10'ların Direnişi (1): Notasız Beste

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

“Başladı hayat bir çığlıkla

Sessizlikten doğan.

Çiğ taneleri düştü yüzüme
Ayaklarımdan yağan.”

Gitar sesine uyandı. Saate bile bakmadan, tek hamleyle odasından çıktı. Sabah ezanı okunmak üzereydi zahir. Ölü bir vakitti; sonlanan bir şeyler olduğu gibi, ana rahmindeki yeni gün de henüz ilk seslenişini gerçekleştirmemişti. Erkan, pencereden yüzüne vuran esintinin etkisiyle ancak açabildi gözlerini. Salonun kapısından içeriye adımı atarken gözlerini ev arkadaşı Ozan’a dikti ve kırık bir ses tonuyla o beklenen soruyu sordu:

-          Bu saatte n’apıyon oğlum?

Saat 4 buçuğu biraz geçiyordu. Bir izahat beklemekten daha tabii ne olabilirdi ki?

Ama Ozan için durum biraz farklı görünüyordu. Gitarı çalmıyordu bu kez. Aşkla, şevkle dokunuyordu tellerine enstrümanın; şeb-i arûstaydı. Ve Erkan, bu araya girişiyle; yüzyıllık bir hasretin vuslatına erdiği gün, valsi bölünmüş bir kavalyeye benzetiverdi Ozan’ı oracıkta. Ozan bir anda kolundan tutulup sahneden kenara çekilmişçesine şaşkınca baktı. Ve anlamsızca sordu:

-          Kaç ki?.. Saat?..

Erkan olmadık bir zamanda, yanlış kişiye, münasebetsiz bir soru sorduğu hissine kapıldı. Ozan, ‘saat’i aşan bir zaman dilimindeydi. Ne demek “bu saatte”?

Ozan, odasına girmeyi bile zaman kaybı saymıştı besbelli. Tişörtünün üzerine rüzgarlık niyetine giydiği kareli gömleğini çıkartmak bile zor gelmişti. İntizamsızca sıyrılmış kollar, birkaç adım sonra ayağından fırlayacak gibi duran çoraplarıyla gövdesini salona atıvermişti Ozan.

Meydanına kurulmuş gibiydi şehrin: Öylesine ait, öylesine doğal, öylesine dağınık.

Erkan, bu kez başka bir soru sorma gereği duydu:

-          Neyse, saati s..tiret de… Neyin var? “Çiğ tanesi” gibi bir şeyler duydum. Aşık mısın, hayrola?

Ozan, gözlüklerin altından bakmayı bıraktı bu kez, kafasını kaldırıp “hee,” dedi. Bu mimik şaşkınlığının geçtiğine bir işaret olsa gerek.

-          Merve’ye n’oldu, Kime vuruldun birader?

-          Yok lan, öyle bir şey değil bu.

-          Eee?..

[ pagebreak ]

Ozan’ın anlatacağı bir şeyler vardı kesinkes. Yine gözbebeklerini kirpiklerinin dibinde gezdirmeye başladı. Dilinin üstünde raks eden kelimeleri hizaya sokmaya çalışıyor gibiydi. Gözleri, uçuşan harfleri denetlemeye çalışıyormuşçasına sağdan sola, soldan sağa atlıyordu.

Ozan’ın duraksadığını gören Erkan, “Kahve içer misin,” dedi. “Benim de uykum açılır hem.”

-          İyi, getir bari.

Ozan da gitarıyla sevişmesine ara vermişti; ama bir yandan da ‘soğutmamaya’ çalışırcasına parmaklarıyla tempo tutmayı sürdürüyordu. Kettle’da kaynayan su fokurduyor; Ozan, sözcükler fırlamasın diye ağzını sıkıca kapatmış bir halde şarkısının devamını ‘içerde’  getiriyordu. “Mmmmm-mmmmmmm-mm…” Tabii, tempo tutmaya da devam ederek…

Şimdi tempo!..

Hızlanmaya başladı parmakları. Nakarata gelmişti anlaşılan.

Gözleri kapalı, dörtnala koşuyordu sahnelerin üzerinde… Ama ne uçmak!.. Uçuyor, desen ayakları dokunuyordu yere; zıplıyor, desen toplukları bile temas etmiyordu zemine… Kayıyor, desen en ufak bir sürtünme gözlenmiyordu…

Yavaşladı yeniden; elleri gitarın gövdesinden çekildi ağır ağır, göz kapakları yavaş yavaş açıldı. Onu seyreden Erkan, beklenmedik bir şölenin ortasında bulmuştu kendisini. Göz göze geldiler ve nihayet Erkan tereddütten kurtulabildi.

-          Al, kahven.

-          Eyvallah, sağol.

-          Anlat şimdi.

Sigarasını yaktı, bir fırt çekti… Ve bir fırt daha…

“Aşk’ı gördüm,” dedi Ozan. Ve “Müziği duydum,” “Haykırışın sükûtuna tanık oldum,”…

Erkan, adeta “meçhule giden bir gemide” buldu kendini. Güfte gibi dökülen sözcüklerin rotasına müdahale etmeye de gereksinmiyordu artık. Meçhul akıntılarla seyreden konuşma bir limana demirleyecekti belli ki. Çok adeti değildi; ama bir sigara da o yaktı.

Malumata lüzum yoktu, beste devam ediyordu açık seçik.

Ozan, gayriihtiyari olarak, bir yandan gitara dokunmayı da sürdürüyordu:

-          Yüreğim kıpırdıyor, ellerim titriyordu;
tanrıya dokundum (…)
Şarabı tattım, kanmadan; çağ’lar süzdüm zamandan.

Bir yandan akor basmaya devam ederek, “Ya öyle işte,” dedi, Ozan. Sessizce varacağı limanı bekleyen Erkan artık dayanamadı:

-          Öyle olan ney lan? Ner’deydin bu saate kadar?

-          Bir garip seherdeydim.

Bu cevabı işiten Erkan’da öfke alametleri başladı. Gözlerini belertip gırtlağından konuştu bu kez:

-           Ozaaaan!

-          Tamam, tamam. Neredeydim? Güvenpark’taydım, Ziya Gökalp’teydim, Meşrutiyet’teydim, Sakarya’daydım, Bestekar’daydım, Kuğulu’daydım…

-          Ağaç şeysindeydin… Direnişinde…

-          Evvvvvet! Bingo!

-          Ne ayaksın birader? Konserin iptal oldu diye canın mı sıkıldı yoksa? Onun yüzden mi?

Ozan umursamazca “Hee,” dedi. Sonra ekledi: “Ne alakası var lan?”

-          İki yürüdün diye mi bu tantana yani?

-          Öyle deme, Koştuğum da oldu lan.

-          Fazla koşmasaydın senin dalağın şişer lan… Tövbe tövbe!..

-          Kızma, toparlayabilirsem anlatacağım.

[ pagebreak ]

Beste yapmak daha kolaydı Ozan için. Konuşmayı mütemadiyen alaya ve umursamazlığa vurması, ciddiyeti yitirdiği için değil; anlatacaklarını toparlayacak zamanı kazanmak içindi.

-          İnsanlığım sahneye çıktı.

Erkan köpürdü artık: “Haberimiz olsaydı önceden bilet alırdık.” Ve devam etti:

-          Sabahın köründe beni uyandırıyorsun, muğlak muğlak konuşuyorsun, ardından verdiğin cevaplara bak.

Ozan’dan beklenilmeyecek bir anlatı türü değildi: Önce manşeti atar, sonrasında minnacık parçalarla fark ettirmeden sözünü dimağlara asardı. Bu kez atışmaya dahil olmadan, Erkan’ın serzenişine aldırmamışçasına devam etti:

-          Sen tiyatrocusun ya, senin dilinde anlatmaya çalışacağım.

-          Hımm…

-          Senaryo yazılmış, dekor hazırlanmış, ışıkçılar filan, her şey tamam… Oyuncular belli, yönetmen on numara bi’ usta… İşte aklına ne gelirse… Sen oyuncusun değil mi? Senaryoyu gördün, dekora aşinasın, ezberin tamam, yönetmenle çalışmışsın, egzersizler tam gaz, eğleniyorsun… İş bitiyor mu?

-          Bitmese de…

-          Bitmiyor işte. İnsanlığım sahneye çıktı, diyorum sana. İşkembeden mi sallıyorum?

-          Anlat anlat. Sadede gel hele…

-          Düşün, iyi bir hazırlık yapmışsın ve ilk kez sahnedesin… Bir düşün, ilk aldığın reaksiyonu düşün…

-          Ne alaka, sen söyledin de onlar mı dinledi?

-          Bir sahne var: herkes oyuncu, herkes yönetmen, herkes seyirci, herkes senarist, herkes işçi…

-          Yolda, otobüs durağında, paydosta, uyuma çabasında, orda veya burda… Çalışmışsın farkında olmadan, yazmışsın ilmek ilmek… Milyonlarca mürekkep damlatmışsın yüreğinin defterine. Ve bir gün, yani bugün, işte ‘o gün’ olmuş.

Söyledikleri, zihnindekilerin tümü değildi kuşkusuz; toparlayabildikleriydi yalnızca. Erkan’ın bakışları bir anda Ozan’ın ellerine yöneldi. Sanki şarkısı çalmaya devam ediyordu bir yandan.

Ozan’ın bir anda avazı patladı:

-          Göööööördüm! Gördüm, gördüm şimdi…

Erkan şaşkın şaşkın onu izledi. Sıradışı bir düzlemde olduğunun ayırdındaydı nasılsa. Açıklama bekleyip beklemediğini de bilmiyordu artık.

-          Nakarata geldiydim, ondan şe’ ettim. Kusura bakma.

-          Bir yandan da çalıyorsun yani. İyi, devam et…

-          İşte öyle bir sahnede buldum kendimi…

-          E, oyun güzel miydi bari?

[ pagebreak ]

Ozan’ın bakışları, birkaç dakika öncesine göre bir miktar daha sarihleşmişti. Bu kez tespihi dizmeye başlayacak gibi görünüyordu.

“Zıtlar bir olmuştu sanki…” dedi ve sigarasını yaktı. İlk boncuğu yuvarladı, ucunu sivrilttiği ipten.

“Vurdumduymazlık, hassasiyete; düşkırıklığı, umuda; ve savaş, barışa omuz verdi adeta,”… Ozan, her noktalı virgül arasını bir nefes sigara dumanıyla doldururken, tespihin boncukları bir bir kayıyordu artık ipin üzerinde.

Erkan bir kez daha dikkat kesildi. Ozan, devam etti:

-          Apolitiklik, siyasete can veriyor; Allahsızlık, dinlere… Siyah, beyazı diriltiyor; duygu, aklı… Sükût, söze ruh üflüyor; kadın erkeğe ve erkek kadına… Kabalıktan bir zarafet doğuyor; cehaletten bir bilim… Topraktan can; ölümden yaşam filizleniyor…

-          Az çok anlıyorum; ama neden ‘şimdi’ birader?

-          Uzaktan uzaktan yazar, söyler; aydın, sanatçı takımı. Sen de tiyatrocusun, anlayacaksındır beni.

-          Evet…

-          Doğrusu da bu belki, bilmiyorum tam olarak. Kervanlar yürür gider, şehirler karmaşa içinde debelenir… Biz de bazen en önden bir poz alır, sonra en arkadakine bir deyiş bırakırız, bir tablo çızıktırırız. Bazen bir tepede toz bulutunun arasından gördüklerimizi deyiveririz sesimizi duyurabildiklerimize. Tembelliğimizden midir, fıtratımız mı bunu gerektirir; bilemiyorum.

-          Dinliyorum…

-          Soruna gelecek olursak; bir ‘doğuş’u gördüm: umudun doğuşunu.

-          Yani?..

-          Yani… Sorulur mu bir cana, sen niye şimdi ana rahmine düştün, diye. Sorulur mu bir körpeye, sen niye filizlendin, diye. Sorulur mu bir güle, sen niye tomurcuklandın, diye. (Pencereden dışarıyı göstererek) Sorulur mu bir güneşe, şafak niye söküyor, diye. Yaratılışı, doğuşu, doğurmayı, doğrulmayı gördüm… Olmuş bitmiş bir şeyi değil, olacak olanı gördüm… Yani sahnelenen oyun, bir doğuşun hikayesi. Öyle söyleyeyim.

Erkan’ın bu gördükleri neydi? Yeniyetme bir umuda şahitlik ediyordu. Tek kişilik bir oyundaydı sanki. Sözlerin tesiri altında kalmıştı; ama esiri olmamıştı henüz. Aynı anda söze girdiler:

[ pagebreak ]

-          Pe…

-          Ya…

“Neyse, sen söyle,” dedi Erkan. Ozan da boncukları dizmeyi tamamlamış bir edayla:

-          Yani, hacım… Siyasetçiler, gazeteciler bir sürü analiz filan yapabilir; ama benim gördüğüm şey, burada bir soru işareti var. Ve bu soru işareti yeni bir cümleyi doğuracak. Bence, daha önce söylenmemiş bir cümleyi… Sen söyle, ne diyordun?

-          Şey… Peki, diyecektim… Senin için ‘neden şimdi’? Bi’ ara siyasetle uğraşmıştın, bırakmıştın. Ve bir daha dönmeyeceğini söylemiştin, hatırladığım kadarıyla. Hani müziğinle ışık yakacaktın geceye? Müziğin ne oldu?

-          Hah, ben de soloya gelmiştim zaten.

Ve gitarıyla solo atmaya başladı… Nihayete eren gecenin tutanağını daktilo ediyordu sanki parmaklarıyla… Bir es verdi ve tatlı bir akıntıda seyir eden Erkan’ın yüzüne dikti gözlerini. Bir yandan da pedala dokundu. “Ve bir de şimdi dinle,” dedi…

Sakin bir çaydan Fırat’ın deli sularına düşmüştü sanki Erkan…

Yüzü gitarına gömülü duran Ozan, soloyu bitirdikten sonra gülümseyerek Erkan’a dönerek:

-          Aynı notalara bastım… Çalan aynı notalar… Sadece distortion’u açtım… Anlıyor musun?

-          Anlıyorum birader…

İpin iki ucundan imameyi de geçiren, son düğümü de atmak üzere şarkısına baştan başladı:

“Başladı hayat bir çığlıkla
Sessizlikten doğan.

Çiğ taneleri düştü yüzüme
Ayaklarımdan yağan.”

Hayret, sevinç, uykusuzluk, sigara dumanı…  Değişik ruhsal ve fiziksel koşullar içinde şaşkınlık yaşayan Erkan bu yoğunluğun arasında hayranlıkla dinlemeye koyuldu Ozan’ı…

-          Göööööördüm! Gördüm, gördüm şimdi…

Yorgun gözleriyle bu doğurgan gecesiyle vedalaşıyordu Ozan; uyandığında akorlarını bile anımsamayacağı bestesini son kez çalarak.

 

Emrah ÖZDEMİR
emrah.ozdemir@politikadergisi.com

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.