Esas Olan Ulusal Birliğimizdir!

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

2013 yılıyla birlikte Türkiye, denebilir ki siyasi yaşamında yeni bir döneme girdi. Bu yenilik sosyal politikalarla ilgili değil. Tersine AKP, bu konuda neoliberal politikalarına bütün haşmeti ve hışmıyla devam ediyor. AKP iktidarı; Zonguldak'taki en son Maden işçilerinde olduğu gibi, işçi sınıfının bütün direnişlerine rağmen, özelleştirme furyasına, onların haklarını budamaya ve insanları köleleştiren, iş kazalarının en önemli nedenlerinden bir sayılan "Taşeron İşçilik" uygulamalarına süratle devam etmektedir.

AKP'nin bu yeni siyaseti, artık teröristlerle açık açık müzakere etmesidir.

Terör sorunu Türkiye'nin bir numaralı sorunudur. Şimdiye değin bu sorun ülkemize 40 binin üzerinde ölüme, en az bir o kadar da sonucu ağır sakatlıklar doğuran yaralanmalara neden olmuş, maddi olarak da ülkemize yüz milyarlarca dolara mal olmuştur.

Terör veya onun arka planında yer alan, kamuoyuna "Kürt Sorunu" olarak sunulan emperyalizmin ülkemizi ve ulusumuzu bölme ve parçalama sorunu ülkemizin kanayan bir yarasıdır. Yıllardır bu sorun üzerinde yoğun tartışmalar yapılmasına, ağır ve çetin bir askeri mücadele verilmesine rağmen, sorun çözülememiştir. Bence, bu sorunun çözümünde yanlış olan askeri mücadele yöntemi değil, iktidarda olan siyasi iradenin eksikliğidir. AKP iktidarı, bu sorunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini halka kabul ettirebilmek için bilerek ve isteyerek sorunun çözümü için yeterli irade ve çaba göstermemektedir.

Şimdi kamuoyu; AKP iktidarı ve yandaşları tarafından bu sorunun çözülmesinin askeri yöntemle artık mümkün olamadığını, sorunun çözümü için PKK ile görüşme ve müzakerelerin şart olduğu konusunda ikna edilmeye çalışılmaktadır. Yani teröre karşı "Müzakere mi? yoksa Mücadele mi?" seçeneğinde AKP iktidarı birinci yolu seçmiş durumdadır.

Aslında AKP'nin terör politikasında bu yöntemi seçmesi pek te yeni sayılmaz. MİT üzerinden AKP yönetiminin PKK temsilcileri ile son yıllarda sürdürdüğü diyaloglar ve en son Oslo müzakereleri ve hatta iki taraf arasında yapılan anlaşma protokolü kamuoyunun henüz belleğinde tazedir. Şimdi yeni olan; o zaman bu görüşmeler ve müzakereler "gizli" yapılırken, şimdi bu politikanın resmi "devlet politikası" ile “açık” yapılmasıdır.

PKK ile görüşme ve müzekkerler açık açık devlet katında yapılınca, hükümet te buna göre PKK'ya, onun lideri Abdullah Öcalan'a ve onun legal partisi olan BDP' ye şimdiye değin olan tutumunu gözden geçirerek, yeniden düzenlemektedir.

Bilindiği gibi AKP hükümeti, 2009 yılı yaz aylarında aynı amaçla "Açılım" başlığı altında aynı yöntemi o zamanlar da uygulamış, fakat Habur rezaleti üzerine halkın geniş ve sert tepkisi karşısında politikasını buzdolabına kaldırmıştı.

2013 yılının hemen başında, AKP hükümetinin isteği ve izniyle Demokratik Toplum Kongresi Eş Başkanı Ahmet Türk, BDP Batman Milletvekili Ayla Akat Ata ile birlikte İmralı'da Öcalan'la iki saati aşkın bir süreyle görüşerek bu süreç yeniden başlatılmıştır. Açılımda açık olan artık müzakerelerin gizli değil, açık açık yapılmasıdır.

Daha sonra gelişen olaylardan, önde gelen üç PKK’lı terörist kadının PKK’nın Paris’teki ofisinde öldürülmüş olması dikkat çekicidir. Bu olayı Başbakan yardımcısı Bülent Arınç PKK’yı masum göstermek ve meşrulaştırmak için kullanmıştır. Bunun da ötesinde AKP hükümeti ve devlet; birinci "Açılım" politikasında bir skandal olan Habur rezaletinin intikamını alırcasına Diyarbakır’da bu üç teröristin PKK bayraklı cenaze törenlerine izin vermeleri yetmiyormuş gibi, hep bir ağızdan ki bu koroya ana muhalefet partisinin lideri Kılıçdaroğlu da dâhildir, bu töreni “Barışa büyük katkı” olarak alkışlamışlardır.

AKP, PKK ve onun lideri A. Öcalan ile yaptığı bu görüşme ve müzakerelerin amacını "PKK'ya Silah Bıraktırma" veya genel olarak bu görüşmelerden yana olan taraflar tarafından "Barış" olarak açıklamaktadır.

Ülkede silahların susmasını, barış ve huzurun sağlanmasını, artık anaların ağlamamasını kim istemez? Sanırım bu konuda ülkemizde bütün kamuoyu tam bir fikir birliği içindedir. Ancak buradaki ana sorun, bu barışın ne pahasına sağlanacağı ile ilgilidir.

Bir iç savaşa neden olacak bölünmeyle elde edilecek silah bıraktırma veya barışın ne değeri olabilir ki? 29 yıldır emperyalizmin ideolojik, siyasi, parasal, lojistik ve askeri desteği ile Türkiye’ye durmadan kan kaybettiren PKK’nın kendisi de 30 binin üzerinde kayıp vermiştir. PKK, hiçbir dişe dokunur taviz almadan asla silahlarını bırakmayacaktır! Çünkü silah PKK’nın var oluş nedenidir!

O halde terörle müzakere, “Kaş yapayım derken göz çıkarmak” ile sonuçlanabilir! Yani Barış getireyim derken bir iç Savaşa neden olabilir! Hele bu müzakereleri yürüten hükümetin başı aynı zamanda emperyalist Büyük Ortadoğu Projesinin Eş Başkanı olunca, durum çok daha ciddi ve vahim bir konumdadır!

***

Başbakan Erdoğan ve AKP hükümeti; politikalarını, çoktan PKK ile müzakere sürecine ayarlamışlardır.

Geçen sene çıkarılan ve ülke yönetim yapısını üniter devlet yapısından uzaklaştırıp özerk yönetimlerden oluşan federasyona hazırlayan bölücüBüyükşehir Yasası” bu uygulamalar için en çarpıcı bir örnektir.

24 Ocak 2013 tarihinde ise Türk mahkemelerinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi dili olan Türkçenin egemenliğine son veren bir uygulama olan “Anadilde Savunma Hakkı” denen yasal düzenleme ise bu alanda ikinci bir örnektir.

Ayrıca en önemlisi ise, bilindiği gibi, Başbakan Erdoğan'ın kabinede değişiklikler yapmasıdır. Eski hükümetten dört bakan ayrıldı; yeni dört bakan hükümet üyesi oldu. Kabinedeki bu değişikliğin temel nedeni,  Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümeti ve iç politikayı “Terörle Müzakere” sürecine ayarlamanın en önemli halkasıdır. Özellikle geçmişte İstanbul Valisi olarak emek ve özgürlük karşıtlığını kanıtlamış olan Muammer Güler’in yeni iç işleri bakanı olması dikkat çekicidir.

***

TBMM Genel Kurulu'nda “Ana Dilde Savunma Hakkı” başlığı taşıyan bu bölücü yasanın görüşülmesi sırasında AKP hükümetinin “Kürt Sorunu” denen politikasını eleştirmek niyetiyle 24 Ocak 2013 tarihindeki konuşmasında CHP İzmir Milletvekili Sayın Birgül Ayman Güler "Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz” ifadesini kullanmıştır. Onun bu sözleri, PKK’nın meclisteki uzantısı BDP’ liler arasında büyük tepki çektiği kadar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından da “Kibirlilik”, “Irkçılık” ve “Faşizm” gibi ağır ifadelerle eleştiriye tabii tutulmuştur.

29 Ekim 1923’ te antiemperyalist kurtuluş mücadelesinin ateşleri için oluşan “Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran halka Türk milleti” denir. M. Kemal Atatürk Türk milletini böyle tanımlamıştır. Yani Atatürk, “Türk milleti” kavramını, hiçbir etnik ve ırk ayrımı yapmadan, hiçbir dini inanç farkı gözetmeden bütün yurttaşları tek bayrak ve tek devlet altında birleştiren bir topluluğun ifadesi olarak ele almıştır.

Kısaca Türkiye Cumhuriyeti devletinde tek bir millet vardır; tek bir halk vardır. Bu tek milletin veya yeni Türkçeyle tek ulusun ve de tek halkın adı, tarihin ve bütün dünyanın taktığı isim olarak Türk’tür!

Ülkemizde yüzlerce yıl birlikte yaşadığımız Kürt kökenli yurttaşlarımızın “Kürt” kökenli olması sadece onların kültürel kimliği ile ilgilidir. 29 Ekim 1923 ten itibaren onlar da artık siyasi ve ulusal olarak Türk’tür. Çünkü onlar da Türkiye Cumhuriyetinin asli kurucuları ve diğer yurttaşlarla beraber Türk ulusunun eşit üyeleridirler.

Başka bir ifadeyle Türk kavramı tarihsel olarak Türk devrimi ile ulusal bir kavrama dönüşürken aynı bağlamda Kürt kavramı etnik veya kültürel bir kavram olarak anlam kazanmıştır. Kürt kökenli yurttaşlar Türkiye Cumhuriyeti içinde grup olarak, yani kolektif olarak hiçbir ayrıcalıklı, özel siyasi haklara sahip değiller ve olamazlar da! Çünkü Kürt yurttaşlar kolektif olarak, yani görece bağımsız ve kendi kendine yeterli bir topluluk olarak ne bir “Azınlık” ne de bir “Millet(Ulus)” konumundadırlar.

Kürt yurttaşlara, sanki demokratik bir hak imiş gibi, “Azınlık” veya Türk milleti(ulusu) içinde ayrı bir “ulus(millet)”konumunda ayrıcalıklı haklar tanımak demek Türk ulusunun birliğini parçalamak demektir. Ayrıca onlara böyle bir hak tanımak demek, Türkiye Cumhuriyetinin siyasi tapusu olan Lozan anlaşmasını kendi ellerimizle yırtıp, Sevr’i n yeniden önümüze getirilmesine davetiye çıkarmak demektir. Çünkü Lozan antlaşmasına göre Kürt kökenli yurttaşlarımız ne bir “Azınlık” ne de bir “Millet” statüsünde tanımlanmıştır; onlar Türkiye Cumhuriyeti devletinin asli kurucularıdır! Dolayısı ile onlara “Ana dilde eğitim”, “özerklik” ve benzeri kolektif siyasi haklar tanımak, Türk ulusu olarak birliğimizi bozarak kendi mezarımızı kazmakla eş anlamlıdır.

İçerik ve niyet olarak CHP İzmir Milletvekili Sayın Birgül Ayman Güler’in o meclis konuşmasındaki anlatmak istediği aslında yukarıda ifade etmeye çalıştığımız ulusal birliğimizdir. Ancak Sayın Güler bu cümlesinde küçük bir kavram hatası yapmıştır. “Ulus” kavramı ile “Millet” kavramlarını sanki farklı anlam taşıyan sözcüklermiş gibi konuşmasında kullanmıştır. Gerçekte bu sözcükler eş anlamlıdır, aralarındaki tek fark birinin Türkçe diğerinin Arapça olmasıdır. Bir de eşitlik kolektif veya grupsal bağlamda değil; bireysel, yani vatandaşlık bağlamında ele alınmalıdır! Nitekim Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasasının 10. Maddesi yurttaşlar arasında din, dil, ırk, cinsiyet vs. ayrımı yapmadan bu bireysel eşitliği güvence altına almıştır.

Ancak niyet bozuk olunca, onun bu kavramlardaki küçük yanlışlığı bölücü ve gericiler tarafından büyük bir istismara neden olmuştur. Adeta siyasi linç biçiminde ta Başbakan Erdoğan’a kadar bütün iktidar yandaşları ve bölücüler Sayın Güler’e saldırmışlardır.

Ülkemizde sadece Türkiye Cumhuriyeti ulusal devletine yönelik saldırılar yoktur. Aynı biçimde hatta ondan da çok ağır bir biçimde Türk ulusuna saldırılar son yıllarda yoğunlaşmıştır. Terörün doğurduğu şantaj eşliğinde ve de  “Kürt Sorunu” başlığı altında yapılan tartışmaların merkezinde “Türk Milleti” nin parçalanması, Türk ulusunun içinde veya yanında yapay olarak ve zorla(terörle) yeni bir Kürt ulusunun inşa edilmesi çabaları yatmaktadır.

Milletsiz hiçbir yeni ulus devlet kurulamayacağından, bizzat Türk devleti ve hükümeti eliyle inşa ettirilmeye çalışılan bu Kürt milleti(ulusu) tarafından sonunda; ABD emperyalizminin uygulamaya çalıştığı BOP’un merkezinde olan ve Ortadoğu bölgesinde, Mezopotamya’dan Doğu Akdeniz’e kadar uzanan bir coğrafyada bağımsız fakat ABD mandası bir Kürt devletinin kurulması planlanmıştır. Böylece emperyalizm, oluşacak bir Kürt devletinin ve de var olan İsrail’in birlikteki yardımlarıyla doğal enerji kaynakları bakımından zengin ve stratejik önem taşıyan Ortadoğu’yu tam denetim altına alabilecektir.

Bütün bu siyasi koşullar ve tartışmalar içinde esas olan Türk Milleti’nin birliğini savunmaktır. Buna karşı, etnik aidiyetleri millet veya ulus seviyesine çıkarmak, yani ırkı öne çıkarmak ırkçılıktır, bölücülüktür; vatanımıza, ulusumuza karşı saygısızlıktır ve hatta her şeyin ötesinde vatana ve millete ihanettir. En vahimi ise böyle bir ihanetin, bölünmenin ülkeyi er-geç bir iç savaşa sürüklemesidir!

Terörle müzakere edilmez. Onunla müzakere etmek demek ona teslim olmak demektir. Ancak ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmayı aklına koymuş olan AKP, önümüzdeki bir buçuk yıl içindeki seçimleri ve muhtemel bir Yeni Anayasa Referandumunu terörsüz, yani kazasız, belasız atlatmak ve Barzani’nin kukla devletiyle, PKK teröristleriyle ittifak kurarak Musul ve Kerkük petrollerinden istifade etmek amacı nedeniyle ateşle oynamaktadır.

 

Mehmet ÇAĞIRICI

mehmet.cagirici@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.