Eğitimdeki Felsefesizlik

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Selvihan ÇİĞDEM

Değerli hocamız Server Tanilli’nin aziz hatırasına…

Eğitim, en temel anlamda bireyde istenilen davranış değişikliği yaratma sürecine verilen addır. Davranış değişikliği yaratmadaki kasıt bireyin yeteneklerini aldığı öğretim doğrultusunda en üst derecede kullanması ve sosyal çevreye uyum sağlamasıdır. Eğitim ve öğretim sürekli yan yana kullanılan ve birbirine karıştırılan kavramlardır. 

Oysa öğretim de en az eğitim kadar önem taşımakla birlikte eğitim, öğretimi kapsayan bir işleve sahiptir. Çünkü eğitimin olmadığı bir yerde öğretimden söz etmek olanaksızdır. Tanımdan yola çıkacak olursak eğitimin insan yaşamındaki öneminin oldukça büyük olduğu anlaşılabilir.

Eğitim konusunda toplum olarak derin yaralarımızın olduğunu yakın ve uzak geçmişimizden öğreniyoruz. Özellikle son yıllarda sürekli değiştirilen ancak amacından uzak içi boş sistemler ile eğitimsiz yığınlar haline getiriliyoruz. Osmanlılardan bu yana bocaladığımız ve sınıfta kaldığımız eğitim, günümüz gereklerini karşılamaktan çok öte. Yapılan en büyük yanlış ise eğitimimizin bir “hedef”inin ve buna bağlı olarak Server Tanilli’nin de belirttiği üzere “felsefe”sinin olmaması.

Tarihimize baktığımızda, Osmanlılarda eğitim anlayışı “din”e dayanıyordu. Bilimsel anlamda eğitim kavramı ile ilk kez “Tanzimat”la karşılaştılar. Matbaanın Avrupa’dan çok sonra gelmesi, sınırlı sayıda kitap basılması (o da daha çok edebiyat üzerine), zamanın pozitif bilimlerine, hukuk ve sanat anlayışına, caiz değildir diyerek karşı durulması Batı’daki gibi felsefeci, bilim adamı ve sanatçı yetişmesine engel olmuştur. Ayrıca Arap elifbasının yazı ve okunuştaki zorluğu da bir diğer etkendir. Tek amacı fetih ve ticaret yollarını elinde bulundurma kaygısı olan Osmanlı, ancak, elinden çıkan topraklarla Avrupa’dan geri kaldığını anlamış ve durumunu düzeltmek, yitirdiği saygınlığı geri kazanmak için Tanzimatla birlikte birtakım yeniliklere girişmiştir. Bunların arasında “eğitim”in de düzeltilmesi gerektiği fikri vardır. Ancak asıl amaç topraklarını geri almak ve ticareti canlandırmak olduğundan eğitimdeki yeniliğe de Batılı tarzda askeri okullar açmakla başlamıştır. Modern tarzda eğitim veren okul sayısı oldukça azdır. Üstelik bu okullara seçkin ailelerin çocukları gidebilmekte, halkın genelinde modern okulların adı dahi bilinmemektedir. Modern okullarda pozitif bilimlere yer verilmiş, çağdaş eğitim sistemi uygulanmaya çalışılmışsa da eğitimin hala bir hedefi yoktur. Bununla birlikte çağın çok gerisinde kalan ve çoğunlukla dini öğretilerde bulunan medreseler de varlığını sürdürmektedir. Bu durum, düşünce ve duruşuyla iki ayrı kafa tipi oluşturmuştur.

Osmanlı’dan, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne devrolan eğitim bilançosu ağırdı. Kadınların ve kızların %98’i ümmi olmak üzere, 12 milyon nüfusun sadece 1 milyonu “okuryazarım” diyebilirken; 355 bin çocuk ve genç de olanakları, koşulları birbirinden çok farklı ama ortak adları mektep olan eğitim kurumlarına devam ediyordu. Görevdeki 12 bin öğretmenin ise –en iyimser bir tahminle- sadece 3-4 bini muallim mektebi, sultani, idadi çıkışlı iken; ötekiler medresede yetişmiş ya da ilkokulu bitirmişti. Ortada “eğitim” diye tam bir “alabulacalık” vardı.[1]

Eğitimdeki çapraşıklığın en kötü ve tehlikeli yanı başta dünya görüşleri olmak üzere, duygu ve düşünceleri birbirinden çok farklı insan tipleri yaratmasıydı. Başka bir değişle hem kurumlar hem de bu kurumlardan çıkanlar arasında eski-yeni kavgası vardı. Yaşama bakış açıları birbirinin tam zıttı olan bu insanlar beklentilerinden, amaçlarına, kılık-kıyafetlerine kadar farklılık gösteriyordu. Böyle bir durumda cumhuriyetin ayakta kalamayacağının bilincinde olan Mustafa Kemal “öğretim birliği”nin şart olduğunu savunuyordu. Ona göre yapılacak işlerin en başında olan eğitimli bireyler yetiştirmekti.

Bu düşünceden yola çıkarak 3 Mart 1924 tarihinde Mecliste 431 sayılı yasayla “halifelik” kaldırılır. 430 sayılı yasa ile “öğretim birliği” ilkesi getirilir. 429 sayılı yasa ile de “Şer’iye ve Evkaf Vekâleti” kaldırılarak denetimindeki okullar “Maarif Vekâletine” bağlanır.

Saruhan Mebusu Vâsıf Bey (Çınar) ile 57 arkadaşının önerdiği Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun gerekçesi özetle şöyleydi: “Bir devletin genel eğitim siyasetinde, milletin duygu ve düşünce bakımından birliğini sağlamak gereklidir ve bu da öğretim birliği ile olur. Tanzimat’ın ilan edildiği sıralarda öğretim birliğine geçilmek istenmişse de başarılı olunamamış, bilakis bir ikilik ortaya çıkmıştır. Bu ikilik eğitim ve öğretim bakımından birçok kötü ve sakıncalı sonuçlar doğurmuş iki türlü eğitimle memlekette iki tip insan yetişmeye başlamıştır. Önerimiz kabul edildiğinde Türkiye Cumhuriyeti dâhilindeki bütün eğitim kurumlarının biricik mercii Maarif Vekâleti olacaktır. Böylece bütün eğitim yuvalarında, cumhuriyetin irfan siyaseti, ortak bir eğitim yolu izlenecektir.”[2]

Genç Türkiye cumhuriyetinde öğretim birliği, eğitim alanında atılmış ilk ve oldukça önemli bir adımdır. Her şeyden önemlisi öğretim birliği ile eğitime bir hedef kazandırılmıştır: Her yönüyle çağdaş, laik, demokrat, cumhuriyetine ve onun değerlerine sahip çıkacak bireyler yetiştirmek. Tevfik Fikret’in dizelerinden esin bulan Mustafa Kemal’in düşüncesinde olduğu gibi fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek!

Öğretim birliğinin sacayağını:

· Aynı yurtta ayrı yaşam felsefesine sahip yurttaşların oluşmasını önlemek. Özellikle kadınları sosyal hayata kazandırmak.

· Yurt genelinde okur-yazarlığı artırıp yüksek ülkü sahibi yurttaşları çoğaltmak ve onlara genç cumhuriyetin değerlerini kazandırmak.

· Nitelikli insanların çoğalmasıyla çağdaş dünyaya uyum sağlamak.

Biçiminde toparlayabiliriz. Bu sacayağının dengede durması için hemen kollar sıvandı. Yüzyıllarca bağnazlığa bağımlı halk artık zincirlerinden kopmalıydı. Asıl devrim şimdi başlıyor diyerek yurt çapında okuma-yazma seferberliği ilan edildi. 12 Kasım 1928’de çıkarılan bir yönetmelikle, “Millet Mektepleri” açılarak 15-45 yaş arasındaki kadın-erkek bütün yurttaşlara bu okullara gitme zorunluluğu getirildi. 1929-1937 yılları arasında 2.500.000 kişi bu okullardan geçmiştir. 1932’den sonra açılan “Halkevleri” onların yanı sıra köylerde kurulan “Halkodaları” da 1952 yılındaki kapanışlarına değin önemli çalışmalar yaparlar: Cumhuriyet’in aydınlanmacı devrimini kitlelere götürürken “tüm halk kesiminin kitleler halinde ortak bir kültür oluşturmalarına” hizmet eder, geleceğin özgür ve demokrat yurttaşlarını yetiştirir.[3]

30’lu yılların eğitim programı yurttaşları bir ülküde birleştirmeyi, köylü-kentli ayrımını azaltmayı, ortak kültüre sahip olan bilinçli ve sağduyulu yurttaş yetiştirmeyi kendine amaç edinmiştir. Halkın aydınlanması ve çağdaşlaşmasına yönelik bilimsel, teknik, kültürel ve sanatsal etkinlikleri “köycülük”le yoğurmuştur. Laiklik anlayışının ışığında “ahret” görüşünü “dünya” görüşüne çevirmiş, yeni yetişen nesile gerçekçi yaşam felsefesinin tohumlarını atmıştır. Yakup Şahan’a göre “Bir toplumun dünya görüşünü değiştirerek ona yeni bir yön vermek çok karmaşık ve zor bir iştir; bu yolda başarılı olabilmek için köktenci bir eğitim dizgesi geliştirmek kaçınılmazdır. Belli bir dünya görüşünün özümseterek benimsetilmesi gerekir; dolayısıyla böyle bir eğitim uzun erimli olmak zorundadır; şimdiden çok geleceğe yöneliktir; nicelikten çok niteliğe bakar; her türlü siyasetin, dayatmanın dışında ve üstündedir. Yeni bir dünya görüşünü benimsemek söz konusu ise eğitim dizgesinin her yönden devrimci olması şarttır.”[4]

Fakat 30’lu yıllardaki bu devrimci, idealist eğitim anlayışından 50’li yıllarda adeta cumhuriyetten intikam alınırcasına uzaklaşılır. Aydınlanmanın ilk yıllarındaki çağdaş, laik, demokrat eğitim anlayışına dogmatizmin gölgesi düşürülür. “Milli Eğitim Bakanlığı 1 Şubat 1949 tarihli bir genelge yayımlayarak ilkokullarda program dışı din dersleri okutulmasını ister; 4 Kasım 1950 tarihli bir genelgeyle de bu dersler programa alınır.  Laik eğitimde açılan ilk gedik budur!

(…) Bilindiği gibi din okullarında dinsel eğitim her şeyin odağındadır ve dinde Tanrı ile büyüklerin emirlerine uymak temel kuraldır. Dinsel eğitimden geçenler, olayların nedenini niçinini sormazlar; Tanrı’ya, devlete ve büyüklere karşı itiraz etmeyip onların emirlerine uyan insanlar haline gelirler. Bu tür insanların oluşturduğu toplum da doğal olarak “otoriteye bağımlı ve edilgin bir toplum olur. Okullarda din dersi koymanın ve İmam Hatip okullarını açmanın altında böylesi bir toplum yaratmak niyeti yok mu sakın?”[5]

Din ve ahlâk arasındaki yaşanılan bocalama ve ahlâkın belli bir “din”in dogmalarına indirgenmesi, halkın bilincinde kasıtlı olarak; eğitimde de eğer “din dersi” olmazsa ahlâklı bireyler yetiştirilemez düşüncesini yeşertti.  İkincil olarak eğitim ve meslek öğretimi birbirine karıştırıldı ve okullara sadece meslek edindirme görevi biçilerek onların eğitim verme özelliği bir yana atıldı. Çocuklarda ve gençlerde yaşama sevinci bırakmayan sistem, diploma alma yarışına çevirdi eğitim anlayışını. Sanatın şarkıcılığa, sporun futbola, kültürün magazine dönüştüğü bir yaşam felsefesi ile toplum portresi çizildi. Hüsen Portakal “Gençlik çağı öğrenim çağı değil aynı zamanda yaşamı anlama çağıdır. Özgürlükten ve toplumsal olanaklardan uzak kapana kıstırılmış gibi yaşayan gençler, dersleri öğrenebilir, bir diploma alabilir ve bir meslek edinebilirler ama zamanımızın gerektirdiği bir olgun insan olamazlar. Böyle yetişen gençler yaşamın dar kalıplarını zorlayamazlar; içinde bulundukları küçük çevrenin dışına çıkamazlar. (…) Çağdaş insan, yalnız televizyon seyreden ya da araba kullanan insan değildir. Çağdaşlık, çağının kültürünü edinmekten, özgürce düşünmekten ve özgürce davranmaktan geçer. Ezbere bir eğitim ve ezbere bir yaşam, gerçek bir yaşamdan çok karikatürize edilmiş bir yaşam.” [6]

Eğitimdeki felsefesizlik toplum olarak hedef sahibi olmamıza engel olmaktadır. Oysa bilinçli toplum bilinçli, başka bir deyişle düşünce ve eylemi tutarlı bireylerden oluşur. Düşüncesi olmayanlar, eylemleri başkaları tarafından yönlendirilen “robot”lar farksızdır. Bu gün eğitim alanında geldiğimiz ve sorgulamamız gereken asıl nokta da budur!

 

Selvihan ÇİĞDEM

iletisim@politikadergisi.com

 

Kaynakça:


[1] Server Tanilli, Din ve Politika, Cumhuriyet’in Eğitim Devrimi, syf. 69, Cumhuriyet yay., İstanbul, Mayıs 2008.

[2] A.g.e syf. 70

[3] A.g.e syf. 76.

[4] Yakup Şahan, Çağdaşlaşma Süreci, Aydınlanma ve Kemalist Türkiye, Eğitim Ulamı, syf.,621, ÇYDD Balıkesir Şubesi yay., Ankara, 2000.

[5] Server Tanilli, Din ve Politika, Cumhuriyet’in Eğitim Devrimi, syf. 116, 124, Cumhuriyet yay., İstanbul, Mayıs 2008.

[6] Hüsen Portakal, Gençlik Devrimi, syf. 130,133, Broy yay., Eylül 1995

 

Yorumlar

Felsefesizlik değil! Kalitesizlik.

Yazınızı okudum güzel kaleme alınmış ama eksik bilgilerle çevresini aydınlatamayan bir yazı haline dönüşmüş.

Ülkemizin eğitim sistemi 1995 yılında DEMOKRATİK EĞİTİM MODELİNE dönüştürüldü. Eğitimin merkezine birey konuldu. Birey merkezli demokratik modelde, demokrasi bilincine sahip bireyler yetiştirmek amaç edinildi.

Varoluşçuluğun etrafında ve ilerici yöntemlerin tercih edildiği sistemin uygulayıcıları ne yazık ki kaliteden, iletişimden, epistemolojiden, felsefeden, psikolojiden ve diğer bilimlerden yararlanamıyorlar.


Özetini yapmak ve özetini yaparken net ifadeler kullanmak gerekirse: Öğretmenlerin, ne yazık ki alt seviyelerden(5 yaş) başlayan eğitim hayatında bireyleri şekillendirmede ve bu şekillendirmenin temelinde bireyin farkındalığını ortaya koymada sıkıntılar yaşadığı inkar edilmemelidir.

Ezberci, notçu, iletişim gücü zayıf öğretmenlerin iyi bireyler yetiştirmesi beklenmemelidir.

Bu durumunda kaynağında  da Yüksek Öğretim Kurumunun (YÖK) ilgisizliği olduğu unutulmamalıdır.

Öğretmenleri yetiştirenler Yök'e bağlı üniversiteler ve öğretim görevlileridir.

Öğretmenleri KPSS ilse seçen yine YÖK'e bağlı ÖSYM'dir.

Zaten Üniversite okuyabilirliğe YÖK kendisi ÖSS ile karar vermektedir. (yeni adı her neyse...)

Bu durumda seçilen, atanan öğretmenlerin bireyleri etkili ve bilinçli kılınması mümkünmüdür?

Not: Her sene ortalama 60 bin öğretmen ünvanıyla mezun veriliyor. yıllık ortalama  40 bin atama yapılıyor.  Atanamayan 300.000 öğretmen var. 10 sene sonra 500.000 öğretmen adayı görev yapamayacak! Bununla bile ilgilenilmeyen bir ortamda bilinçli birey yetişmesi imkansız gibidir.


-Yorumun bu kadar uzun olması beni üzmüştür ama başka türlü de kendimi ifade edemiyecektim. TEŞEKKÜRLER.

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.