'Kuru'muş Dimağlara Tazece Bir İdeoloji: Kemalizm

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

   Merhaba, değerli okurlar. Bu yazımda dünyaca ünlü bir sosyologun Kemalizm’e yönelttiği eleştirilere yanıt vermeye çalışacağım. Sonuç itibariyle, yazım saygıdeğer bir bilim adamına yanıt niteliği taşıyacağı için sözcüklerimi saygı çerçevesinde, bilimsel, toplumsal, etik ve ulusal değerler etrafında kullanacağım. Yazımı sloganlarla verilmiş bir akis olarak değil; görüm çerçevesinde verilmiş bir yanıt olarak kabul ediniz.

   “…uzun zaman Kemalizm’i çalıştığınız zaman Kemalizm’in kuru bir tarafı olduğunu anlıyorsunuz. “Yurtta sulh cihanda sulh” çok derin felsefi bir ifade değildir. Bu kuruluğun da o zaman nereden gelmiş olduğunu anlamak veya nasıl devam etmiş olduğunu anlamak lazım.” (Şerif Mardin’in SORAR etkinliğinde yaptığı konuşmadan…)

   Bilindiği üzere Prof. Dr. Şerif Mardin, geçtiğimiz günlerde Kemalizm için bu sözleri kullanmıştı. Bu “kuru” meselesi ve diğer sözlerine kendimce yanıtlar vereceğim.

   Yazımın çok fazla uzunca olmamasını sağlayarak sizi sıkmamaya çalışacağım. Aksi durumda bu konu kitaplar doldurmaya gebedir. 

 

   KURUCU UNSUR OLARAK KEMALİZM

   Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Kemalist devrimleri incelemeden önce Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmüş iktisadiyatını, yozlaşmış toplumsal (cemaat) yapısını, yobazlaşmış eğitim sistemini, aymaz yönetimini de göz önüne almamız gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Kemalist devrimleri Atlantik ötesinden değerlendirmek, bize fazlaca ‘kuru’ sonuçlar verir.

   “Bugünün Türkiye'sinde çoğulcu demokratik düzenin uygulanması, bu uygulama içinde zaman zaman ortaya çıkan açmazlara, direnmelere karşın gelişmenin, çağdaşlaşmanın durdurulamaması, toplumun dinamizmi yeni Türk Devletinin "cumhuriyet" temeli üzerine oturtulmasından kaynaklanmaktadır.”  (Suna Kili, Devrim Tarihi)

   "Ben istemez miyim İran da Türkiye gibi laik bir Müslümanlar ülkesi olsun? Ama benim ülkem sizinkinden yüzyıllarca geri kaldı. Bize Atatürk gibi bir önder lazımdı, Şah geldi. Siz çok şanslı bir ülkenin çocuğusunuz." (İran Halkın Mücahitleri örgütü lideri Mesud Racavi)

   Dünyayı, ‘küresel emperyalizm’ tarafından ezilen ulusların perspektifinden görememek, üçüncü dünyayı ve Doğuyu görememek demektir. Bu durum da hep eksik ve yanlış tanımlara neden olmaktadır. Mustafa Kemal’in yüklendiği birincil görevin bağımsızlık yani ezilen ulusların direnişi olduğunu görmek gerekir.

   “Türkiye’nin bugünkü savaşı yalnız kendi adına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk biterdi. Türkiye’nin savunduğu dava, tüm ezilmiş ulusların, tüm doğunun davasıdır.” (1922)

   Sözün özü, Kemalizm sadece Türkiye için çağdaşlaşma modeli değil; aynı zamanda mazlum milletler için evrensel bir direniş hareketidir.

   Önce aydın zihniyetini göz önüne serip, sonra Mustafa Kemal’in ne yaptığını ve ne yapmaya çalıştığını; dolayısı ile kendi elleriyle yazdığı Kemalizm ideolojisini anlamaya çalışalım:

   “Aydınlarımız milletimizi en mutlu millet yapayım derler. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım derler. Fakat düşünmeliyiz ki, böyle bir görüş hiçbir devirde başarılı olmuş değildir. Bir millet için mutluluk olan bir şey diğer millet için felâket olabilir. Aynı neden ve şartlar birini mutlu ettiği halde diğerini mutsuz edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, kesiflerinden, gelişmelerinden yararlanalım, ancak unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız.” (Mustafa Kemal’in Konya gençleri ile yaptığı konuşmasından bir kesit)

   Atatürk’ün de belirttiği gibi, bu halk için yaptığımız yorumlar halktan bağımsız olmamalıdır. Elbette olayları yukarıdan ve genel durum ile yorumlamak gerekir; ancak ezbere yöntemlerle, bu ulustan olmayan bakışlarla çözümleme yapamayız. Aydınlarımızın Türkiye’yi, mahalleyi, kenti, Atatürk’ü, Kemalizm’i Batıdan aldıkları ezberle değerlendirmeleri onları sonuçsuz bırakacaktır. Her ne derlerse desinler, yorumları hep eksik olacaktır; çünkü Kemalizm zaten hakiki bir üçüncü yol ve hakiki bir ezber bozmadır. Ezber bozan bir düşünce sistemini ezberlerle değerlendirmek büyük bir gaflettir. Kemalizm, Doğu’nun da Batı’nın da ezberini bozmaktır; İslamcı düşünüşün de, seküler bakışın da ezberini bozmaktır. Millet düşmanlığını sosyalizm belleyen zihniyetin de, gericiliğine kılıf arayanların da ezberini bozmaktır, Kemalizm.

   Yurttaşı özgürleştirmek, sistemi demokratikleştirmek için yapılması gereken en önemli atılımlardan birisi, belki de birincisi ekonomik atılımdır. Cumhuriyeti kuran Kemalist atılım da gerçek bir demokrasinin oluşması için hem ulusal hem de bireysel ekonomik özgürlük ve bağımsızlığın sağlanması gerektiğini biliyordu. Bunu günümüz için tespit eden Mümtaz Soysal şu şekilde ifade ediyor:

   “Bir üçüncü yol bulunacaksa, bu yolun küreselleşmeden zarar görmüş ülkeler için söz konusu olması gerekir. Bu ise yeni bir buluş olmayacaktır. Çünkü eskiden var olan bir modeldi. Aşağı yukarı Türkiye’nin 1930’larda denediği, denemeye başladığı bir yoldu bu. Türkiye’nin başlattığı ve sonradan üzerinde çalışılan ve birçok ülke için model olarak ileri sürülen bir gelişme yoluydu. Amerika ve Avrupa dışındaki ülkelerde, eski ulusal bağımsızlık hareketlerine benzer bir biçimde, bu kez ulusal ekonomik düşünce bağımsızlığını gerçekleştirmek ve o ülkeler için bir takım modeller geliştirmek gerekiyor. Belki asıl üçüncü yol bu olacak.

 

Bedri Baykam’ın, Mustafa Kemaller Görev Başında kitabında yer alan Ahmet Taner Kışlalı ile yapılan röportajında yer alan tümcelere göz atalım:

   “Altyapıdaki eksikliği gideren bir güç olarak ideoloji ortaya çıkıyor, geri kalmış ülke devrimlerinde… Bu nedenle de gelişmiş ülke devrimlerinden çok daha büyük bir önem ve ağırlık kazanıyor. Bunun tehlikesi, ideolojinin giderek “dogmaya” dönüşmesidir. Mustafa Kemal bu tehlikeyi önlemek için büyük çaba sarf etmiştir. Bugün Mustafa Kemal hâlâ Mustafa Kemal ise, bu olgunun çok rolü var. Birçok şeyi devletin denetimi dışında oluşturmak için çaba göstermesinde de, dogmatikleşmeyi önleme bilincinin, istencinin büyük rolü var. İşte bunları bir araya getirdiğiniz zaman, komünist devrimiyle, Kemalist devrimin farkı ortaya çıkıyor. Mustafa Kemal biraz önce söylediğim üç ilkeyi aldı sosyalizmden; halkçılık, devrimcilik ve devletçilik. Buna demokrasiyi oluşturacak öğeleri ekledi. Laiklik de, cumhuriyetçilik de, milliyetçilik de aslında demokrasinin oluşumunda büyük rol oynayan öğelerdi. Mustafa Kemal böylece 21. yüzyılın sentezi olduğuna inandığım demokratik toplumcu sentezi oluşturmuş oldu, daha 1920 koşullarında.

   Ahmet Taner Kışlalı’nın Siyasal Sistemler – Siyasal Çatışma ve Uzlaşma adlı yapıtından bir alıntı:

   “Mustafa Kemal, liberalizm ve sosyalizmden yararlanarak Türkiye'nin koşullarına göre oluşturmaya çalıştığı devrimci ideolojinin dogmalaşma olasılığını önlemeye çalışmıştır, ideolojik kalıplaşmanın hızlı bir değişim süreciyle bağdaşmayacağını vurgulayarak, bir anlamda "sürekli devrimcilik" anlayışının öncülüğünü yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğünün tersine, Kemalizm’in ideolojisi vardır; ama "öğreti"si (doktrini) yoktur.

   Kışlalı’nın da belirttiği üzere; evrim sonucu ortaya çıkmayan gelişmekte olan ülke devrimlerinde, ideolojinin etkisi ve önemi büyüktür. Eğer devrim ideolojisi doktrinleşmezse güçlü ve rasyonel esaslara dayandırılmış bir devlet kurulabilir. Tersi durumda ise baskıcı bir rejimden öteye gidilemez. Kemalizm’in öznel ve güncel öğeleri dışında kalan devrim öğeleri Cumhuriyet’in kurucu unsurudur ve Kemalizm, tarihten çıkarılan ampirik çıkarımlar ile bu bağlamda geleceğe dönük projelere dayanmaktadır.

   Kurucu unsur olması açısından Kemalizm; anaparasını devletin ödediği kurumların dahi özerk tutulması gibi durumları göz önüne de aldığımızda; çoğulcu, katılımcı, toplumcu bir demokrasi oluşturmak için hazırlanan bir devrim ideolojisidir. Geçmiş toplumsal yapıyı reddetmesiyle ilgili gelebilecek eleştiriler de kanaatimce çok haksızdır. Yobaz hale gelen toplumsal kurumlar (tekke gibi) aslında Halkevleri gibi kurumlar aracılığı ile modernize edilmiş, laik toplum yapısına uyarlanmış ve işlevsel hale getirilmiştir. Bugün Türkiye istenilen noktaya gelememişse, Kemalizm’in yetersiz oluşundan değil; Kemalizm’in yeterince sahiplenilmediğinden ve gericiliğe prim verildiğindendir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin güncel programı başka; Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, çağdaşlık, ulusal egemenlik, laiklik gibi değerleri başkadır. Bu bağlamda politik anlamda herkes Kemalist olmak zorunda değildir; ancak Cumhuriyet’i kuran irade ve demokrasi idealimiz için asgari düzeyde kurucu unsur olan Kemalizm’e ve temel değerlere herkesin sahip çıkması gerekir.

 

   BİR SİYASİ İDEOLOJİ OLARAK KEMALİZM

   Kemalizm’in toplumsal ivmeyi tetikleyen güç, sağlıklı bir demokrasi hazırlama atılımından başka siyasi olarak durduğu yeri, ilkelerinin önemli noktalarını ön plana çıkararak irdeleyelim:

 

   Cumhuriyetçilik

   “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayalı memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur.” (Mustafa Kemal Atatürk – 1933)

   Kemalist kadronun Cumhuriyetçilik prensibindeki amacının, mutlakî yönetimlerin sembolik de olsa tarihten silinmesi ve her ne pahasına olursa olsun, demokrasiyi inşa etmek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

   Ahmet Taner Kışlalı’nın Cumhuriyet ve Demokrasi adlı yazısından kesitler sunmak bu konuda bazı noktaları belirginleştirir:

   “1920'ler Anadolusu demokrasinin hiçbir koşuluna sahip değildi. Dünyada demokrasiler birer birer yıkılıyor, yerlerini baskı rejimlerine bırakıyorlar. Max Weber gibi bir toplumbilimci bile, demokrasiyi Marmaris'teki adam gibi tanımlıyordu:

   "Demokraside halk güvendiği bir önder seçer. Seçilen önder 'Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin' der. Artık halk ve parti, onun işine karışmazlar."”

   Yine aynı yazıdan devam edelim:

   “…Bazılarına göre meğer Atatürk diktatörmüş...

   Siz hiç, daha demokrasinin adını bile duymamış olan bir halka, demokrasiyi ve özgürlükleri öğretmek için, benimsetmek için kitap yazmış bir diktatör tanıyor musunuz?

   Siz hiç, yasal muhalefet oluşması, bir muhalefet partisi kurulması için çaba göstermiş bir diktatör tanıyor musunuz?

   Siz hiç, daha kulluktan kurtulamamış olan insanlarla, bir "sivil toplum"un temelini atmak için savaşım vermiş bir diktatör tanıyor musunuz?

   Olabilir mi?”

   Cumhuriyetçiliğin yer aldığı konum, kesinlikle demokrasidir; fakat demokrasiyi daha o şartlarda “el kaldırıp indirme demokrasisi” olma tehlikesinden kurtarıp; önce katılım süreçlerinde yer alacak yurttaşlar yetiştirmeye çalışılmasının bugün ne kadar gerçekçi ve doğru olduğunu görüyoruz. 550 milletvekilinin milletin mi, parti liderinin mi vekili olduğuna siz karar verin.

 

   Ulusçuluk

   Atatürk’ün milliyetçilik anlayışını dışta ve içte değerlendirmenin daha sağlıklı olacağına inanmaktayım.

 

   Dışta Ulusçuluk

   Mustafa Kemal Atatürk’ün dış politikada ele aldığı milliyetçilik, Hitler ve Mussolini tarzı kafatasçı ve yayılmacı bir milliyetçilik değil; barışçı ve bağımsızlıkçı bir milliyetçiliktir.

   “Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman, tam bağımsızlık istiyoruz dediğimizi herkesin bilmesi gerekir. Bunu istemeye hakkımız ve gücümüz vardır. On sene, yirmi sene sonra alçakça ölmekten ise şimdiden şeref ve onuruyla ölmeyi üstün görmeliyiz.”

   Mustafa Kemal Atatürk’ün diğer konularda olduğu gibi dış politikada da dengeli olduğunu söyleyebiliriz. “Ya istiklâl, ya ölüm” diyebilecek kahramanca ve çılgınca bir söylemin yanında “yurtta sulh, cihanda sulh” gibi barışçı bir söylem de yer alabiliyor. (Prof. Mardin özellikle “yurtta sulh, cihanda sulh” tümcesine vurgu yaptığı için bu konuyu daha ayrıntılı bir biçimde ilerleyen satırlarda irdeleyeceğim.) Bu, uluslararası ilişkilerde onurlu yaşamanın ancak bağımsızlıkla sağlanabileceğini ve ulusların bunu sağladıktan sonra barışçı olabileceğini belirtiyor. Yaşadığı topraklarda terörist ilan edilen Filistinlilerin durumunu da böyle değerlendirebiliriz.

 

   İçte Ulusçuluk

Bu konuya yine Ahmet Taner Kışlalı’dan, bu kez Hangi Yaşar Kemal (2) adlı yazısından giriş yapmak istiyorum:

   “Atatürk'ün bu topraklar üzerinde bin yılda oluşmuş olan bir kültür ortaklığını kurumsallaştırmaya çalıştığı doğru. Yirmi etnik kökenden gelen Anadolu insanından çağdaş bir ulus yaratmaya çalıştığı da.

    Ve bu ulusu o kültür ortaklığının üzerine oturttuğu da... 

   Ama Anadolu kültürlerini yok etmek istediği doğru değil. 

   Fransızların ünlü Le Monde gazetesi bile başyazısında ne demişti:

    "Kemalizm, bir etnik grubun diğer etnik gruplar üzerinde bir baskı aracı değildir. Laik ve cumhuriyetçi bir bütünleşme idealidir." 

   Bu köşede birçok kez yazıldı: Tito Yugoslavya'nın bütünlüğünü, etnik grupların kurumsallaşmasına bağlamıştı. Yani farklılıkları kurumsallaştırmıştı. Tito öldü, Yugoslavya kan içinde boğuldu. Paramparça oldu. 

   Atatürk ise benzerlikleri kurumsallaştırdı... Öldü. Yolundan sapıldı. Aymazlıklar, hıyanetler yaşandı. İçeriden dışarıdan onca çaba sarf edildi. Türkiye hâlâ ayakta ve bütünlüğünü koruyor.

   Anadolu insanını - kendisini yabancılaştıran - bir Arap - Acem kültürünün istilasından kim kurtardı? Fuzuli'nin dilini kitaplara bırakıp, Yunus Emre'nin dilini kim devrimin bayrağı yaptı? 

   Anadolu'nun Türkler öncesine bile sahip çıkan, Hitit'lerin mirasçılığına soyunan bir Atatürk mü Anadolu kültürlerini öldürdü?”

   Bu sözlerin büyük ölçüde Atatürk’ün Türkiye’de uyguladığı milliyetçilik anlayışını gözler önüne serdiği düşüncesindeyim.

   Ulusal ve uluslararası ölçekte tutsaklığı yok etmek isteyen Atatürk milliyetçiliği ile modernizmin bencil bireylerinin bencil ‘nationalism’ anlayışı bir tutulmamalıdır. Birinci Dünya Savaşı sonunda bizim gibi ağır hasar almış Hitler Almanyası ile Atatürk Türkiyesi karşılaştırılırsa ne demek istediğim daha rahat anlaşılabilir. Sağcısından solcusuna “Beyaz Türkiyelilere” duyurulur.

   Atatürk’ten iki ekleme söz ile başka yorum yapmadan diğer ilkelere geçelim.

   “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz!”

   “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir.”

 

   Laiklik

   “Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.” (Kemal Atatürk – 1930)

   Genel bir tanım yaparsak, laiklik; dinin devlet işlerinden ayrılması (Bu hukuki bir tanımdır, aslında.) ve bu yolla dinsel kimlik ve simgelerin siyasal bir baskı aracı olmasını engellemektir.

   Türk siyasal gelişiminde laiklik, Batılı ülkelerdeki gibi gerçekleşmemiştir. Bunda hem Rönesans ve Reform altyapılarının olmaması önemli etken sayılsa da; bana göre Türk siyasal geleneğinin yapısı da önemlidir. Türkiye’de ve birçok İslamî araştırmalara göre öz İslam’da Hristiyan dünyasındaki gibi katı kilise zorbalığının yer almadığını görüyoruz. Bu ne demektir? Bu, bizdeki laikliğin evvela halk tabanında fazla bir etkisi olmasa da kurumsal anlamda yer etmiş halifelik ve şeyhülislamlığın tasfiye edilmesi demektir. Sonrasında çağdaş demokrasi oluşturabilmek için; eğitim, hukuk, ticaret, siyaset, kamu yönetimi ve biraz da kültür gibi başlıca alanlarda dinsel öğelerin yaptırım gücünün elinden alınması ve bunların laikleştirilmesidir.

   Laikliğin yalnızca “Kemalist ideoloji” ürünü olarak değil; demokrasinin vazgeçilmez ön koşulu olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Prof. Mardin’in adı geçen etkinlikte laikliğin tartışılamamasından dem vurmasına da biraz şaşırdım. Bunun pratikte mi, yoksa temelde bir tartışma mı olacağını tam olarak anlamamakla birlikte, bun özde olduğunu düşünüyorum. Şerif Mardin’in de eğer laiklikle özde bir sorunu varsa, bunun neresini tartışacağımı merak ediyorum. Pratikte de şunu söyleyebilirim: Türkiye’de laiklik tartışılmasaydı, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur muydu?

   Öz olarak bu şiarın, yani ‘din ve vicdan hürriyeti’ ile ‘dinin baskı ve kandırma aracı olmaması’nın arasındaki dengeyi sağlamak ve tavizkar davranmamak gerekir. Geri kalan güncel yaptırımlar ise her zaman için reel politik olarak tartışılabilir.

 

 

   Devrimcilik

   Kemalist ‘devrimcilik’ ilkesi, bence güncel anlamda iki türlü Kemalizm’i ayırt etmek için kullanılabilecek en önemli öğedir. Tutucu Kemalistler ile devrimci Kemalistleri bu ilke ile ayırt edebiliriz.

   Mümtaz Soysal’ın Çürüyüşten Dirilişe adını taşıyan yapıtından bir alıntı ile konuyu açalım:

   “Dirilişe yönelmenin birinci koşulu, ilkeleri benimseyenlerin uygulayıcı iktidar gücüne erişmeleri ve bu gücü kullanırken benimsedikleri ilkelere uygun davranmalarıdır. İlkeyi benimsemek, her eylemde, her adımda ona harfi harfine uymak anlamına gelmez. İlke, doğrultu gösterir. Ama gerçekler ve zorluklar ilkelere uymayı zorlaştıracaktır. Önemli olan, ilkenin davranış ve eylemlere ışık tutması, önlerini aydınlatmasıdır. Zorunluluklar ortadan kalktıkça yeni uygulamalar ilkelere yaklaşacak, ilkelerle tutarlı hedefler gerçekleştikçe eski durumlar ilkelere göre değiştirilecektir.”

   Bana göre Kemalizm’i dogmatik kalıplara sokacak olan da, onu ilerlemeci, değişime açık kılacak olan da yeni Kemalist kuramcılardır. Kemalizm’in politik duruşu, uygulamalarını özünden ve değerlerinde koparmadan yeni teoriler, projeler ortaya atmak günümüz Kemalistlerinin görevleridir.

   “Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesini inkâr etmek olur.”

   Kemal Atatürk’ün bu sözü Kemalizm’in de durduğu nokta açısından önemlidir. Kemalizm dogma, öğreti, hüküm değil; değerler getirmiştir. Laiklik bir hüküm değildir, milliyetçilik bir hüküm değildir. Bunlar evrensel değerler ile milletimizin özgül gereksinimlerinin ve kendine ait kültürünün sonucunda ortaya çıkan, tamamen “insan” yapıtı ilkelerdir. Hüküm başka, ilke başka! Bu, ilkeleri savunmayacağız anlamına gelmekten ziyade; bu ilkelerimizin önderliğinde sürekli ilerlemek ve yenileşmek anlamına gelmektedir.

   Hiç tartışılmadığı söylenen Kemalizm, keşke çok tartışılsaydı. Kemalizm, tartışılmaktan değil; dogma olmaktan ve ne olduğu belli kişiler tarafından maksatlı saldırılara uğramaktan çekinir.

 

   Halkçılık

   Bu yazımda çokça faydalandığım değerli Ahmet Taner Kışlalı’dan giriş yapalım:

   “Mustafa Kemal'in demokrasi anlayışı, Kemalizm’in en önemli ilkelerinden olan "halkçılık"tan da soyutlanamaz. Atatürk başlangıçta halkçılığı şu şekilde tanımlıyordu: "Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir." Ama zamanla bu ilkenin de içeriği gelişti ve Halk Partisi'nin programlarında üç öğeyi içermeye başladı: Siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik, sınıf çatışmalarının kabul edilmemesi ve toplumun dayanışma içerisinde gelişmesi.”

   Mustafa Kemal Paşa’nın ‘halkçılık’ ilkesini devreye sokuşu, bana göre, düşünsel liberalizm ile ekonomik liberalizmin aynı şey olmadığını 50-100 yıl sonra anlayacak bazı Batılılardan önce anlaması anlamına gelir. Özgürlük, kardeşlik, eşitlik nidalarıyla gelen Fransız Devrimi’nin adaletten ne denli uzaklaştığını görmeyecek miyiz? Mustafa Kemal, çağının da ötesine giderek bugünlere ışık tutmaktadır. Tarih O’nu haklı çıkarmıştır.

   Ayrıca Mustafa Kemal’in halkçı, devrimci tutumu solculuğunun büyük bir kanıtıdır. Sol-sağ meselelerinde Atatürk ideolojisinin nerede bulunduğunu da ilerleyen satırlarda daha net göstermeye çalışacağım.

   ‘Laik elit’ söylemleri ile ortalığı karıştıran Batı medyasına ve ‘seçkinciler’ diyerek Kemalizm’e iftira atan sağcılara yanıtımız Kışlalı’dan:

   “Kemalizm, seçkinciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık ilkesinden hareketle yapılan birçok reform, Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkin-halk ikilemini aşmaya yöneliktir. Bu amaçla girişilen en önemli atılımlardan birisi, "Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak" amacıyla gerçekleştirilen "dil devrimi", yani dilde arılaştırma çabalarıdır. Sadece seçkinlerin anladığı Arapça-Farsça yüklü Osmanlıca terk edilmiş, türetme ile zenginleştirilmiş Türkçe, yazı ve bilim dili olmaya başlamıştır. Aslında öğrenilmesi güç olan eski yazının yerine Latin alfabesinin kabulü, halkın eğitimini kolaylaştırmak amacını da taşımıştır.”

   Fazla söze ne hacet?

 

   Devletçilik

   Altı ana ilkede yer aldığı için Atatürk’e ‘devletçi’ değildi, diyemeyiz; ancak Atatürk’ün sosyalist bir devletçi olduğu yönünde bir savda da bulunamayız. Atatürk’ün devletçilik anlayışını bağımsızlıkçı ve kalkınmacı bir anlayışla yorumlayabiliriz. Atatürk’ün izlencesi, toplumsal ve ekonomik açıdan optimal seçeneği belirlemek için oluşmuştur. Ezilen uluslara da önemli bir gönenç yolu açmıştır.

   “Bizim güttüğümüz "devletçilik" bireysel çalışma ve etkinliği esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde ulusu refaha, ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanlarda, devleti fiilen ilgilendirmektir.”

   Atatürk’ün devletçilik anlayışında kooperatifçiliğin de önemi büyüktür. Bu kooperatifçilik anlayışının bugün, tarımı bırakın, kentteki yok olan orta sınıf için de ne denli geçerli olduğunu Atatürk’ün aşağıda yer alan sözlerinden çıkarabiliriz:

   “Kanaatim odur ki, muhakkak suretle birleşmede kuvvet vardır. Kooperatif yapmak, maddi ve manevi kuvvetleri, zekâ ve maharetleri birleştirmektir. Yoksa bir zayıf ile bir kuvvetlinin birleşmesinden bahsetmiyorum. Birleşmenin böylesi zayıf olanın kuvvetliye esir olması demektir. Ege bölgesindeki bütün insanların hâsılalarını ve gayretlerini birleştirmesi kuskusuz çok verimli sonuçlar verecektir. Türkiye’nin çalışma hayatı ve varlığını göz önüne alınca, birleşmeden dolayı fayda ve yararların çok büyük olacağı sonucuna varacağınızdan kuşku duymuyorum. Üreticilerin birleşmesinden kişisel çıkarlarının azalacağını düşünenler tabii şikâyet edeceklerdir.” (1931)

   Sözün özü; iktisadi açıdan Kemalist ideoloji, iç politikada sosyal devletçi ve üretici eksenli; dış politikada ise bağımsızlıkçı bir konumda yer almaktadır.

 

   Yurtta Sulh, Cihanda Sulh

   “ ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ çok derin felsefi bir ifade değildir. Bu kuruluğun da o zaman nereden gelmiş olduğunu anlamak veya nasıl devam etmiş olduğunu anlamak lazım.” (Şerif Mardin)

   Prof. Mardin’in “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözüne yönelik “derin felsefi ifade olmaması” ve devamında “kuruluk” ithamlarında bulunması üzerine, bunun için ayrı bir başlık açmayı uygun gördüm. Şimdi, İlknur Güntürkün Kalıpçı’nın Her Yönüyle İnsan Atatürk adını taşıyan araştırma kitabından ekleme yapmadan üç ayrı olayı sizinle paylaşmak istiyorum.

   Olay 1: (Atatürk’ün) Doğumunun yüzüncü yılının tüm dünyada kutlanması konusunun 1978’de UNESCO Genel Konferansında görüşülmesi sırasında İsveç Delegesinin: “Dünyada pek çok büyük adam var, hepsini böyle anacak mıyız?” şeklindeki sorusuna, Sovyet Delegesi elini masaya vurarak şu yanıtı vermiştir: “Genç delege arkadaşıma hatırlatırım ki, Atatürk herhangi bir büyük adam değildir. Atatürk bu çağa damgasını vurmuş olan adamdır. Keşke O’nu sadece anmayıp yaptıklarından örnek almaya çalışsak.” der.

   Olay 2: ABD Başkanı Clinton’ın 2000 yılı mesajında:

   “Milenyum’un liderleri içerisinde 21. yüzyıla geçebilen tek lider Atatürk’tür. Üstelik döneminin liderleri kendi halkları tarafından yok edilmenin acısını yaşarken O, 21. yüzyılda hala halkının yüreğinde sevgisi yolunda ilkeleriyle yer alabilen bir lider konumunu, ilk günkü kadar canlı koruyabilmektedir.”

   Olay 3: Ve… Haiti Cumhurbaşkanı François Duvalier’in ölümü üzerine (vasiyeti doğrultusunda) mezar taşına:

“Elveda eşsiz lider,

Vespasien ve Mustafa Kemal Atatürk’ten ilham alan François Duvalier…

Bu kadar candan sevdiğin Haiti toprakları bol olsun.” yazılmıştır.

   Bu olaylar sadece örnektir; bunlar gibi onlarca olayı buraya taşıyabilirim. Birinci örnekte Sovyetler’den, ikinci örnekte SSCB düşmanı ABD’den, üçüncü örnekte ise geç bağımsızlık kazanan bir ülkeden bu denli önemli mesajların verildiği Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin yüzeysel, temelsiz gibi ithamlarla karşılaşması normal mi?

   Atatürk yurtta ve dünyada barışı sağlamak için elinden geleni yapmış ve bunu felsefi bir düstur olarak belirlemiştir. Dünyada faşizm rüzgarları eserken, Sadabad ve Balkan anlaşmalarının manası nedir? Eğer bir ideoloji rüzgara göre kırılma göstermiyorsa, onun bir ideoloji olabileceğini söyleyebiliriz. Rüzgardan etkilenip yazılan ideoloji ise 80 yıl nasıl ayakta kalabilir?

 

   Kısa Sonuç

   Vaktinizi oldukça aldığım için, bu yazıyı burada sonlandırmak istiyorum; ancak biliniz ki Kemalizm hakkında yazılacaklar bu kadar kısa değildir.

   Eğitimden başlayalım. Atatürk’ün eğitim politikasının durağan olduğunu savunanlar olabilir; ancak bu derin bir araştırma sonucu ortaya çıkmış bir söylem olamaz. Örnek mi istiyorsunuz; Köy Enstitüleri… Örnek mi istiyorsunuz; 1961 Anayasası… 1924 Anayasasının üzerinden yıllar geçtiğini gören ve Demokrat Parti döneminde demokrasi diye umulan şeyin faşizm olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalan Kemalistler, nöbet mi tutmuşlardır, elimizdeki kelepçeleri çözüp ileriye mi gitmişlerdir? Bunlar Kemalist eğitim anlayışından gelen insanlardır ve devrim sürecinin kilit isimleri Kemalist'tirler.

 

   Demek ki Kemalizm; statik değil dinamik bir ideolojidir.

   Yukarıda da değindiğim üzere; Kemalizm tercihini soldan yana yapmış bir ideolojidir. Klasik şablonları yırtıp hakiki manada bir ‘üçüncü yol’ oluşturulmuştur. Ekonomik anlamda demokratik ve toplumcu prensipleri birbirine uyumlayarak daha o dönemde özgün ve ulusal bir sosyal demokrasi oluşturulması yönünde önemli adımlar atılmıştır. Atatürk’ün CHP’ye muhalif olarak liberal parti kurdurma istediği de Kemalizm’in açıkça sol olduğunu göstermektedir.

 

   Demek ki Kemalizm; demokrat ve toplumcu bir ideolojidir.

   Ahlaki yönden Mustafa Kemal’i klasik modernist olarak tanımlayanlara da katılamıyorum. Kemalizm, Modernist-Protestan ahlaka değil; Anadolu hümanizmasının iliklerine işlediği, uygar ve insancıl bir etik temele sahiptir. Batı’nın pozitivist doğa düşmanı düşüncesinin Atatürk’ü temelde etkilediği söylenemez. Uygarlığın evrensel olduğuna inanan Mustafa Kemal Atatürk, sırf bir ağaç için yolunu değiştiren ulu önder, doğayla bütünleşik bir erdeme sahiptir. İnsan merkezli, ancak doğayla savaşmayan bir etik temelin olması doğrultusunda da Atatürk’ü dengeci olarak görebiliriz.

 

   Demek ki Kemalist etik; doğacı erdem ile insancıl uygarlığın kesişiminde bulunmaktadır.

   Kemalizm; Mustafa Kemal Atatürk’ün kurak Ankara’yı yeşertmesi gibi; ümidini yitirmiş Türklerin ve diğer ezilen ulusların ümitlerini yeşertmiştir, özgürlüğü ve bağımsızlığı aşılamıştır.

   Bedri Baykam’ın 27 Mayıs İlk Aşkımızdı adlı eserinin girişinden bir alıntıyı bu yazıda son olarak vermek istiyorum. Okumada gösterdiğiniz ilgi ve dayanç için teşekkür ediyorum.

   “Türkiye’nin en demokrat, en sivil oluşumu olduklarını ileri süren meşhur İkinci Cumhuriyetçiler de Kemalizm’in ve 27 Mayısın ülkeye neler kazandırdığını göremeyecek kadar gözleri dönmüş, dostlarını, düşmanlarını birbirinden ayırt edemeyen zavallı, saf entelektüeller olarak tarihe geçecekler.” (22 Eylül 1993)

 

emrah.ozdemir@politikadergisi.com

Yorumlar

bu siteyi yapanın

konuya göre koyun olum şu siteleri adam gibi yapın ++++++ verem ama size -+ vermrem bunu bılun

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.