Devrim—Karşı Devrim

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Nihat ATAR

   Canlı türleri içinde insanı farklı kılan özelliklerin başında düşünebiliyor, sorgulayabiliyor, üretebiliyor, sürekli olarak yaşamını daha iyi hale getirebilme arayışı içinde olabiliyor olması gelir. Elde ettiği her iyi ve yeni, onu bu konuda daha çok çaba sarf etmeye yönlendiriyor. Açgözlülük, doyumsuzluk, tatminsizlik olarak da yorumlanan insanın bu özelliğini, yaşamını ve neslini devam ettirme içgüdüsünün, bir garanti arayışı veya ortaya çıkış biçimidir diyebiliriz. İnsan türünün bu özelliğini, insanların oluşturduğu tüm toplumlarda ve toplumsal örgütlenmelerde de aynen görmekteyiz.<?xml:namespace prefix = o />

   İnsan ve oluşturduğu toplumlar sürekli olarak değişime ve yenilenmeye açık olmak zorundadır. Bir başka ifadeyle çağın bilimselliğine, teknolojisine ve kültürüne ayak uydurmak zorundadır. Bu zorunluluğun gereklerini yerine getiremeyen toplumlar öteki toplumların dayatmaları, sömürüsü ve gücü karşısında öteki canlı türlerinin konumuna düşerler.

   Doğal süreci içinde bilimsel, teknolojik ve kültürel gelişimini sağlayıp özgürleşemeyen toplumlarda değişim ve egemenlik modelinin belirlenmesi iki şekilde olabilir. Birincisi: toplumu oluşturan bireylerin yaşamını ve neslini devam ettirme içgüdüsünün zorlamasıyla,  gereksinimleri gerçekleştirmek ve yaşamını daha kaliteli hale getirmek için siyasal iktidara karşı tepki vermesidir. Bu tepki verme demokrasilerde yasaların belirlediği eylem biçimleri şeklinde olur. En etkin tepki de seçimlerde oyunu vermeyerek iktidarı değiştirmektir. Bu yöntemin uygulanmasında en büyük risk halkın kendisine tanınan bu eylemlerde başarılı olmasına yetecek, ekonomik ve siyasal özgürlüğe sahip olmaması ihtimalidir. Bireyler temel gereksinimlerini karşılamakta kendisine tanınan olanaklarla çözüm oluşturamasa ve bu çözümsüzlük kronikleşirse, yasalara, kurulu devlet düzenine ve değer yargılarına olan inancını ve saygısını yitirir. Doğru ile yanlışı ayırt edemez hale gelir.  Hem bu durumda, hem de demokrasinin geçerli olmadığı toplumlarda ise toplum içinde isyan, soygun,  terör gibi olaylar artar. Herkes kendini yasaların ve devletin yerinde görmeye başlar.

   Değişim uygulamasının ikinci şekli değişimin siyasal iktidarlar tarafından veya işgal  altında kalma gibi durumlarda, başka toplumlar tarafından topluma uygulanmasıdır. 

   Toplumsal değişimler eğer kendi doğal süreci ve kuralları içinde gerçekleşmiyor ise uygulamada bir dayatma ya da zorlama söz konusudur. Her zorlamanın da bir karşı tepki yaratması doğaldır. Zorlamalar çoğunlukla dışarıdan topluma yönelik olur. Nadiren de toplumların kurulu düzene ve egemen unsurlara karşı olduğu görülür.

   Osmanlılıktan Cumhuriyete geçiş bir devrim ya da bir toplumsal değişim örneğidir. Çağının yaşam standartlarının çok gerisinde kalmış Türk toplumu için hayati önem taşıyan ve gecikmeye tahammülü kalmamış bir değişimin gerçekleşmesi söz konusu olmuştur. Toplumun böylesi bir devrime gereksinimi çok büyüktü. Ancak, ekonomik ve siyasi özgürlükten yoksun olan bu toplumdan, düşüncede, inançlarda, hukukta, hak ve özgürlüklerde, yaşam biçiminde, ekonomide ve egemenlikte değişim, daha açık bir anlamda devrim gerçekleştirmesi, ya da böylesi kapsamlı bir devrime uyum sağlayıp sahip çıkması beklenemezdi.

   Devrimlerin topluma mal edilmesi için öncelikle kültürel alt yapının sağlanması, bunun için karşı kültürel akım, yapı ve kurumların tasfiyesi gerekirdi. Toplum yeniliklerin kendi yaşamında meydana getireceği olumlu gelişmeler konusunda bilgilendirilmeliydi. Kısacası toplum bu yeniliklere motive edilmiş olmalıydı. Ne yazık ki bu hususlar gerçekleştirilemedi. Aydınlanma ve uygar bir millet olma adına başlattığımız devrim, gününden evvel ve tüm organlarını tamamlamadan doğan, çok fazla ve sağlıklı bir yaşam şansından uzak bir bebek gibi yaşama başladı. Kısa bir zaman sonra da karşıtlarıyla tanıştı. Karşı devrimle aralarında devam eden mücadelede henüz üstünlük sağlayabilen yok.

   Toplumsal değişimlerden ya da devrimlerden önce, karşıt akımların, yapıların, kurumların tasfiye edilerek devrime uygun ortam hazırlanması, böylece siyasal egemenlikten önce kültürel egemenliğin sağlanması ilkesinin, sömürgen odaklar ve işbirlikçileri iktidarlarca çok iyi bilindiğini, özenle uyguladıklarını görüyoruz.

   Cumhuriyet döneminin aydınlanma ve çağdaşlaşma devrimine karşıtlığını üslenmeyi kendileri için yaşamsal bir görev sayan siyasal iktidarlarımız, kültürel egemenlik kurma konusundaki girişimlerine, kendileri için sakıncalı gördükleri kurumların tasfiyesi ile başladılar. Köy Enstitüleri kapatılıp yerine imam – hatipler açıldı. Sonra Halk Evleri kapatıldı. Eğitimde bilimsellikten uzaklaşıldı. Üniversite yönetimlerinde kadrolaşma sağlandı. Şimdilerde TÜBİTAK’ın kendisine ismini veren bilimsellik kimliğinden uzaklaştırılmasına çalışılıyor. Yönetimine yapılan müdahalelerle üniversitelerde ve YÖK de hâkimiyet kurdular. Yargıya ve TSK’ya karşı, ABD ve AB işbirliği içinde bir yıpratma kampanyası başlatıldı. Laikliğe karşı duruş ve söylemler, dini inançları ve kuralları yasalardan üstün göstermeye çalışmalar, devlet yönetiminin her kademesindeki uygulamalarla yaşam biçimine dönüştürülmeye çalışılıyor. 

   Aydınlara ve siyasal iktidar muhaliflerine yönelik, hukuka aykırılıklar taşıyan  “Ergenekon” soruşturmalarıyla bir korku toplumu yaratma çabasındalar. Basın ve medyaya akıl almaz baskılar yapılıyor. Atatürkçü düşünceyi, çağdaşlığı savunan derneklere, muhalif siyasi partilere, kısacası iktidarlarına muhalif tüm kurumlara ve kişilere karşı baskı uyguluyorlar. Seçim ortamlarında dağıttıkları sadakalarla, yolsuzluklar konusundaki duyarsızlıklarıyla toplumdaki değer yargılarını ve bireylerin kendilerine olan saygılarını  zaafa uğratılıyor. Bir siyasi yetkilinin veya devlet yöneticisinin yolsuzluk yapmış olduğu veya rüşvet aldığı iddia edildiğinde, bu durum tepkiyle bile karşılanmaz oldu.  Hatta “helal olsun, yaman adammış,  rüşvet almayan, yolsuzluk yapmayan mı var” gibi değerlendirmeler yapılmaya başlandı.

   Türkiye’de yaşanan bir karşı devrimdir. Bu sadece bir siyasi parti veya iktidar sorunu değildir. Şu anda yargılanan kişi veya kurumların mağduriyetinden ibaret de değildir. Yargıya herkesin bir gün ihtiyacı olabilir. Birilerini sorgulamakla, sorumlu ya da suçlu aramakla geçiştirilemeyecek bir sorunla karşı karşıyayız. Toplumlar gelişme ve çağdaşlaşma sürecini geciktirme veya ihmal etme şansına sahip değildirler. Kültür değişimlerinin sağlıklı biçimde yaşanabilmesi, kendine özgü kuralları ve süreci içinde gerçekleşmesine bağlıdır. İnsanın ve toplumların gelişmelerini önlemek, ya da geciktirmek,  toplumsal çözülmelere ve insani özelliklerinin yitirilmesine neden olabilir.

   Bütün bu hususlar dikkate alındığında, konuya inançlarımızdan, etnik ayrılıklarımızdan, siyasi parti tercihlerimizden, duygusallıklarımızdan, öfkelerimizden ve saplantılarımızdan uzaklaşarak sağduyulu bir yaklaşım içinde bakmamızın gerektiği inancındayım. Bilimselliğin ve insancıllığın gereğini yerine getirme konusunda,”bizimkiler” - “ötekiler “ ayrımına girmeden, yeni düşmanlıklar yaratmadan hareket etmek zorundayız.

   Yanlışları yapanlarla düzeltmeye çalışanları bir araya getiren paydada buluşmak dileğimdir. 

 

iletisim@PolitikaDergisi.com

 

 

  

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 14’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 14’ü indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.