinden nefret edinilen, varlığının bir tehdit algısı olduğu bir tabu olmuştur. Ülke de belirli bir konsensüs sağlanmalıdır. Bu konsensüs tek vatandaşlık ölçeğinde kalmalıdır. Zira etnik kimlik siyaseti 20. yüzyıldan miras alınan, siyaset biliminin istenmeyen kötü çocuğudur. Etnik kimlikler bir ülkenin -hele ki bu ülke üniter bir yapıysa- dibinin dinamitlenmesi için çalışılması gereken bir saha olarak karşımızda durur.

Türkiye’de etnik kimlik tanımlaması yapmak da etnik kimlik siyaseti yapmak da, ülkenin hayrına bir iş olmamaktadır. Burada kaybeden salt devlet olmayıp, demokrasi, vatandaş, etnik yapılar da bu kayıptan payını alacaktır. Türkiye Kürt sorununu kendi iç dinamikleriyle çözecektir. Ülkede yaşayan Kürt vatandaşların ana dillerini değiştirme çalışmaları düpedüz faşizmin ayak sesidir. Hükümet illa bir şey yapmak istiyorsa ana dili Kürtçe olan bir çocuğa, 8 yaşına kadar nasıl Türkçe öğreteceğinin yolunu bulmalıdır.

Özetle;

Bölge sorunları çok çeşitli olsa da hepsinin temeli eğitim eksikliğinden ileri gelir. Eğitimin önemi bugün değil, yıllar sonra karşımıza çıkar. Eğer ki üniversiteye giriş sınavında bölge illeri başarı sıralamasının sonunda yer alıyorsa; çocuklar okullara ellerinde hala tezekle gidiyorsa; ismi “Bilge” de olsa bilgisizce 44 kişiye bir köy mezar oluyorsa; çocuklar boş mermi kovanlarıyla misket oynuyorsa; hüküm edenler kapalı kapılar ardında görüşmeler yapıp, tarihi fırsatları sorunun gerçek taraflarından gizliyorlarsa; bu sorunu çözmek için sadece açılmak yetmez. Zira bu açılma, yüzmeyi bilmediğimiz bu denizde çok çabuk boğulmakla sonuçlanacaktır.

ilker.ekici@politikadergisi.com

 

Yorumlar

Başarılar...

Sevgili Kardeşim İlker ,

Politika Dergisine katılımın bizi çok mutlu etti..."Siyasal Alanda Kimlik Siyaseti ve Kürt Realitesi" adlı yazının bir bölümünde genelde sürekli karşılaştırması yapılan Türkiye-Yugoslavya örneklemesi genelde Banu Avar gibi Aydınlarımız(!) tarafından da yapılmaktadır.. Fakat burada bir gerçek göz ardı edilmektedir ki bu da bu iki ülkenin kuruluş felsefesi ve devlet yapısının belirlenmesinde dahi derin uçurumlar yatmakta ve bunlar bilinçli veya kasıtlı gözden kaçırılmaktadır...Çünkü ; Yugoslavya kuruluşunu federatif olarak oluşturmuş kendisini oluşturan 6 federe devletin istediğinde bağımsız olabilme seçeneğini onlara sunarak Tito sosyalizmi çerçevesinde bir yapı oluşturmuştur ; Türkiye ise baştan üniterizmi tek yol olarak seçmiş ve bunun kimlik olarak emperyalizm tarafından oluşturulmak istenen çatlaklarada 1924 Anayasası ilgili 88.madde özgün metindeki maddeyle set çekmiştir..

Yazında da belirttiğin gibi Türkiye de maalesef ırkçılık , karşıtların birliği ni de kabul ederek birbirini beslemekte ve bunun dışındaki (Kemalizmin ulusçuluğu) görüş ve fikirleri kendilerine ortak tehdit olarak görerek kasıtlı bir şekilde yok saymaktadır...

En kısa zamanda görüşmek dileğiyle hoşçakal ...

Tuğrul Köprülü'ye

Sevgili dostum;
dediğin gibi Yugoslavya ile ülkemizinkuruluş felsefesi birbiriyle ayrıdır. Ancak ülkemiz özelinde Kürt kimliği üzerine getirilen ötekileştirme süreci gittikçe hız kazanmaktadır. Emperyalizmin güzel bir oyunu olarak karşımızda duran etnik kimliğe dayalı ötekileştirmenin zararlarını anlatan bu çalışmada karşılaşılan sorunlarla birlikte çözüm önerileri de sıralanmıştır.
İlgin için teşekkür ederim.
En kısa zamanda görüşmek umuduyla..

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.