İç Savaş Rüzgarı

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

Referandumun sonuçlanmasının ardından, bazıları, Türkiye’nin gergin gündeminin rahatlayacağını düşünecek kadar saflığa düştü. Bir yanda mutlak iktidar anlayışıyla getirilmiş bir parti ve baskıcı yöntemleri, diğer yanda ise bu sertliğe ve baskıya uygun siyasi mücadele yolunu bir türlü çizememiş muhalefet bulunmaktadır. Referandum gecesi, Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşmanın sert çizgiler taşımasını sürecin gerginliğine bağlayan safdil yazarlar ve analistler şunun farkına varmalı: O konuşma hayır oyu veren 16 milyona yakın insan ve referandumu boykot eden Kürt halkına karşıydı. Tayyip Erdoğan’ın kürsüden bir Başbakan olarak değil de bir kabadayı edasıyla Anayasa Profesörü Burhan Kuzu’ya “Burhan Bey yarın hemen yeni anayasa çalışmalarına başlayın hee!” demesi bir uyumsuzluk ve hatta bir iç savaş ilanı değil de nedir? 49 milyon seçmenin 22 milyonu referandumda evet oyunu kullandı diye olası yeni anayasa yapımında kalan çoğunluğun istek ve arzusuna bakmadan, Burhan Bey tiz elden başlayasunuz deyü bir söylemde bulunması başlı başına baskıcı bir harekettir. Elbette ki meselenin ne olduğu kadar meseleye nereden bakıldığı da önem arz etmektedir. Kimileri, referandum gecesi yapılan konuşmayı hükümetin ve başbakanın en meşru hakkı olarak görüyor ve görmektedir. Bunun gibi siyasi mistifikasyonlar hükümetin ve yandaşlarının vazgeçilmez araçlarıdır.

 Referandumun hemen ardından gelen baskıcı söylem veya olaylar bununla sınırlı kalmadı. Yalnızca on gün geçmesine rağmen, bu sürede Hakkari’de sivil bir araç faili meçhul kişiler tarafından patlatıldı. Gerginliğin hızla artışı yalnızca yönetim mekanizmasında değil memleketin her tarafında ama ezcümle muhalif kesimlerinde hissediliyor. İçişleri Bakanı, bomba düzeneğini kuranın PKK olduğunu dile getirdi. Tarafsız basınımız (!) bu açıklamayı tuttu ve araçtakilerin, PKK tarafından, muhbirlik yaptıkları gerekçesiyle öldürüldüğünü yazdı. En yüksek boykot oranının %94 ile Hakkari’den çıkmasının ardından, PKK’nın Hakkari halkına bu tür bir girişimde bulunacağını düşünmek bana normal dışı görünüyor. Öte yandan dış mihraklar söylemini tutturan bir kesim ise, olayın PKK’nın Türkiye Kürtlerinden oluşan kanadının değil de Suriyeli Kürtler tarafından yapıldığı savını yaymak istemektedirler. Sebebi nettir. Hükümet Öcalan ile masaya oturmak için Suriyeli Kürtler savını ortaya atarak Öcalan’ı AKP tabanında meşrulaştırmak istiyor. Bundan başka, artık Öcalan’ın yaptığı açıklamaların ona ait olup olmadığı bilinememektedir. Hükümet onun yerine bazı söylemlerde bulunuyor olabilir. Bunu seslendiren ilk ben değilim, birkaç gün önce Fikret Bila da köşesinde bunu belirtti.

Bu noktada, referandum sonrasında Halkevleri tarafından yapılan referandum analizinin Kürtlerle ilgili kısmını buraya koymanın çok faydalı olacağına inanıyorum. “BDP’nin seçim bölgesindeki oy oranları partinin boykot çalışmasının başarılı olduğunu gösterdi. Boykota katılım oranının yüksek olması Kürt hareketinin başarısına işaret ederken referandum sürecinde Kürt burjuvazinin evet çıkışı, AKP’nin Kürt hareketini sınıf temelli bölme projesinin de başarılı olduğunu gösterdi.

Bölgede seçime katılanların oy oranlarının ezici biçimde ‘evet’ çıkması Kürt burjuvazisinin ‘evet’ açıklamalarının yansıması olarak değerlendiriliyor. Bu ayrışma demokratik Kürt hareketinin tasfiyesi ve Kürt burjuvazisinin bir ittifak unsuru haline getirilmesini öngören açılım projesiyle örtüşüyor. Üstelik referandum sonuçları, açılım siyasetini sürdürme konusunda AKP’nin elini rahatlatacak bir biçimde, MHP’de simgeleşen milliyetçi muhalefetin de önemli ölçüde bertaraf edildiğini gösteriyor. Halkevlerinin yorumunun doğruluğu ortadadır. AKP bölgeyi kaybettiğinin güçlü sinyallerini son yerel seçimlerde almıştı. Bölgenin AKP için bir önemi daha bulunmaktadır. 2002 yılında AKP geldiğinde devletin önemli kademelerinde görevli olanların bir kısmı AKP’yi Kürt hareketine karşı önemli bir işlevsizleştirme aracı olarak gördükleri için desteklemişlerdi. Ancak son yerel seçimler ve bu referandum gösterdi ki AKP devletin gözündeki Kürt hareketini işlevsizleştirme görevini yerine getiremedi ve daha önemlisi artık bu potansiyelini kaybettiğini ele güne herkese gösterdi. AKP’nin varoluş sebeplerinden biri elinden gitmek üzeredir. Boykot oranının bazı yerlerde yüzde 90’lara varması ve genel olarak yüzde 60’larda gezinmesi BDP’nin başarısıdır.

Kürt hareketi artık AKP’nin kontrol edemeyeceği bir tabana sahip durumda. Bu durumda AKP Kürt burjuvazisi kartını oynamaya karar verdi. BDP’lilerle Kürt sermayesini temsil edenler arasında referandum sürecinde yaşanan tartışmalara hepimiz şahit olduk. BDP bölgede hakim tek ses olmak istiyor. Kürt hareketinde bölünme istenmiyor. GÜNSİAD gibi bazı kuruluşlar ve bununla birlikte bölgedeki kimi sivil toplum kuruluşları BDP ve PKK çizgisinden ayrılmak istediklerini yaptıklarıyla sergiliyorlar. Görünen o ki, önümüzdeki seçimlerde AKP’nin bölgedeki kolu Kürt sermayesi ve bazı sivil toplum kuruluşları olacak. Boykotçu Kürt halkının ise bugün yaşadığından daha fazla acı çekeceğini düşünüyorum.

Meselenin elbette bir de hayırcılar tarafı var. 16 milyon hayır oyunun ağırlıkla kıyı kentlerden, eğitim ve sosyo-ekonomik düzeyi yüksek insanların arasından çıkması büyük bir öneme sahiptir. Son derece sosyolojik olan bu vaka referandum günü bir de örnekle hepimizin gözünde daha da kesinleşmiştir. 12 Eylül akşamı ülkemizde gerçekleşen Dünya Basketbol Şampiyonasının finali oynandı. Türkiye ve ABD arasındaki basketbol maçının madalya töreninde AKP’nin triumvirası (üçlüsü) Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan ve Mehmet Ali Şahin’in bütün salon tarafından yuhalanması “hayır”ın hangi toplumsal kesim tarafından verildiğinin işaretidir. Maçı ön sıralarda izleyen AKP aşığı bazı sanatçıları ve sermayenin mümtaz (!) şahsiyetlerini saymazsak bütün salon en az 100 lira değerinde olan ve final günü karaborsada 1000 dolara çıkan biletleri alabilen toplum kesimiydi. Final Ataköy’deki Sinan Erdem salonundaydı. AKP triumvirasının yuhalanması son derece sosyolojiktir. Bu olayla ilgili olarak ise bildiğimiz son şey, yuhalayanları yakalamak için emniyetin inceleme başlattığıdır. Referandumun hemen ardından gelen bu inceleme haberi AKP’nin baskı dozajını artıracağı tezimizi doğrulamaktadır. Orada yuhalayanları fişlemek hayırcıları fişlemektir.

Peki öte yandan şunu belirtmek gerekir: 16 milyon insanın hayır demesinde CHP ve/veya MHP’nin payı ne kadardır? Görüldüğü kadarıyla CHP tabanını genişletebilen bir adım atamamakla kalmamış, referandum sürecinde YARSAV’ı veya HSYK üyelerini savunmak yerine TÜSİAD’ı korumayı tercih etmiştir. Kılıçdaroğlu, Referandum ertesinde Brüksel’e giderek yanlışlarını hesaplayıp halkını örgütlendireceğine AB’den medet ummuştur. Umduğunu bulmuş mudur? Bilemiyoruz. Son yaptığı açıklamada laikliğin Türkiye’de tehlike altında olmadığını belirtmiştir ve bu açıklamayla kimliğini yitirmiştir. Kimliksizdir artık. MHP ise tabanının çok büyük bir kısmını AKP’ye kaptırmıştır. Türkiye’nin sağ görüşlü halkı MHP yerine AKP’yi tercih edince MHP artık CHP ile çok daha fazla ters düşecek ve AKP ile uzlaşı yolunu arayacaktır. MHP için CHP bitmiştir. Tersi de geçerlidir. Birbirlerinden ayrılmışlardır. Bir parti arınarak güçlenir tezini uygulamak yürek isteyen bir gerçektir, MHP de CHP de bunu realize edemezler. AKP’ye yanaşacaklardır. Referandum sonuçları ve hemen ardından sözde muhalefetin yaptığı yorumlar Ne Kemal Kılıçdaroğlu’nun ne de Bahçeli’li MHP’nin bu ülkenin muhalif kesimlerinin temsilini yapamayacağına işaret etmektedir. Çok daha etkili ve arınmış teorik temeli sağlam bir olguya ihtiyaç var. Süreçte son derece etkili olan Türkiye Sol partilerinin CHP’den fazlasıyla önemli bir siyasi mücadele yolu olduğunun anlaşılması gerekiyor. Kemalizm sözcüğünü bir kez olsun ağzına almayan Kılıçdaroğlu, TKP ve İP’i incelemelidir. Sol’a büyük görev düşmüştür. Muhalif, Kemalist, AKP’den hoşlanmayan bu devasa yığının sol partiler aracılığıyla örgütlendirilmesi gerekiyor. Ancak bunlar yapılırken sol kendine yeni programlar ve teorik temel bulmalıdır. Zorlanacaklarını sanmıyorum. Bu noktada TKP, ÖDP, İP, Halkevleri gibi yapıların görevlerini ve potansiyellerini büyük bir teorik temel dahilinde önce oluşturmaları sonra da harekete geçmeleri gerekiyor. Hükümete karşı her türlü siyasi teşhire sahipler. Engels’ten bildiğimiz keşfin anası ihtiyaçtır, söylemi bizlere bir yol göstericidir. Türkiye halkının ve işçisinin Sol’a hiç bu kadar gereksinim duyduğunu sanmıyorum. Bu olanlar karşısında dahi çalışma yapmamak biz solcuların ayıbıdır. 16 milyonluk birbirinden kopuk ve görüşleri farklı da olsa devasa devrimci bir potansiyel kitleden ve bunun önemli teorik birikimle örgütlendirilmesi çabasından söz ediyorum. Bugün Türkiye halkının en büyük siyasi mücadele aracı hiçbir zaman CHP olmamıştır ve olamaz da. Bu görevi ancak ve ancak güçlü bir sol parti alabilir. Referandum sonrası süreçte Türkiye soluna karşı baskı barajının kapaklarının açıldığında kuşku duymuyorum. Hazırlıklı olunmalı.

Bundan başka, muhalif ve Kemalist kitlelerin takdirini kazanmış isimlerin çeşitli yöntemlerle tek tek düşürüleceğini tahmin  etmek de zor değil. Bu noktada tek kumanda noktasının hükümet ya da cemaat olmadığını söylemeliyim. Patronlar katında da hükümeti onaylayan ve ondan beslenen bir topluluk var. Bunların da yazarları ve yayın politikaları üzerinde büyük baskıları var. Örnek vermek gerekirse Aydın Doğan medyası kendisine yüklü vergi cezası kesildiğinde hükümete karşı yayın izlemeyi doğru bulurken, ceza için yürütmeyi durdurma kararı verildiğinde yayınlarında AKP’ci bir çizgi izlemeye başlamaktadır. İki gün önceki Milliyet gazetesinin haberine göre Danıştay Doğan grubuna kesilen 1 milyar dolarlık vergi borcu cezası için yürütmeyi durdurma kararı aldı. Referandumda AKP’ye verilen desteğin hediyesi midir? Sermaye sınıfını hesaba katmadan yapılan yorumlar bütüne bakamamamıza neden olur. Son olarak Bekir Coşkun bu hafta Habertürk’ten baskılara dayanamadık gerekçesiyle kovuldu. Emin Çölaşan da bu şekilde gitmişti. Basın ve medya çalışanları sistematik bir politik baskı altında sindiriliyorlar. Sindirilemeyenlerin hali diğerleri için ibretlik olarak gösteriliyor. Bir iç savaştayız sanki.

Daha dün ise İstanbul’da Tophane’de bir sanat galerisine bölgedekiler tarafından galeride içki içildiği gerekçesiyle saldırı gerçekleşti. Sanatçıların çoğu darp edildi. Büyükşehir Belediye Başkanına göre mesele çöp kavgasıymış. Hadi ordan efendi! Baskının toplum katında vücut bulmuş halidir. Artacağından kuşkumuz olmamalı.

Demokratizasyondan bahsedenlerin bunları seslendirmemesini anlayabilecek noktadayız. Liberal, demokrat olduğunu ilan eden halkçı (!),özgürlükçü (!),12 eylülün baskıcı ve işkenceci yöntemlerinin sahiplerinin ve anlayışının yargılanmasını isteyenler neden bunları seslendirmemektedir? Emin Çölaşan düşerken, 45 gazeteci hapiste yatıyorken, bunca şey yaşanıyorken neredeydiler? Sorun aslında onlarda da değil, böylesine muhalif bir potansiyeli örgütleyecek aydın katmanın eksikliğinde. Onun da aşama aşama Türkiye’de yok edildiğini biliyoruz. Aydın hareketlerinin ve işçi sınıfı bilincinin tükendiği bir noktadayız ancak umutlu olmak için böylesine büyük bir devrimci enerji var.

Türkiye önümüzdeki yıl genel seçimlere gidecek. Gerginliğin ve baskının hiç azalma eğilimi göstermeden daha da artacağını düşünmemizin sebeplerinden biri de bu. Diğeri de olası bir iktidar değişikliğini hesaplayan AKP’nin bunu önlemek için elinden geleni yapacağı tezimizdir. Referandumun ardından daha bir hafta geçti ki olanlara bakınız: Tophane vakası, Bekir Coşkun’un kovuluşu, doğuda faili meçhul 9 cinayet, hükümeti yuhalayanların fişlenmesi vb. Büyük bir siyasi baskı olacağından kuşkunuz olmasın. Olsa olsa Türkiye’nin yarısını fişlerler, büyük kısmını hapise atarlar. Olsun. Bu devrimci enerjiyi yenmek için ellerinden hiçbir şey gelmez. Hapisler de bir öğretmendir. Türkiye ise bir yazarımızın dediği gibi bugün hepimizin büyülü hapishanesidir.

Alphan.Telek@PolitikaDergisi.com

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.