Karadeniz Havzası (Türkiye, Rusya Federasyonu, Balkanlar, Kafkaslar, Ukrayna) medeniyetler arası işbirliği açısından belki de dünyanın en önemli bölgelerinden biridir. Çünkü bölge birbirinden çok farklı dinlerin, kültürlerin ve etnik grupların bir arada yaşadığı bir alan olmuş ve bu süre zarfında söz konusu gruplar kendi ilkelerinden çok az taviz ile bir arada yaşamayı başarabilmişlerdir. Dünyanın birçok bölgesi ile kıyaslandığında bu bölgede özellikle Müslümanlar ve Hıristiyanlar geçen yüzyıllara rağmen ilk dönemdeki özelliklerini muhafaza ederek ve şaşırtıcı bir şekilde ortak noktalar geliştirerek bir arada yaşamasını öğrenmişlerdir. Bugün de Başta Türkiye, Bulgaristan, Ukrayna, Romanya ve Rusya olmak üzere birçok Karadeniz ülkesi çok farklı din, mezhep ve etnik kökenden insana vatanlık etmektedir.
Denebilir ki, Karadeniz Havzası ülkeleri gerek tarihsel birikimleri, gerekse coğrafi konumları ile Doğu ile Batı arasında doğal bir köprü ve aynı zamanda doğal bir sentez oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle medeniyetler arası ilişkilerde Karadeniz’in eksikliği büyük bir kayıptır. Ne yazık ki bu durumun Karadeniz ülkeleri de, dünya da farkında değildir.
Karadeniz Havzası ülkelerini tek tek ele aldığımızda Karadeniz’in medeniyetler arası işbirliği için ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Havza’nın Türkiye ile Tarihi Bağlantısı
Karadeniz Havzası’nın önemli bir kısmı aslında Osmanlı coğrafyasıdır ve Balkanlar, Trakya ve Kuzey Karadeniz Osmanlı Anlayışı’nın en iyi uygulamalarının sergilendiği alandır. Bu bölgelerde Osmanlı hâkimiyeti yaklaşık 500 yıl sürmüş olmasına karşın Osmanlı yıkılırken dahi bölgedeki dinler, mezhepler ve etnik gruplar ilk gündeki inanç ve özelliklerini koruma olanağını bulmuşlardır. Çok sayıda farklı grup aynı coğrafyada denebilir ki çatışmasız yaşayabilmişlerdir. Bu anlamda Osmanlı mirası günümüzdeki medeniyetler arası gerginliklerin giderilmesinde çok önemli ipuçları sunmaktadır. Osmanlı’nın çekildiği bölgelerde etnik çatışmaların yaşanmış olması ‘Osmanlı Formülü’ üzerinde yeniden durmayı gerekli kılmaktadır.
Osmanlı mirasına sahip en önemli ülkelerden biri olarak Türkiye 1923 Devrimi ile birlikte bir arada yaşama konusunda mevcut reçetelere yenilerini de eklemeyi başarmıştır. Müslüman bir ülkede tam anlamıyla laik bir devlet bunun en önemli unsurlarındandır. Gerçi Osmanlı Devleti de hiçbir zaman salt dini kurallar ile yönetilen bir devlet olmamıştır. Özellikle diğer dinlerden kişilere kendi hukukları uygulanmış, devlet işlerinde seküler kaynaklar da etkili olmuştur. Bu anlamda Osmanlı Devleti’nin din anlayışı 20. ve 21. yüzyıldaki radikal dinci akımlar ile karşılaştırılamaz ve bu devlete dinci/teokratik bir devlet denilemez. Türkiye Cumhuriyeti ise dünyada bir ilki başararak İslam dünyasının ilk laik devletini kurmuştur. Bu düzen içinde devlet kendisini tüm dinlere, mezheplere ve farklı kültürel arka planlara eşit uzaklıkta olarak tanımlamıştır. Bu sayede Türkiye Cumhuriyeti’nde Hristiyan ve Musevi azınlıklar Osmanlı’daki avantajlarını Türkiye Cumhuriyeti döneminde daha da genişletme olanağı bulmuşlardır. 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı esnasında yaşanan işgaller ve ayaklanmaların etkisiyle bazı kaynaklar Türkiye deneyimini suçlamak istemişlerse de Avrupa’nın anti-Semitizm ve dini-ırki ayrımcılık açısından en temiz ülkesinin Türkiye olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türkiye’de devlet ile Museviler arasındaki ilişki bunun en bariz kanıtıdır. 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı esnasında Museviler devlete açıktan destek vermişlerdir ve tek vatanları olarak Türkiye’yi görmüşlerdir. Savaş sonrasında tüm Avrupa’da Yahudi düşmanlığı tırmanırken Türkiye’de Cumhuriyet rejimi Nazi yönetiminden kaçan Almanya Yahudilerine kucak açmıştır. Tıpkı 15. yüzyılda İspanya Yahudileri’ne Osmanlı Devleti’nin kucak açması gibi Hitler döneminde Yahudiler için bir sığınma kapısı da Türkiye olmuştur. Bir yandan Paris Elçiliği örneğinde olduğu gibi Türk yabancı misyonları Yahudileri, Nazi yönetiminden çıkarmaya çalışmıştır diğer taraftan da Türkiye, Avrupa’da Yahudileri Almanya’ya göndermeyen tek kıta Avrupası ülkesi olmuştur. İstisnasız tüm kıta Avrupası ülkeleri Yahudileri Almanya’ya teslim ederken Türkiye bu talebi açıkça reddetmiştir.Günümüz Türkiyesi’nde de Yahudiler, Hristiyanlar ve diğer dini, etnik vb. cemaatler her türlü haklarını yasal güvenceler altında kullanmaktadırlar.
Türkiye’nin medeniyetler çatışmasının engellenmesi anlamında bir diğer özelliği de bölgesinin genel özelliklerini ulusal kimliğinde özümsemesidir. Bugün Türkiye nüfusunu oluşturan gruplar bölgedeki hemen her ülkeden Türkiye’ye gelerek yerleşmişlerdir. Diğer bir deyişle Türkiye nüfusunun % 99’u Müslüman görünse de nüfusun yarısından fazlası göçmendir ve Yugoslavya’dan Gürcistan’a, Bulgaristan’dan Irak’a kadar çok geniş bir coğrafyadan kültürel birikimlerini Türkiye’ye taşımışlardır. Türkiye’nin bu bağlamda Karadeniz Havzası’nın bir tür prototipi olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Bu nedenle Balkanlar’da bir savaş çıktığı zaman Boşnaklar, Makedonlar, Kosovalılar vb. sığınmak için etnik kökenleri Türkiye’de olmamasına karşın Türkiye’yi tercih etmektedirler. Benzeri bir şekilde Kafkaslarda Gürcüler ve Abhazlar savaşmakta, ancak her iki grup da Türkiye’yi kendilerine yakın bulmaktadırlar. Makedonya ve Gürcistan nüfuslarının önemli bir kısmı Hristiyan olmasına rağmen kendilerini Türkiye’ye çok yakın hissetmekte ve Türk insanı ile benzerlikleri çok olan bir hayat yaşamaktadırlar. Hatta Ermenistan, Yunanistan gibi Havza’da Türkiye ile siyasi sorunları olan ülkeler dahi günlük yaşamlarında neredeyse bir Türk gibi yaşamaktadırlar. Denilebilir ki Müslüman bir Türk ile Müslüman bir Arap arasındaki farklar Müslüman bir Türk ile Hristiyan bir Yunanistanlı arasındaki farklardan çok daha fazladır. Diğer bir ifade ile halklar arasındaki benzerlikleri oluşturan sadece dinleri değildir. Ortak bir geçmişte Karadeniz halkları birbirlerine çok benzemişlerdir.
Türkiye’yi Karadeniz Havzası halkları ile kaynaştıran süreç henüz sona ermemiştir. Son yıllarda ticaret ve turizm Türkler ile Ruslar, Romenler, Bulgarlar, Gürcüler, Ukraynalılar ve diğer Karadeniz halkları arasındaki karma evlilikleri rekor düzeyde arttırmıştır. Bugün sadece Ruslar ve Türkler arasında 90.000 civarında evlilikten bahsedilmektedir ki, bu rakam yakın bir gelecekte yüz binlerce Rus-Türk melez insan demektir.
Tüm bu unsurlar dikkate alındığında Türkiye ve Karadeniz Havzası halklarının dinsel farklara rağmen ne kadar çok birbirlerine benzediklerini ve medeniyetlerin uyumu anlamında ne kadar çok potansiyele sahip olduklarını gözler önüne sermektedir.
Rusya Federasyonu
Karadeniz Havzası’nın en önemli ülkelerinden Rusya, Hristiyan, Müslüman ve Musevi tüm semavi dinlerden milyonlarca kişiye ev sahipliği yaptığı gibi 20 milyondan fazla Müslümanın da yaşadığı ülkedir. Çok farklı etnik kökenden gelen Rusya Müslümanları, İslam dünyası içinde çok özel bir konuma sahiptirler. Tıpkı Türkiye ve Avrupa Müslümanları gibi Rusya Müslümanları da İslam dünyası içinde daha ılımlı ve moderniteye en uyumlu grupları oluştururlar. Bu nedenle Rusya Federasyonu Müslümanlarının diğer etnik ve dini gruplar ile ilişkileri, modernite ve demokrasi karşısında geliştirdikleri tutum çok kıymetli dersler içermektedir. Bu birikimin ne dünya, ne bölge ülkeleri, ne de Rusya Federasyonu yeterince farkındadır. Oysa ki İslam dünyası sadece Arap dünyasından, veya Ortadoğu’nun çatışmalı bölgelerinden ibaret değildir. Önce Çarlık rejimi altında evrimden geçen Rusya Müslümanlığı, daha sonra da temelde ateist politikalar olan komünist rejimin baskılarından geçmiştir. Sonuçta kendisini korumada ve diğer kültürel ve dini unsurlar ile bir arada yaşamada paha biçilmez deneyimler kazanmış bir topluluk ortaya çıkmıştır. Eğer bu topluluğun birikimlerine kıymet verilir ise, Rusya bölge ve dünyada çok kazançlı çıkacaktır.
Rusya 20 milyonu aşan Müslüman nüfusu ve toplumda nüfuslarının ötesinde etkinliği olan Müslümanlarıyla aslında önemli bir Müslüman ülkesidir de. Diğer bir ifadeyle Rusya hem Hristiyan, hem de Müslüman dünyada ilişkilerin geliştirilmesine ciddi katkılar sağlayabilir. Bu çerçevede nispeten yeni bir ülke olması nedeniyle Rusya’nın Müslüman dünyadaki girişimlerinde ve Müslüman-Hristiyan ilişkilerinde Türkiye ile birlikte hareket etmesi ve birlikte inisiyatifler geliştirmesi hem politikalarını daha verimli hale getirir, hem de içeride Müslümanlar ile devlet ilişkilerinde katkılar sağlar.
Rusya bahsinde üzerinde durulması gereken önemli bir diğer konu da Çeçen sorunudur. Bu konuda Moskova’nın istediği ölçüde başarılı olmadığını bizzat Rusya’nın kendisi de kabul etmektedir. Rusya’da bazı çevrelerin kanaatlerinin aksine bu durum sadece Rusya’ya değil, Kafkasya’ya, Karadeniz Havzası’na, Türkiye’ye ve tüm Müslüman coğrafyaya da zarar vermektedir. İlk olarak Çeçenistan’daki silahlı çatışmalar bahsi geçen coğrafyada istikrarsızlığa yol açmakta ve radikalleri güçlendirmektedir. Konuyu Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında bir tür ‘cihat’ olarak yansıtan radikaller medeniyetler çatışmasından medet ummaktadırlar. Hatta denebilir ki Bosna Olayları, Karabağ’ın Ermeni güçlerince işgali, Filistin sorunu, Irak Savaşı ve Afganistan savaşı ile birlikte Çeçen Sorunu hala Müslüman dünyadaki radikalleşmelerin en önemli kaynaklarından biridir. Aynı zamanda medeniyetler çatışmasını da besleyen en önemli sorunlardandır. Bu durumda Rusya’nın Çeçenistan sorununun hallinde Müslüman dünya ile yakın dirsek temasında olması gerekmektedir. Konu bir yönüyle iç sorundur ve Rusya’nın bu konuda her türlü güvenlik önlemini alması hakkıdır. Ancak konunun bir diğer boyutunun küresel ve medeniyetler arası ilişkilerde olduğu unutulmamalıdır. Rusya’nın bu konuda diğer Müslüman ülkeler ile, daha da önemlisi Rusya Müslümanları ile birlikte hareket etmesinin Rusya’ya büyük fayda sağlayacağı söylenebilir. Ayrıca Çeçen Sorununun halli için Karadeniz’de gerçekleştirilecek bir işbirliği daha büyük çaplı bir medeniyetlerarası işbirliğinin zeminini de oluşturabilecektir. Diğer bir deyişle sorunlar sadece sorun olarak görülmemeli, daha büyük işbirlikleri için fırsata dönüştürülmelidir.
Bulgaristan
Bulgaristan çok farklı kültürleri kimliğinde birleştirmiş ender ülkelerden biridir ve medeniyetler arası işbirliğinde aktif rol alması gereken ülkeler arasındadır. Ülke 5 asır kadar Osmanlı yönetiminde kalmış, bu dönemde ülkede Müslüman ve Hristiyan nüfus neredeyse çatışmasız bir arada yaşamıştır. Hristiyanlar kendi dini hukukları ile yaşamlarını sürdürürken, Müslümanlar İslami kurallara göre yaşamışlardır. Ancak geçen bu süre içinde hem taraflar dini kimliklerini koruyabilmişlerdir, hem de birbirlerine birçok açıdan benzemişlerdir. Yemek kültüründen, düğünlere, dilden, sosyal yaşama kadar birçok alanda Hristiyan Bulgarlar ile Müslüman Türk kökenli Bulgarlar birbirlerinin adetlerini benimsemişler, birbirlerine şaşırtıcı bir benzerlik göstermişlerdir. Geçmişte yaşanan tüm sorunlara rağmen bir arada yaşama konusunda her iki tarafın da çok güçlü tecrübeleri olduğu ve birbirlerini çok iyi anladıkları rahatlıkla söylenebilir.
Bulgaristan’ı medeniyetler arası işbirliğinde ön plana çıkaracak bir diğer özelliği de Müslüman nüfusun yoğunluğudur. Bulgaristan kurulduğu günlerden son döneme kadar sadece bir Hristiyan ülkesi olmamıştır. Müslüman nüfus bir dönem % 50’ler civarındayken zamanla bu rakam azalmış, ancak göçlere ve Jivkov döneminin baskılarına rağmen yine de kayda değer bir seviyede kalmıştır. Bugün Bulgaristan’ın nüfusu 8,9 milyon olarak tahmin edilmektedir. Çeşitli kaynaklara göre değişmekle birlikte Bulgaristan vatandaşı Müslümanların nüfusunun 1 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. Bu durumda Müslümanların toplam nüfusa oranı %10’un üzerindedir. Diğer bir ifadeyle Bulgaristan sadece Hristiyan bir toplum değildir. Bulgar Hükümeti aynı zamanda Müslümanların da hükümetidir ve Müslümanlar ile Hristiyanlar arası diyalog da çok kilit bir rol oynayabilir.
Medeniyetler arası işbirliğinde Bulgaristan’ın bir diğer avantajı da ülkedeki Müslüman Türk azınlığın geçmişte şiddete başvurmamış olması ve radikalizme prim vermemesidir. Şu anda da ülkenin en büyük siyasi partilerinden birini Müslüman Türk partilerden biri oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle Bulgaristan Müslüman Türklerinde siyaset ve diyalog kültürü oldukça güçlüdür. Jivkov ve Komünist dönemin kötü tecrübelerinden önemli dersler çıkaran ve AB yolunda emin adımlarla ilerleyen Bulgaristan toplumu da Müslüman Türk azınlığın kendisini yasal yollarla ifade etmesine yardımcı olmaktadır. Bu da diğer bir çok ülkede nadir görülen bir olgunluktur.
Bulgaristan medeniyetler arası ilişkilerde çok ağır bedeller ödemiş bir ülkedir ve bu bedellerden çok kıymetli tecrübeler edinmiştir. Jivkov döneminde Müslüman Türk azınlığın isimleri değiştirilmiş, tamamen asimile edilmeleri için ırkçı uygulamalara gidilmiştir. Ancak bu uygulamaların üzerinden çok kısa bir zaman geçmesine rağmen Bulgaristan azınlıklar ile ilişkilerinde çok radikal adımlar atmış ve devrimsel bir dönüşüm yaşamıştır. Gelinen noktada Bulgaristan Müslümanların ve diğer azınlıkların en fazla özgürlüklerini kullanabildikleri sayılı ülkeler arasına girebilmiştir. Aynı şekilde bir dönem son derece sıkıntılı olan ve karşılıklı restleşmelere sahne olan Türkiye-Bulgaristan ilişkileri bugün dünyada bir çok ülkeye örnek olabilecek düzeydedir. İki ülke arasındaki her türlü ilişki radikal bir şekilde patlama göstermiştir.
Bosna-Hersek ve Eski Yugoslavya
Dünyanın son dönemde yaşadığı en önemli trajedilerden biri de Bosna Soykırımı oldu. İkinci Dünya Savaşı’nda tarihe gömüldüğü sanılan ırkçılık ve soykırım Avrupa’nın ortasında yeniden görüldü ve bu durum medeniyetler arası işbirliğinin ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Her ne kadar Karadeniz Havzası’nda medeniyetler arası işbirliği konusu gündemin en ön saflarında yer bulamamaktaysa da Bosna Savaşı, Karabağ çatışması ve diğer bazı örnekler açıkça göstermiştir ki medeniyetler arası işbirliğine en çok ihtiyaç duyan bölgelerin başında Karadeniz gelmektedir. Gelecekteki riskler dikkate alındığında bölge medeniyetler arası çatışmaların ortaya çıkması için her türlü istismara açıktır. Buna karşın yukarıda belirttiğimiz nedenlerin de etkisiyle bölge böyle bir işbirliğine liderlik edebilecek güce de sahiptir.
Bosna Savaşı ne kadar bir arada yaşarlarsa yaşasınlar ve birbirlerine birçok açıdan ne kadar benzerlerse benzesinler toplumlar arasında ırkçılığın ve çatışmaların hortlamaması için medeniyetler arasında sürekli bir iletişimin ne kadar gerekli olduğunu kanıtlamıştır. Boşnakları katleden milisler bu kişileri ‘Türk’ olarak adlandırmışlardır. Bazı durumlarda da Boşnaklar sadece ‘Müslüman’ olarak adlandırılmıştır. ‘Türk’ algılaması tarihsel önyargılara işaret ederken, ‘Müslüman’ etiketlemesi dini önyargıları göstermektedir. Oysa ki taraflar arasındaki farklar böyle bir katliamı gerektirecek düzeyde değildir. Bu da bir kez daha kanıtlamıştır ki medeniyetler çatışmasına örnek gösterilen Bosna Sorunu aslında medeniyetler arası işbirliğine ne kadar çok ihtiyaç duyulduğunun en önemli kanıtıdır.
Balkanlar
Genel olarak Balkanlar’da eski Yugoslavya trajedisinin tekrar etmesi olasılığı her zaman vardır. Bölge çok sayıda dilden, dinden ve kültürden insanı barındırmaktadır. Ancak bu bölgede köklerini Osmanlı geleneklerinden alan İslam anlayışı en azından Müslümanların radikalleşmesine izin vermemektedir. Bölgede eğer Bosna ve Kosova benzeri olaylar tekrar etmez ise, İslam adına radikal grup ve devletler yerine Türkiye ve diğer Avrupa Müslümanları ile işbirliği içinde olunur ise Balkanlar, medeniyetler arası uyumun gerçekleşebileceği en uygun yerdir. Türk-Yunan, Sırp-Boşnak, Arnavut-Sırp vb. karşıtlıklar aslında bir tür şansa dönüşebilir. Bu konuda Avrupa Birliği’nin olduğu kadar Karadeniz ülkelerinin de büyük sorumlulukları vardır. Çünkü bölgede başta Türkiye, Bulgaristan ve Rusya olmak üzere Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin önemli çıkarları ve bu ülkeler üzerinde etkileri bulunmaktadır.
Kafkasya ve Türk-Ermeni Sorunu
Karadeniz’in medeniyetler çatışmasında karşılaştığı en önemli risk alanlarından biri Türk-Ermeni ilişkileridir. Gerek Ermenilerin ‘soykırım’ iddiaları, gerekse Azerbaycan topraklarının yaklaşık % 20’sinin Ermeni güçlerince işgal edilmiş olması medeniyetler arası ilişkilerde en çok istismar edilen konulardan biridir. Nitekim ‘Medeniyetler Çatışması’ adlı çalışmasında Samuel P. Huntington da Karabağ Savaşı’nı medeniyetler çatışmasının olduğuna dönük önemli bir kanıt olarak sunmuştur. Yine İslam coğrafyasında bazı radikaller Karabağ Savaşı’nı bir tür İslam-Hristiyanlık çatışması olarak lanse etmektedirler ve “sıradan bir Hristiyan saldırısı” tezini işlemektedirler.
Bu karanlık tabloya karşın daha önce de belirtildiği üzere büyük sorunlar aynı zamanda büyük fırsatlar da getirir. Bu noktada Karadeniz çapında ortak bir çabaya ihtiyaç vardır. Zaten şu anda Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki bulunmamasına rağmen Türkiye’deki tek Ermenistan temsilcisinin KEİÖ temsilcisi olması kayda değer bir durumdur. Diğer bir deyişle Türkiye ve Ermenistan kalıcı diyaloğunu ancak KEİÖ üzerinden gerçekleştirmektedir.
Sorunun çözümünde Karadeniz işbirliği çerçevesinde ilişkiler artırılabilir ve diğer bölge ülkelerinin Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan’a yardımcı olmaları gerekir. Sorun bir bölge sorunu olarak ele alınmalıdır.
Yüzyıldan fazla sürmüş bir sorunun çözümü günümüzde mümkün olamaz görüşü doğruluk payı olmakla birlikte kesin yanıt değildir. Tıpkı Türkler ve Bulgarlar gibi veya Türklerle Yunanlılar gibi Ermeniler ile Türkler de ortak bir geçmişe sahiptir. Hatta denebilir ki Ermenilerin yeryüzünde en çok bir arada yaşadıkları millet Türklerdir. Türkler de Ermeniler de binlerce yıldır Karadeniz Havzası’nı paylaşmışlardır. Ortak bir yaşam biçimi ve düşünme tipi oluşturmuşlardır. Tıpkı diğer milletler için yaptığımız tespiti Türkler ve Ermeniler için de yapabiliriz. Bir Türk‘e birçok Müslüman milletten daha çok bir Ermeni benzer. Bu da kesin bir şekilde ortaya koymaktadır ki iki millet arasındaki en önemli benzerlikleri sadece din değil, ortak bir geçmiş de yaratabilmektedir. Türkler ve Ermeniler kadar birbirine benzeyen ikinci bir çift bulmak zordur desek yeridir. Bu da hem Türk-Ermeni ilişkileri için, hem de Karadeniz’de bir medeniyetler uyumu için ümitlenmeyi yeterli kılmaktadır. Eğer Türkler ve Ermeniler Kafkaslar’da kalıcı bir barış sağlayabilirlerse Karadeniz’in diğer sorunları için de ümitler artacak demektir. Sorunlarını neredeyse kan davasına çevirmiş bu iki farklı dinden milletin barışması dünyadaki medeniyetler arası sorunların giderilmesinde de önemli bir örnek olacaktır. Hatta denebilir ki Türkler ve Ermeniler aralarındaki sorunları merkez alarak tüm dünyada medeniyetler arası işbirliğinde öncülük yapmaları gerekir. Bunu da Karadeniz’de başlatmak mümkündür.
Gürcistan
Diğer Karadeniz ülkeleri gibi Gürcistan da medeniyetlerin kesişme noktasında yer alır. Dünyanın en eski Hristiyan topluluklarından olan Gürcistan’da çok sayıda Hristiyan ve Müslüman topluluk bulunmaktadır. Abhazya, Osetya ve Acer sorunları bazı kesimlerce medeniyetler arası bir sorun haline getirilmek istenmektedir. Özellikle Abhaz-Gürcü çatışmasını bir tür Hristiyan-Müslüman dinler savaşı gibi gösterme çabası gözlerden kaçmamaktadır. Bu noktada Türkiye’nin ve Gürcistan’ın tavrı son derece yapıcı olmuştur. Türkiye‘de nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülke olmasına rağmen sorunu din merkezli görmemiş ve Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden yana tavır almıştır. Her iki etnik grubu da barındıran bir ülke olarak Türkiye sorununun dinler ve kültürlerarası bir soruna dönüşmemesi için çabalarını sürdürmektedir. Aynı şekilde Gürcistan da bölgedeki en büyük Müslüman ülke olan Türkiye ile yakın ilişkiler geliştirmeyi tercih etmektedir. Bu da iki ülkenin dış ilişkilerinde dinin ayırıcı unsurlarını değil, istikrarı arttırıcı evrensel bir bakış açısını benimsediklerini göstermektedir. Taraflar birbirlerinin dinlerini neredeyse hiç önemsemeksizin yakın bir ilişki kurabilmişlerdir. Üstelik bu ilişki son yılların bir ürünü değildir. Osmanlı Devleti döneminden bir mirastır.
Karadeniz’de geliştirilecek bir medeniyetler arası işbirliği ortak anlayışından en çok istifade edecek ülkelerin başında gelecek olan Gürcistan, aynı zamanda böyle bir anlayışa en çok katkı sağlayabilecek ülkelerden de biridir. Türkiye-Gürcistan örneğini diğer ikili ilişkilere de taşımak mümkündür. Böylece hem azınlıkların hakları güvence altına alınmış olacaktır, hem de ülkelerin istikrarı ve ülke bütünlüğü tehlikeye girmemiş olacaktır.
Karadeniz Havzası’nda Uzlaşı Zemini Yaratmak...
Medeniyetler arası işbirliğini söylemden çıkarıp uygulamaya sokmanın önünde çok fazla engel bulunmaktadır. Her şeyden önce medeniyetler arası çatışma isteyenlerin motivasyonu çok daha fazladır. Ayrıca yıkıcı olmak, yapıcı olmaktan her zaman daha kolay olmuştur. Tüm bunlara bir de iletişim eksikliği ve önyargılar eklendiğinde medeniyetler arasında çalışan bir işbirliği mekanizması oluşturulmasının önündeki engeller daha da artmaktadır. Ancak Karadeniz Havzası bu konuda istisnai bir bölgedir. Yüzlerce, hatta binlerce yıllık ortak yaşama birikimi Havza’daki halkları birbirine daha fazla benzetmiştir. Çatışmalar ne kadar şiddetli olursa olsun bu bölgede bir arada yaşayamayacak halk yoktur demek abartı olmayacaktır. Diğer bölgelerle kıyaslandığında daha fazla sayıda farklı din ve mezheplere bölünmüş olmalarına rağmen bu bölgedeki halkların ortak yaşama konusundaki yetenekleri ve aralarındaki benzerlikler sanılandan daha fazladır. Çatışmalar kısa sürede sona erdirilebilecek türdendir. Yeter ki taraflar arasında sağlıklı bir iletişim platformu kurulabilsin. İşte Karadeniz’de medeniyetler arası işbirliği için oluşturulabilecek bir sistem bu işlevi yerine getirebilecektir.
Yukarıda sayılan unsurlara ek olarak, Soğuk Savaş sonrasında bölgede çok büyük bir güç boşluğu ortaya çıkmıştır ve bölgeyi olduğu kadar tek tek ülkeleri de tehdit eden yeni tehdit kaynakları gözlenmektedir. Terörizm, organize suçlar, insan ticareti, kontrolsüz göç bunlardan sadece bir kaçıdır. Başta ABD olmak üzere bölge dışı güçler bölgedeki güç boşluğunu gerekçe göstererek bölgeye girmektedirler. Bu ortamda Karadeniz ülkelerinin Karadenizlilik bilincini geliştirmeleri ve ellerindeki birikimi güce dönüştürmeleri gerekmektedir. Ülkeler arasındaki önyargıları ve ilgisizliği ortadan kaldıracak en önemli araçlardan biri de medeniyetler arası işbirliğidir.
Normalde denizler ülkeleri yakınlaştırır, medeniyetleri işbirliğine sevk eder. Hatta farklı kıyılar arasında ortak bir medeniyetin gelişmesine hizmet eder. Bu konuda belki de en büyük istisna „Akdeniz trajedisi“ olmuştur. İlkçağlarda çevresinde ortak bir medeniyetin gelişmesine hizmet eden Akdeniz son yüzyıllarda İslam ve Avrupa Hristiyanlığı arasında ikiye bölünmüş ve ortak bir medeniyetten ziyade bölünmüşlüğü sembolize etmiştir. Karadeniz Havzası’nın bu acı tecrübeden dersler alması gerekir. Ortak Karadenizlilik bilinci geliştirilmelidir ve bu bilinç geçmişteki tecrübeler ile birlikte dünyanın hizmetine sunulmalıdır. Dünyanın, Karadeniz’de gelişmiş ortak anlayışa büyük ihtiyacı vardır.
Öneriler:
1. Öncelikle Karadeniz ve çevresinde ırklar, dinler vb. kimlikleri aşan bir üst kimlik üzerinde durulması gerekir. Karadenizlilik bu ülkeler AB’ye girseler de, başka bir siyasi oluşum içinde yer alsalar da geliştirilmesi gereken bir kimliktir. Karadeniz karşı kıyıları uzaklaştıran değil, birleştiren bir ortak payda olmalıdır.
2. İkinci olarak belli aralarla Karadeniz ve çevresindeki inançları ve farklı kültürleri anlatan, bunların karşılıklı alışverişine izin veren platformlar oluşturulmalıdır. Kongreler, konferanslar, festivaller vb. Bu tür toplanmalar yılda bir veya iki yılda bir olabilir. Her seferinde farklı bir Karadeniz ülkesinde toplanılır ve Karadeniz Havzası’nın din adamları ve konu ile ilgili temsilciler ortak sorunlara ortak çözümler önerebilirler. Doğrudan iletişim bu sayede sağlanmış olur.
3. Karadeniz liderleri terörizm ve medeniyetler arası işbirliği gibi konularda zaman zaman ortak tutum belirlemelidirler ve bunu açık deklarasyonlarla dünya kamuoyuna duyurmalıdırlar.
4. Karadeniz’de etnik veya dini gerilimler yaşandıkça Karadeniz İşbirliği içinde heyetler oluşturulmalı ve gerilimin önlenmesi için bölge içi önlemlere gidilmelidir.
5. Karadeniz kıyısında bazı şehirlerde medeniyetler arası uyumu güçlendirecek kurumsallaşmalara gidilebilir. Örneğin bunun için bir üniversite kurulabilir. Bazı üniversitelerde araştırma bölümleri açılabilir. Trabzon şehri bu konuda en güçlü adaylardan biridir.
6. Ortak sanatsal ve bilimsel faaliyetler arttırılabilir. Karadeniz Sinema Günleri vb. birliktelikler önyargıları azaltacaktır.
7. Eski Yugoslavya’da yaşananlar unutulmamalıdır. Tekrarını yaşamamak için konuyu bilimsel olarak ele alacak çalışmalar yapılmalıdır.
Gamze.Kona@PolitikaDergisi.com
Yorumlar
Yeni yorum gönder