Cumhuriyet Şehitleri

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

   “Çoğunluk seyrettikçe, mücadele etmek yerine mücadele eder gibi yaptıkça, faraza Fethullah Gülen’den, Müslüm Gündüz’den, Metin Kaplan’dan daha çok cesur ve namuslu olmadıkça, bilelim daha çok Asteğmen Kubilaylar, Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar, Bahriye Üçoklar, Muammer Aksoylar, aramızdan yitip gidecekler. Cumhuriyete bağlı olduğunu söyleyen bizler de, utanmadan ve sıkılmadan “devrim şehitlerimizi” sadece ölüm yıldönümlerinde hatırlamaya devam edeceğiz; neye can verdiklerinin nedenini sorgulamadan, hesabını sormadan...” (Necip Hablemitoğlu – Köstebek)

   Necip Hoca’nın uyarısını dikkate alarak, ‘Cumhuriyetimizin şehitlerini’ ölüm yıldönümlerinde göstermelik anmak yerine, yaşamlarına kısaca değinerek uğrunda can verdikleri Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümünde; düşün çerçevesinde ve Cumhuriyet ülküsü bağlamında bu konuyu irdelemeyi uygun görüyorum. Kutladığımız Cumhuriyet Bayramı’ndan fazla şehit verdiğimizi de unutmayalım.

   Aksoylar, Kışlalılar, Üçoklar, Mumcular, Hablemitoğlular, Özbilginler,  Kubilayların ve laik, demokratik, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti uğrunda savaşım veren tüm aydınlarımızın aziz hatıralarına…

 

   Asteğmen Kubilay…

   Gericilere karşı direnç göstermenin portresidir Kubilay. İnandı, dövüştü ve öldü. Siyasal, toplumsal ortama bir bakın; Kubilayların emanetlerine yeterince bekçilik yapabilmiş miyiz?

   Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bu korkunç olay üzerine Ordu’ya gönderdiği taziyetnamenin -tarafımdan günümüz Türkçesine çevrilen- son tümcesi:

   “…Büyük ordunun yiğit genç asteğmeni ve Cumhuriyetin ülkücü (idealist) öğretmen topluluğunun değerli üyesi Kubilay Bey, temiz kanı ile cumhuriyetin canlılığını tazelemiş ve güçlendirmiş olacaktır.”

   Bugün gericilere karşı yiğitçe göğüs geriliyorsa bu Asteğmen Kubilay’ın kahramanlığından ileri gelmektedir. Menemen’deki korkunç olaya yol açanlar kâh Sivas’ta, kâh suikastlarda başka bedenlere bürünerek kendilerini göstermişlerdir. Onlara karşılık Kubilaylar da hiçbir zaman tükenmemişlerdir ve tükenmeyeceklerdir. Bugün Derviş Mehmed’in kör bıçağını elinden düşürmeyen gerici, yobaz ve gözü dönmüş insanlara (!) karşı göğsümüzde Kubilay’ınki gibi bir inanç olmalı. Kışlalı’da, Hablemitoğlu’da, Mumcu’da, Üçok’ta olduğu gibi…

“Yalancı Mehdi Derviş Mehmet,

Yürümüş Manisa'dan bir sarı su gibi,

Beş on adamıyla Menemen'e varmak üzere

Yılan uykusu gibi.

Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi,

Bir çınar dalı gibi yere.

Sarktı yakasından anasından gelmiş

Mavi çiçek mor çiçek bir çevre.

Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi

Bir söğüt dalı gibi yere,

Aydınlık aydınlığa yaklaşır iken,

Sonsuzluğa ere ere.

Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi,

Bir zeytin dalı gibi yere,

Düştü cebinden bir kitap,

Açıldı göklere…” (Fazıl Hüsnü Dağlarca – Kubilay Destanı)

 

   Ve…  Yıllar geçti; darbeler, krizler, suikastlar, kargaşalar yaşanan memleketimizde 1980’deki darbeden sonra, özellikle 1990’larda, ardı ardına Atatürkçülere yönelik katliamlar yaşandı.

   “Uygarlık, bağışlama ve hoşgörü demektir. Bağışlama nedir bilmeyen uygarlık, uygarlık değil, zorbalıktır ki; çöker.”  (Mustafa Kemal Atatürk)

 

   Muammer Aksoy…

   O, devrimciydi. 1961 anayasasının mimarlarından biriydi. Halkçıydı; yolsuzluğa karşı büyük savaşımlar veriyordu. Bağımsızlıkçı ve ulusçuydu; ulusal sorun olarak gördüğü maden ve petrol olaylarının üzerine gitti. Yılmaz bir öğretmen ve hukukçuydu.

   “Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç kuşakları! Yorulsanız da benim izimden gideceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği amaca, bizim yüksek ülkümüze durmadan, yorulmadan yürüyecektir.”  (M. Kemal Atatürk)

   “Bugün Amerikanın vesayetini savundukları halde bağımsızlığımızın da hiçbir suretle zedelenmeyeceğini (hatta gölgelenmeyeceğini) iddia eden (bağımsızlığımızı zedelemeğe razı olmanın vatana ihanet olduğunu teslim etikleri halde, tuttukları sakat yolu kusursuz sayan) bazı kelime oyuncuları vardır ki, bunların “çelişme şaheseri olan açıklamaları”nı dinlediğimiz zaman, Sivas Kongresindeki görüşmeleri dinler gibi oluyoruz.” (Muammer Aksoy – Atatürk ve Tam Bağımsızlık)

   Prof. Dr. Muammer Aksoy, işte bu savaşımı verirken, uğradığı silahlı saldırı sonucu 31 Ocak 1990 tarihinde yaşamını yitirdi. 1990’ların Kemalist kıyımı da başlamış oldu. Muammer Aksoy’u özlemle anıyor ve bugün yolunu izlemiş olduğunu bildirenlerden daha fazla duyarlık ve direnç bekliyoruz; çünkü “dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar.”

   Muammer Aksoy cinayetinin hemen ardından (7 Mart 1990) Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Çetin Emeç suikastı gerçekleşti. Sadece Atatürk için büyük (O) harfini kullanan bu aydınımızı da rahmetle anıyoruz. O’nu unutmadık.

   4 Eylül 1990 tarihinde ise; bir başka aydın Turan Dursun öldürüldü. Cihatçılar yine bir faili meçhul cinayete imza atmışlardı. Hem faili meçhul, hem cihatçılar diyorsun demeyin. Burası Türkiye!

 

   Bahriye Üçok…

   Ülkenin siyasetini 60 yıldır tekellerine almış olanların en önemli korkularından birisi İslâm dinini kullanmalarını engelleyenlerdir. Gerçek anlamdaki İslâm’ı öğreterek, kendi çarklarına çomak sokanları Hz. Muhammed’e hakaret edenlerden daha fazla önemserler. Düşünsenize; siyasal, iktisadi ve toplumsal konum kazanmak için en fazla kullandıkları gereç olan din, aslında onlara birçok konuda karşı çıkıyor. Din adına desteklenenler Hz. Hüseyin’i öldüren Yezitler olmasın! İşte bunları ortaya çıkaran ve Mustafa Kemal’in din düşmanı olmak şöyle dursun; gerçek İslam’ın ortaya çıkması için çalıştığını gösteren yürekli bir öğretmendi Bahriye Üçok.

 

   “Bizi yanlış yola sürükleyen alçaklar, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. İyi niyetli ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki bizi yok eden, tutsak eden, yıkan kötülükler, hep din örtüsü altındaki küfür ve alçaklıktan gelmiştir. Onlar her iyi davranışı dinle karşılarlar, hâlbuki hamdolsun hepimiz dindarız, artık bizim dinin gereklerini, dinin yasaklarını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına gereksinme duymuyoruz.” (M. Kemal Atatürk)

   Bahriye Üçok öldürülünce Merhum Uğur Mumcu ne diyordu: “Bahriye Üçok niçin öldürüldü? Bu sorunun yanıtı bellidir. Atatürk ilkelerini savunduğu için! Evet bunun için. Üniversite ve yüksekokullarda kız öğrencilerin başörtüsü takmalarının İslam dini ile ilgisinin bulunmadığını, türban ve başörtünün bir takım tarikatların bayrağı gibi kullanıldığını kanıtladığı için.” (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 9 Ekim 1990)

   Özlemle andığımız Doç. Dr. Bahriye Üçok da işte bu kavganın peşinde bir takım güçler tarafından şehit edildi. Tarih 6 Ekim 1990. Ruhu şad olsun.

   Bahriye Üçok’un cinayetinde parmağı olan ‘kargocu kız’ın sonradan DTP yönetimine girdiğini de bir bilgi olarak ekleyeyim.

   “‘Ezilen uluslar bir gün ezen ulusları yok edeceklerdir’ diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, yeniden ezilen ulusların, Asya ve Afrika halklarının bayrağı yapmak, biz Atatürkçülerin, biz devrimcilerin namus borçlarıdır.” (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 6 Ocak 1981)

   Takvimler 24 Ocak 1993’ü gösterirken öldürülen yürekli gazeteci;

 

   Uğur Mumcu…

   Cesaretin resmidir O. Türk halkından, devletinden, yurdundan başka hiçbir yere bağımlı değildi ve bunlara düşman herkesin üzerine gitti.

   Sahte milliyetçilerin üzerine gitti.

   “Egemen sınıfların yüzlerindeki "milliyetçilik makyajını" silip atmak, başta işçi sınıfı olmak üzere, yurdunu ve ulusunu seven herkesin görevidir.” (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 13 Nisan 1979)

   Tabiî ki işbirlikçi ‘dinci’ takım da bu cesur kalemden nasibini alacaktı.

   “'Dinsel ticaret 12 Eylül 1980 müdahalesinden sonra parasal kaynağa da kavuşarak devlet içinde de köşe başlarını tuttu. Ellerinde yayın organları, yayınevleri, televizyon kanalları ve arkalarında da Suudi kökenli İslam bankerleri var. 1983 yılında Milli Eğitim Temel Yasası'nı değiştirdiler, bugün Harp Okulu yasasını.'' (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 22 Ocak 1993)

   “‘Türban’ aslında yalnızca genç kızlarımızın başlarını örtmüyor; bu çokuluslu İslamcı düzenin apaçık görülmesini engellemek için -belki de- kimilerinin gözlerini örtmeye yarıyor!” (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 6 Ocak 1987)

   Yerel güçler olarak dayatılan Kürtçülere geliyor bu kez sivri kalemin ucu.

   “Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında?

   Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?” (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 7 Ocak 1993)

   Görev bilinci olan bir Cumhuriyetçi, kesinlikle köşeye çekilmemelidir. Uğur Mumcu diyor ki "İnsanlar sadece konuştuklarından değil sustuklarından da sorumludurlar."

   “Ben Atatürkçüyüm, ben cumhuriyetçiyim, ben laikim, ben anti-emperyalistim, ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım, ben özgürlükçüyüm, ben insan haklarının savunucusuyum, ben teröre karşıyım, ben hırsızların, yobazların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım!

   Öyleyse vurun, parçalayın!

   Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır.”

   Kalpaksız Kuvvacı’ya vefa borcumuzu ödemek için çıktığı yolda, kaldığı yerden devam etmeliyiz. Hiç olmazsa kalan sağlarımıza güvenebilmeliyiz, bu zor günlerde. Unutma halkım!

 

   Ahmet Taner Kışlalı…

   “Tarihi yaşadığımız gibi yazdık; fakat geleceği cumhuriyete inananlara, onu koruyanlara ve yaşatacaklara emanet etmek gerekir.” (M. Kemal Atatürk)

   O, yazılarımda da sıkça yararlandığım bir düşün adamıydı. Yılmaz ve inançlı bir Kemalist’ti. Temel ilkeler çerçevesinde, tarihsel çıkarsamalar ve yaptığı açılımlar ile gösterdiği üzere, 21. yüzyılın Kemalist kuramcısı idi. Hem kuramcı idi, hem uygulayıcı idi, hem dava adamı idi. Hem siyasetçi, hem gazeteci, hem öğretim üyesiydi. Son yılların yetiştirdiği en önemli aydınlardandı. Bu sayfayı duygusal sözcüklerle donatmak yerine ondan alıntılarla, büyük Kemalist’i anmayı yeğ tutuyorum.

   “Biz, asıl suçluyu bir kenara bırakıp suçsuzlarla uğraşıyoruz!

   Evet... Bugünkü ortamın tek suçlusu Atatürk'tür!..

   Eğer bugün 60 milyon insanımız, Batı Trakya'daki Türkün durumunda değilse, bunun suçlusu odur!

   Eğer 1923'te, kişi başına düşen ulusal geliri 70 dolar olan bir toplum, şimdi 2700 dolara ulaşmışsa; bunun suçlusu odur!

   Eğer 1929 - 39 yılları arasında, bütün dünyada sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye'de yüzde 96 artmışsa; bunun suçlusu odur!

   Eğer Türk işçisi, Batı'daki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14 - 16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa; bunun suçlusu odur!

   Eğer Türk kadını; yasal olarak erkeğine eşitse; "köle" değilse, seçme ve seçilme hakkını, Fransız kadınından bile önce elde etmişse; kadınlar bugün Türkiye'de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa; bunun suçlusu odur!

   Eğer 1923'te Darülfünun'daki öğrenci sayısı 2100 olan bir Türkiye'de, bugün yüz binlerce genç üniversitelerde okuyorsa; bunun suçlusu odur!

   Eğer açık havadaki klasik müzik konserlerini on binlerce genç izliyorsa; bunun suçlusu odur!

   Eğer şeyhülislamlar "fetva" verip Kuran'ın Türkçe basımını engelliyorsa; ezanlar düşman bayraklarının gölgesinde okunmuyorsa; bunun suçlusu odur!

   Eğer bugün, Köy Enstitülü binlerce köylü çocuğu, kültür yaşamımıza damgalarını vurabiliyorsa; bunun suçlusu odur!

   Eğer 1923'lerde Ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığında bir ölçüde yaşayabilmişse; bunun suçlusu elbette ki odur!

 

* * *

   Atatürk'ün suçları saymakla bitmez.

   Bir zamanlar kralların, şahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların Ankara'yı ziyaret için kuyruk olmalarının sorumluluğu da Atatürk'e aittir... Baskı rejimlerinden kaçan yüz binlerce Batılı bilim adamının bir zamanlar Kemalist Türkiye'yi seçmesinin sorumluluğu da...

   Faşist Mussolini'nin bile Türkiye'yi "Avrupalı" saymasının günahı da...

   Ama suçlunun suçlarının iyi anlaşılabilmesi için, suçsuzların suçsuzluklarının da unutulmaması gerekir.

   Sokaktaki adamın bile "miras hakkı"na dokunulmaz iken... Atatürk'ün vasiyetini çiğneyerek, Türk Dil ve Tarih Kurumlarını devletleştiren, Atatürk'ün miras gelirlerini, devletin aldığı memurlara dağıtan "beş general" suçsuzdur!

   "Ben Atatürkçüyüm ve laikim" diyerek, din derslerinin zorunlu olması hükmünü anayasaya koydurtan, Alevi'nin, Hristiyan'ın, Yahudi'nin, "Sünni inancı"nı öğrenmesini zorunlu hale getiren, Marmaris'teki emekli adam suçsuzdur!

   Köy Enstitülerini kapatırken imam-hatip liseleri açanlar... Laik liselerde eğitim görenlerin sayısı son 20 yılda 3 kat artarken, imam-hatip okullarını bitirenlerin sayısının 14 kat artmasını sağlayanlar... Menderes'ten, Demirel'e, Özal'dan Yılmaz'a, tüm "Atatürkçü laik" başbakanlar suçsuzdur!

   Milli Eğitim Bakanlığı'nı şeriat yanlılarının işgaline terk edenler... Sağlık ve Tarım Bakanlıklarını şeriatçılara peşkeş çekenler... İçişleri Bakanlığı'nın yapısını bozup valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin şeriatçı olması için kollarını sıvayanlar... Hepsi, hepsi suçsuzdur!

   Asıl suç, Harp Okulu'nu şeriatçılara açmamakta direnen Kemalistlerdir!..

   Sokaktaki adama küfreden suçludur; ama Atatürk'e küfreden suçsuzdur!..” (A. Taner Kışlalı – Cumhuriyet, 2 Mart 1994)

   Şu satırların üzerine söz söylemek haddimize midir?

   Günümüz siyasal ve toplumsal ortamını göz önüne aldığımızda Ahmet Taner Kışlalı’ya özel bir yer ayırmalıyız. Günümüzde Kemalist Sol’un ve Sosyal Demokratların hangi sıkıntıları çektiğini görüyorsanız, biliniz ki orada Kışlalı’nın eksikliğini hissediyoruz. Burada tüm makalelerini paylaşamayacağım için; tek tek kanıtlayamayacağım bunları. Kısaca başlıklar hâlinde vermek gerekirse Kışlalı; Kürt / Güneydoğu sorunu, Avrupa Birliği, Kemalizm, CHP ve CHP’deki önderlik, küreselleşme, eğitim, türban, numaralı cumhuriyet gibi birçok tartışma konusunda son noktayı koymak için yetkinliğe sahip büyük devrimciydi.

   Kemalizm’in tarihsel kimliğini yarına taşıyacak büyük bir aydındı O. 21 Ekim 1999’daki bombalı saldırıda Kışlalı’nın kalımsız bedeni toprağa düşmüş olabilir; ancak yeni kuşakların O’nu okudukça ve anladıkça, O’nun yeni Türk aydınlanmasının bayraklarından birisi olacağına inanıyorum. Mustafa Kemal’in yanı başında… 

   “Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır.” (M. Kemal Atatürk)

 

   Necip Hablemitoğlu…

   Onu anlatmak için şu son cümlelerinin kilidi açacağını düşünüyorum:

   “...Almanlardan Fethullahçılara, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete ve mihnete değer mi, diyorsanız; Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak evet değer, diyorum; çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!..” (Necip Hablemitoğlu – Köstebek)

   O da tıpkı Uğur Mumcu gibi yürekliliğin simgesi bir aydınımızdı. Maalesef; yazıya başlarken aktardığım satırlarda yer alan yüce adların yanına kendi adı da eklenmişti. Tarih; 18 Aralık 2002… Karanlıklarla dolu bir suikast. Bu konuya geçmiş zamanlarda kısaca değinmiştim ve peşinin bırakılmaması gereken bir cinayettir; diğerleri gibi. Necip Hocamızın ruhu şad olsun.

   Cumhuriyetimizin şehitlerini özetleyerek bu biçimde sizlere anımsatmaya çalıştım. Şimdi kendi derlemem ile Atatürk’ten, aydınlarımızdan yararlanarak sizlere nasıl bir ‘Cumhuriyet’ istediğimizi kısaca sunmaya ve bu arada aydınlarımızın hangi yolda can verdiklerini de sezdirmeye çalışacağım.

 

   Nasıl Bir Türkiye Cumhuriyeti İstiyoruz?

   Çok zor bir ortamda bize bu Cumhuriyet’i armağan eden başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tüm Kemalist devrimcilerin sevgili hatıralarına…

 

   Tam Bağımsız…

   Tam bağımsızlığın tanımı konusunda bazen bilinen sıkıntılar yaşanmakta. “Tam bağımsızlık, dünyadan kopmak mıdır, birliklere karşı mı olmaktır?” gibi sorularla sıkça karşılaşmaktayız. Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel duruşunu ve Atatürkçü düşünceyi iyice anlayabilmek için aradaki ayırtılara dikkat etmek gerekir.

   Bağımsızlığı sadece Türk Bağımsızlık Savaşı’na özgüleyen anlayışa, Mustafa Kemal Paşa şu sözüyle karşı çıkmaktadır:

   "Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasal, parasal, iktisadi, yasal, askeri, kültürel vb. her konuda tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulus ve ülkenin, gerçek anlamıyla bağımsızlığından yoksunluk demektir."

   Yani toprağın üzerindeki bağımsızlık, gökyüzünde dalgalanan bayrağımız kadar önemlidir. Bu, gerçekçi ve gereksiz duygusallıklara yer bırakmayan bir bakıştır. Siyasası AB ve ABD’ye; ekonomisi IMF’ye ve ulusötesi ortaklıklara; askeriyesi NATO’ya bağımlı (işbirliğinden bahsetmiyorum) bir ülkede gerçek anlamıyla bir bağımsızlıktan söz edilebilir mi?

   Kemalizm; ortaklıklara, işbirliklerine karşı değildir. Kemalizm; küreselleşme adında kullanılmaya, liberalizm adı altında kaynak sömürüsüne karşıdır. Lafebeliği yaparak olayı başka yerlere çekmesinler.

 

   Demokratik…

   Bir yerde demokrasiden söz edilecekse; her türlü bağımsızlıktan, saydamlıktan, laiklikten, yetişmiş yurttaşlardan da söz edilebilmelidir. İşte, karmaşa buradan çıkıyor. ‘Efendim demokrasi, seçim vesaire tamam ama şu laiklik biraz inceltilse…’ tarzında düşünceleri çok fazla duyuyoruz. Mehmet Altan Efendi, bir defasında ‘altı ok’tan devletçiliği kaldırıp, yerine demokrasiyi koymayı önermişti. Ne cin fikir ama! Bu biçimdeki sözcük oyunlarıyla bir yere gelinemez. Devletçilik, devletin kutsanması mıdır, Allah aşkına? Mehmet Altan devletçiliğin ne demek olduğunu bilmiyor mu; yoksa bilip de laf cambazlığı mı yapıyor? Halkçılığın yerine de bir şey düşündüyseniz çekinmeyin Mehmet Bey. Tarikatçılık mesela…

   “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir.” (Kemal Atatürk)

   Ulusun ve bireyin ekonomik bağımsızlığının olmadığı, kadının ikinci sınıf yurttaş olduğu, din ve devlet işlerinin ikisine de zarar verecek biçimde, el ele sürdüğü, eğitimin yetersiz olduğu bir yerde nasıl bir demokrasi işletmeyi düşünüyorlar acaba? Örgütsüzlüğe söz yok, tarikatlara söz yok, baraja söz yok; fakat anayasal bazı yaptırımlara karşı demokrasi kahramanlığı yapmak moda. Üstelik o anayasanın pek demokratik olmayan seçim sistemi ile yapılan bir oylamaya dayanarak… Vah, vah!

   Umarım, derdimi anlatabilmişimdir. Sandık mücahitlerinin (yalnızca dincileri kastetmiyorum) demokrasi imgesi, bir makyajdan ileri gelmektedir. İşin aslı başkadır.

   Laiklik ve demokrasinin birbirinden ayrılamayacağını düşündüğümden, laikliğe ayrı bir başlık açmayı gerekli görmüyorum.

 

   Toplumsal…

   “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir.” (Kemal Atatürk)

   Atatürk döneminde, anayasada sosyal devlet ilkesinin bulunmaması, tersini kanıtlamaya yetmez. Mustafa Kemal Atatürk’ün her fırsatta halkçılığa dem vurması, köylüyü efendi olarak kabul etmesi; cumhuriyetimizin bu yönünü belirginleştirmiştir. Ekonomik olduğu kadar, tüm yönlerde de halkçılık bizim vazgeçilmez ilkemizdir. Dilde, kültürde, eğitimde vs. tüm alanlarda halkçılık, toplumsallığımızın kanıtıdır. Ayrıcalığa karşı halkçı bir harekettir Türk devrimi. Zaten kentsoylu sınıfının bulunmadığı ülkemizde, devrimi halk, asker ve aydın ortak tarihsel bloğu gerçekleştirmiş ve seçkinci Osmanlı’ya karşı; halkçı bir anlayış benimsenmiştir. Kim ne derse desin! Bunun olmadığını savunanlar Evet, Atatürk Suçludur!.. başlıklı yazıya bir kez daha göz atabilirler.

   Dahası mı? Hukukun olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Örgütleşmenin, sendikalaşmanın daha kolay olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Çağdaş, özgürlükçü bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Uluslararası alanda önemli bir aktör olarak, barışçı bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Millet meclisinde nüfustaki oranına yakın bir oranda kadın temsilin olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Hiçbir yöne bağlanmamış; ama hiçbir yönden de kopmamış hinterlandı büyük bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Eğitim-öğretimi bu çizgide belirlenmiş; yurtsever, bağımsızlığına düşkün ve barışçı eğitimle, sosyal ve fen bilimlerini, tekniği her zaman ileriye taşıyacak bir öğretimi istiyoruz. Ulusaldan evrensele doğru genişleyen bir doğrultuda sorumlu bir eğitim verilmelidir. Eğitimin kökeni ulusal olmalıdır ve elbette eğitim sistemi evrenselliği de yakalayabilmelidir. Hem sorumlu bir dünya vatandaşı, hem de sorumlu bir Türk olmak için eğitim:

   "Eğer sürekli bir barış isteniyorsa, insan topluluklarının durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir.” (M. Kemal Atatürk)

   Bunlar olanaksız değildir. Zaman zaman ve parça parça bunlar karışık zamanlarda uygulanmıştır. Tümden bir Cumhuriyet ülküsünün canlanması cumhuriyet gönüllülerinin işidir. 100. yılına hızla koşarken hem bağımsız, hem çağdaş hem barışçı; hem ulusal kaynaklı, hem de evrensel ölçekli; hem demokratik hem laik hem sosyal bir Cumhuriyet için, işte bu tarihsel konumumuzu geleceğe taşıyacak gücü kendimizde görmeliyiz.

   “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil; geleceğin öncülüğüdür.”

   Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğine de bu yakışır!

   Büyük bir üzüntüyle, yitirdiklerimizi anımsatmaya çalışarak başladığım yazımı, bu umut tümceleri ile bitiriyorum.   Yıllar geçtikçe olgunlaşan ve ileriye giden bir Türkiye Cumhuriyeti görmek dileğiyle, nice 85 yıllara…

 

emrah.ozdemir@politikadergisi.com

 

 

Bu yazı; Politika Dergisi, Sayı 8’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile orijinal sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 8’i indirmek için buraya tıklayınız. 

 

Yorumlar

Çok güzel..

Tek kelimeyle harika bir yazı olmuş. Tebrik ederim.

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.