G 20 Türkiye'sinde İşsizlik ve Sosyal Dışlanma

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

Dünyanın “en gelişmiş” yirmi ülkesinden biri olan Türkiye, kendi çıktığı jeopolitik konumda diğer ülkeler için rol model olurken, 2010 yılından itibaren başlayan küresel krizin iç dinamiğe etkilerini konuşmayı ikinci plana iterek, devlet eliyle açıklanan istatistiki verilerle kağıt üzerinde “başarılı bir ülke” konumuna gelmiştir.

Küresel krizin, Amerikan ekonomisinin dibine dinamit yerleştiren Mortgage sistemi ile başlayıp son zamanlarda uluslar arası ilişkilere iltica eden meşhur “domino taşı etkisi” aracılığıyla dünyaya yayılması gözle görülebilir bir gerçekliktir. Ekonomik sistemin zengini daha zengin yapma üzerine kurulmuş olması, başta bir konfederalizm örneği olarak gösterilen Avrupa Birliğinde olumsuz etkilerini göstermiş, Amerika’da devrilen domino taşı, okyanusu aşıp İngiltere’den başlayarak Portekiz, Fransa, İspanya, Yunanistan, Almanya, Belçika gibi ülkelerde etkisini göstermeye başlamıştır.

Para kaynağı elde etmekte zorluk çeken ekonomik tröstler, savaş gibi “dahiyane(!)” bir formülü hayata geçirmeyi akıl etmişler ve her zamanki statik orantı sabiti Ortadoğu’yu baharla başlayıp buharlaştırmaya doğru yola çıkmışlardır. Şüphesiz ki Huntington’un Medeniyetler Çatışması büyük ekonomik tröstlerin istediği bir savaştır. Wall Street çerçevesinde her zaman geçerlilik bulabilecek bir teoridir. Bu teorinin üstünde Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezi de eklenince, puzzle tamamlanmış oluyor.

Ekonomik devlerin kısa sürede çözmeyi düşündüğü Arap Baharı, nihai hedefe yöneldiğinde temizlenmiş ve “demokratikleştirilmiş” bir Ortadoğu yaratacak ve bunun üzerine yapılacak olan Amerikan başkanlık seçimlerinde zafere yürüyen Obama ikinci döneminde dar boğaza giren Wall Street sermayesini Ortadoğu’ya akıtıp, karını yükseltecekti. Kazan-kazan politikası üzerine kurulmuş bu statik liberal denklem, özellikle Suriye şartlarında tutmamış ve uzun vadede Amerikan politikalarının tekrar gözden geçirilmesine sebep olacak hale bürünmüştür.

Dünyanın bir sayfalık özetine baktığımızda, bu gelişmelerden rol modelin etkilenmemesini söylemek için iyi bir yalancı olmak gerekir. Türkiye’de yükselen vergi oranları ile özellikle 2012 de Merkez Bankasının koyduğu büyüme ve enflasyon tahminlerinin üç aylık periyotlar halinde “güncellenmesi” vaat edildiği gibi “İstikrarın sürmediğini” göstermektedir.

Cari işlem hacminden başlayarak, ülkeye giren sıcak parayla ekonomik dengeyi sağlamaya çalışan ekonomi kurmayları, yaratılan köpük etkisini gidermeyi başarmak için, tanıdığımız bir silah olan vergiye yüklenmiş, iktidarın ideolojik dünyasında karşıt olduğu mal kalemlerine yüksek vergi yükleyerek finansal sürüklenmeyi kapıya getirmiştir.

Öte yandan yaratılan bu köpüğün giderilmesi için, daha açık ifadeyle giren sıcak paranın tehdit oluşturmaması için hiç kimsenin reddedemeyeceği bir yatırım aracı olan konut politikasını öne çıkararak, ülkenin her yerinde devletin yetiştiği yerde TOKİ devletin giremediği yerde de büyük inşaat şirketleri tekellerine buraları bırakmak suretiyle paraları borç yatırımına dönüştürmüştür. Olası bir büyük krizde uluslar arası büyük spekülatörler paralarını çekse bile en azından “başını sokacak” evleri olmuştur. Gelinen bu aşama Mortgage ile Amerika’da bankaların vatandaşların evine el koymadan önceki satışa konan imza aşamasıdır.

Büyüyen bir ekonominin işsiz yaratma yüküne baktığımızda ise şaşırtıcı veriler karşımıza çıkmaktadır. İşsizliği %8 seviyesinde gösteren müthiş insan üstü zeka istatistiklerine bakacak olursak, ülkede iş gücünde bir sıkıntı görülmemektedir. Oysa OECD verilerinde Türkiye’deki işsizlik oranının %16larda çıkması gerçeğe en yakın sonuçların OECD tablosunda görüldüğünü göstermektedir. Genç nüfus aralığında ortaya çıkan veriler Türkiye için şartların hiç de istendiği veya gösterildiği gibi olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Üniversite mezunu işsizlere yöneltilen eleştirilerde uzmanlaşmamış iş gücünden bahsedilmektedir. Bu argüman üniversite mezunları için değil, eğitim politikasını inşa edenlerin suçudur. Sonuçta siyaset bilimi mezunu olan bir gencin, bir bankada gişe görevlisi olması yahut bir giyim mağazasında satış danışmanı olarak çalışması gencin suçu değildir. Üniversitede aldığı eğitimin pratiğe dönüştürülmesi noktasında gencin suçu yoktur. Cv’sinde yazdığı liderlik eğitimi, yönetici sıfatları, öğrenimi sırasında katıldığı eğitim programları Türkiye gibi bir ülkede potansiyel suç vasfı taşıyorsa, üniversitelerde siyaset bilimi programlarının kapatılması gerekir.

Hazır giyim sektöründe kendini ve yaşamını idame etmek için iş aramaya yönelen siyaset bilimci, çalışma sahası noktasında cvsinde yazanlardan ötürü işe alınmıyorsa yapılacak şey, bu şirketlerin iktidara değil, iktidarlara bağlı gelişim politikalarında inovasyon metodunu bir an önce hayata sokmasında gizlidir.

Konunun en güzel örneklerinden birisi şu satırlarda yer almaktadır : 1980 darbesinden sonra Mümtaz Soysal hocaya askerlerin yönelttiği sorulardan biri “derste neden sosyalizmi anlatıyorsun” olunca Mümtaz Hoca “çünkü dersin konusu sosyalizmdi.” demiştir.

Siyaset bilimcilerin “sakıncalı” insanlar olması algısını kıramadığımız zaman, yeni bir sorun karşımızda beliriyor ki bunun kavramsallaştırması Sosyal Dışlanma olarak tanımlanıyor. Sosyal dışlanma, salt bir bölüm mezunlarının değil, iş bulamayan tüm üniversite mezunlarının ortak sorunu olarak karşımıza çıkıyor.

Sosyal dışlanma, belirli bireylerin veya grupların yapısal ve/veya kişisel nedenlere bağlı olarak mekansal anlamda olmasa da sosyal katılım anlamında tamamen veya kısmen içinde yaşadıkları toplumun dışında kalmaları ve toplumdaki yurttaşlığa ilişkin üretim, tüketim, tasarruf, siyasi, sosyal nitelikteki eylemlere katılamamalarıdır.

İlk kez Fransa’da kullanılan sosyal dışlanma kavramı 1960’lı yıllarda yoksullardan ideolojik biçimde dışlanmış olarak söz edilmiştir. Ekonomi raporlarında, büyümeden payını alamayan yapı olarak gösterilen sosyal dışlanmışların son kertede yapabilecekleri şey kendi hayatlarına son vermeleridir. Zaten yaşadıklarını da kimse fark etmediğine göre bu, o kadar da korkulup gündeme taşınacak bir olay değildir.

Sosyal dışlanma, çok büyük ölçüde ekonomik refah seviyesi ile ele alınmaya çalışılsa da bu seviyeyi tesis edecek olan güç-otorite ikilisi ile kurulan ilişkilerin doğru okunmasında bu sorunun temel sebebinin siyasi eğilim olacağı su götürmez bir gerçekliktir.

Sosyal dışlanma ile ortaya çıkan boyutlar, siyasi eğilim temelinden inşa olurken dışlanan bireyin çevresinden kopuşta yaşanan sürecin irdelediğimizde; çevrede evlilik, çocuk sahibi olma, ilgi alanlarının değişimi maddi konular gibi faktörlerin de belirleyici olduğunu görürüz.

Dışlanmış bireylerin kendini var etme çabası ilk başlarda normal bir ilişki düzeyinde seyrederken, daha sonralarda radikal şekillerde kendini ortaya çıkarma haline dönüşür. Dışlanmış bir siyaset bilimci son noktaya kadar kafasındaki bilgileri paylaşıp yürümeye çalışırken hala bir sonuç alamıyor ve dışlanmışlık hissini ortadan kaldıramıyorsa bu sefer Mümtaz Soysal’a askerin sorduğu ve “korktuğu” şiddet eğilimine yönelmeyi meşru bir hak olarak görecek hale gelir. Ki bu zaten aldığı eğitimde kavramların zararlı yönleri çerçevesinde” yapılmaması gereken” veya “yanlış olan” eylemler olarak gösterilmiştir. Dışlanmış, bu kavramları çok iyi bildiği için suç vasfı olsa bile bu eylemlere girmeyi meşru bir hak olarak görür. O yüzdendir ki suç, dışlanmış bireyde değil onu dışlayan yapınındır.

Sonuç olarak, dünyanın hiçbir yerinde işsizliğini ispatlamak için insanlar on binlerce lira döküp bir diploma almıyor. Türkiye gibi bir ülkede bu dönemin iktidarının bir dönemin dışlanmışlarından oluştuğu su götürmez bir gerçektir. Sırf bu yüzden bile dışlanmışların neler yapabileceğini kestirmek de zorlanmamalıyız. Bilinmesi gereken tek şey şu: Dışlanmışların kaybedecek hiçbir şeyi yoktur.

 

İlker EKİCİ

ilker.ekici@politikadergisi.com

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.