Hedef Ülke Türkiye

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

 

Şöyle kalkınıyoruz, böyle büyüyoruz diye arşa ulaşan çığlıklar safları, kanmaya hu bakanları, işbirlikçileri, çıkarcıları, dili bilmem ne yalamaktan şişmiş yerlerde sürünenleri şüphesiz çok mutlu ediyor. Gerçeği görebilen, bütün çırpınmalarına rağmen sesini duyuramayanları ise karalar bağlıyor.

Birinci dünya savaşı sonrası halkların sesini kısabilmek için faşist yönetimler denendi. Bu yöntem özellikle Avrupa halklarının sesini kıstı ama sürdürülmesi imkânsıza yakın derecede zor olan bu idarelerin devamı için faşist liderler tarafından daha büyük bir savaşa sebebiyet verildi.

İkinci savaş sonunda kazananlarda, kaybedenlerde perişan düşmüştü. Çekilen bu acılar emperyalistlerin kafasına bir gerçeği büyük harflerle kazımıştı. Bir daha topyekûn savaş yok. Klasik savaş araçları silah sanayinin ayakta durabilmesi için ufak savaşlar yaratılıp kullanılacaktı.

Asıl büyük silah ekonomi olacak, Dünya Bankası, IMF, veya benzeri kurşunlarla yaşadığı coğrafyada herhangi bir değer olan ülkeler vurulacaktı. İkinci Dünya savaşının hemen ardından Marshall Planı ile hedef ülkeler vurulmaya başlanmıştı. Türkiye ise NATO üyeliği ile çift taraflı ateş altına atılmıştı.

İstiklal savaşı ile yeni bir devlet doğmuştu ama tabiri caizse gerçekten Osmanlının küllerinden doğmuştu. Etraf sadece külden ibaretti. Yaşamak için ne lazım ise o yoktu. Osmanlı döneminde Anadolu’da sanayi yoktu. Zanaatlar ise büyük oranda savaş içinde ve sonrası ülkemizi terk eden gayrimüslimlerin elindeydi. Örnek vermek gerekirse, Büyük Millet Meclisinin çatısını kaplamak için kiremit yoktu.

Var olan tek şey azim ve arzu idi. Atatürk’ün sağlığında onun desteği ve önderliğinde her şey yolunda gidiyordu. Uçak fabrikası bile açmıştık. Ama o öldükten sonra işler iyi gitmemeye başladı. Araya giren savaş, biz katılmasak ta çok etkilemişti. Bir yandan Mustafa Kemal’in varlığı ile sinen dinci yobaz takımı özellikle köy ve kasabalarda hatta birçok şehirde zehirlerini akıtmaya başlamışlardı. Evet, Türkiye iyi yolda idi ama devamı için çalışmak, çok çalışmak lazımdı.

1950 den sonra iktidara gelenlerinse öyle sıkı çalışıp az ama alın teri ile kazanmaya hiç ama hiç niyetleri yoktu. Hiç kimse kızmasın ama bin yıldır savaşmaktan başka bir iş öğrenmeyen, çalışmayı pek fazla sevmeyen Türk erkeği de yeni hayatı sevecek ve sıkı taraftarı olacaktı. Borçla safa sürmek isteyenler kendi politikalarını hurafe din motifleri ile süsleyince de bu iş olmuştu.

Bu söylediklerimiz sadece bizim fikrimiz olsa “muhalif ne olacak” deyip geçiştirilebilir. Hatta birilerinin yaptığı gibi, Marksist, Leninist veya provokatör damgası bile vurulabilir. Akla uygun savunması olmayanlar hep yapıyor.
Uzun yıllar kendisinin de bilfiil çalıştığı Emperyalist tetikçiliğini Yazar John Perkins bakın nasıl anlatıyor:
“Belki de en sık kullanılanı, öncelikle şirketlerimize uygun kaynakları olan ülkeleri bulur ve gözümüzü üstlerine dikeriz, petrol gibi. Ardından Dünya Bankası veya onun kardeşi başka bir organizasyondan o ülkeye büyük bir kredi ayarlarız, fakat para asla gerçekte o ülkeye gitmez. Ülke yerine o ülkede projeler yapan kendi şirketlerimize gider. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar...
Bizim şirketlere ilaveten, birkaç zengin insanın kar sağlayacağı şeyler. Bunlar toplumun çoğunluğuna yaramaz. Yine de o insanlar, yani bütün ülke bu borcun altına sokulur. Bu borç ödeyemeyecekleri kadar büyüktür ve bu da planın bir parçasıdır; geri ödeyemezler.
Ardından, biz ekonomik tetikçiler gidip onlara deriz ki : `Dinleyin, bize bir sürü borcunuz var. Borcu ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü petrol şirketlerimiz için oldukça ucuza satın. Ülkenizde askeri üs kurmamıza izin verin veya askerlerimizi desteklemek için dünyanın bir yerine asker gönderin (Irak gibi) veya bir daha ki BM seçiminde bizimle oy verin.”

Elektrik şirketlerini özelleştiririz. Sularını ve kanalizasyon sistemlerini özelleştiririz ve ABD şirketlerine veya diğer çok uluslu şirketlere satarız. Bu, mantar gibi biten bir şey ve çok tipik, IMF ve Dünya Bankası bu şekilde çalışır. Ülkeyi borca sokarlar ve bu öyle büyük bir borçtur ki ödenemez. Ardından yeniden borç teklif edersiniz ve daha fazla faiz öderler. Koşullara bağlı veya iyi yönetim talep edersiniz. Aslında bu onların kaynaklarını satmalarını sağlar. Buna sosyal hizmetleri, teknik şirketleri, bazen eğitim sistemleri de dâhildir. Adli sistemlerini, sigorta sistemlerini yabancı şirketlere satarız.”
Bu adam Türkiye’den hiç bahsetmiyor. Hatta çalıştığı ülkeler içinde ülkemizin adı bile geçmiyor. Ama sanki ülkemizde yaşananları birinci ağız gibi anlatıyor.
Özelleştirme adı altında bütün değerlerimizi yaşadığımız lale devrinin diyeti olarak verdik. Bundan sonra sıradaki istekler doğrudan vatan parçaları olacaktır. Dayatılan Kürt açılımı, Ermeni açılımı gibi şeyler bu yola girildiğini gösteriyor. Peki, girilen bu intihar yolundan geri dönülemez mi? Tabii ki dönülür. Ama emperyalist işbirlikçileri ile değil.

Birde halkımızın istemesi lazım. Borçları takla attırıp, borç üstüne borç yapıp lale devrine devam mı, yoksa kaideyi yerleştiği yerden oynatıp çalışmaya üretmeye başlayacak mıyız, bunun kararını vermek gerekiyor.

İzmir, 2011
Cem Osman TAMTÜRK
cem.tamturk@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.