Dış Borçlanma Bir Tuzak mıdır?

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar Adı: 
Prof. Dr. Cihan DURA
Yazarın Özgeçmişi: 
http://www.cihandura.com/index.php?option=com_content&task=view&id=99&Itemid=88

   Hemen yanıtını vereyim: Evet, dış borçlanma genellikle bir tuzaktır. Çünkü bir ülkeyi ele geçirmenin en emin ve kestirme yolu o ülkeyi borçlandırmaktır. “Çünkü borçlunun boynu eğik olur”. “Borç almaya alışan, emir almaya da alışır”. “Çünkü arpacıya borç yapan, ahırını tez satar”. Çünkü Atatürk’ün dediği gibi İstiklalini kaybetmenin en iyi yolu, sahip olmadığınız parayı sarf etmektir”.  

   Neden bu böyledir? Şundan ki her zaman ve her yerde “insanın insanı sömürüsü” diye, binlerce yıldır değişmeyen, üstesinden gelinemeyen lanet bir “yasa” var. Bu sömürü içte var, dışta var; dışta yani dünya çapında olanına “emperyalizm” diyoruz. Faili çirkin Batı’dır, derin merkezdir; kurban ise aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çevre ülkelerdir. Emperyalizm tarih boyunca oluşturduğu belirli bir mekanizmayı kullanarak sömürüyor kurban seçtiği ülkeleri.

 

   Borçlandırma bu mekanizmanın temel parçalarından birini oluşturur.

 

   I) Merkez ülkeler -daha doğrusu bu ülkelerde yerleşik olan derin merkez- çevre ülkelere kendi çıkarlarına uygun politika veya uygulamaları benimsetmek ister (Bunun en açık örneği günümüzde ABD’nin, Avrupa Birliği’nin Türkiye’den talepleridir). Bu talepleri gerçekleştirmenin en emin yolu, söz konusu ülkeleri kendilerine muhtaç duruma düşürmek ve bu durumu sürekli hâle getirmektir. Peki nasıl? O ülkeleri kendilerine borçlandırarak, içinden kolay kolay çıkamayacakları şekilde borç batağına iterek... Bunun gerçekleştirilmesinde en büyük yardımcıları ise, o ülkede var olan, bazen de kendi çabalarıyla oluşturdukları veya genişlettikleri işbirlikçi kadrolardır, Atatürk’ün nitelemesiyle “dahilî bedhahlar”dır. Sürecin sonunda hedef ülke tam bir borç bağımlısı ülke hâline gelir. Böyle bir ülkenin hükümetlerine de doğal olarak, elinde para olan, bol dolar ve avro olan herkes, her ülke istediği her şeyi yaptırabilir. (1)

 

   Sömürü mekanizması hedef ülkeye serbest ticaretin dayatılmasıyla işlemeye başlıyor. Serbest ticaret çeşitli yollardan, savaş, tehdit, ikna ya da günümüzde görüldüğü şekilde Avrupa Birliği gibi uluslararası ekonomik bütünleşme girişimleri yoluyla dayatılıyor. Türkiye özellikle 1995 Gümrük Birliği Antlaşması çerçevesinde bu silahın etki alanı içine girmiş bulunuyor. Serbest ticaret, uygulandığı her ülkede yoksul ülkede olduğu gibi Türkiye’de de gösteriş tüketimini artıyor. Henüz genç olan yerli sanayiler yabancı rekabet karşısında dayanamayarak çöküyor. Yurtiçi üretim yetersizleşince ithalat, buna bağlı olarak dış açık artıyor. Bir yandan da ekonomik olmayan yatırımlar teşvik ediliyor. Bu akımlar da dış açığı şişirince, yani döviz giderleri döviz gelirlerini baş edilemeyecek derecede aşınca, ülke borçlanma zorunluluğu ile karşı karşıya bırakılmış oluyor.
   Türkiye Cumhuriyeti ne yazık ki Atatürk’ün aramızdan ayrılışından sonra, yeniden borca batırılmış, borç bağımlısı bir ülke hâline getirilmiştir. Özellikle son 10 yılımız tam ve çılgınca bir dış borçlanma dönemi olmuştur. Artık devlet, tıpkı 1870’lerin Osmanlısı gibi ancak borç parayla ayakta durabilir bir hâldedir. Yeni borç talepleri Türk hükümetlerinin vereceği -ekonomik, politik, askerî, kültürel- ödünler karşılığında yerine getirilmektedir. Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesinin adı bile anılmıyor. Artık borçlanma öyle bir noktaya gelmiştir ki, yalnız devlet değil özel sektör, hattâ halkımız da, bireylerimiz de borç batağına gark olmuş durumdadır.

 

   II) Sömürü mekanizmasının diğer parçalarını da kısaca tanıtmakta fayda görüyorum: Özelleştirmeler, yabancı sermaye girişleri, yabancılara toprak satışı!.. Bunlara göstermelik demokrasi, art niyetli insan hakları, azınlık hakları gibi ekonomi dışı talep ve dayatmalar da eklenebilir.

 

   Batılı kapitalistler, dev ulus-ötesi şirketler, bu saydığım kanalları kullanarak kurban seçtikleri ülkeyi ekonomik ve siyasal bakımdan ele geçirmeye başlar. Gerçekten, bir ülke serbest ticarete açılıp borçlandırıldıktan sonra sıra özelleştirme yaptırmaya gelmekte, bu uygulama ile birlikte -sermaye hareketleri de serbestleştirilerek- ekonomiye yabancı sermaye girişi başlatılmaktadır. Türkiye’de de böyle olmuştur: Özelleştirme yoluyla yüzlerce tesis Türk milletinin mülkiyetinden çıkarılarak, yok pahasına yerli ve yabancı fırsatçılara satılmış, yabancı ülkelerin tapulu malı haline getirilmiştir. Türkiye’de özelleştirme son 10 yıldır tam bir çılgınlık, ölçüsüzlük ve felaket şeklini almıştır. Yerli alıcıların çoğu, çok geçmeden tesislerimizi yüksek kârlarla yabancılara satmıştır, satmaktadır (Son örneği: Aydın Doğan’ın Petrol Ofisini yabancı ortağı Avusturyalı OMV’ye satma girişimi).

 

   Yabancı sermaye safhası Türkiye’de esas itibariyle, “yeni-sömürgeciler”e tanınan akıl almaz kolaylıklar sayesinde 2003 yılından itibaren başlamıştır. Yabancı sermaye girişi önündeki ulusal sanayileri koruyucu bütün engeller, bütün kural ve sınırlar -ancak muz cumhuriyetlerinde görülecek şekilde- kaldırılmıştır. Bu başıboşluğun nihaî sonucu ekonominin hızla yabancılaşması, Türkiye ekonomisinin tapusunun parça parça ulus-ötesi şirketlerin eline geçmesi olmuştur. Sanayi sektöründe en stratejik tesislerimiz artık yabancıların mülkiyetindedir. Madenciliğimiz, enerji sektörümüz ulus-ötesi şirketlere açılmıştır. Türkiye’ye sıcak para girişi, ödenen yüksek faizler nedeniyle tam bir soygun düzenine dönüşmüştür. Yabancılara toprak satışının da aynı dönemde serbest bırakılmasıyla, mekanizma; en önemli parçaları tamamlanarak, bütün hızıyla Türkiye aleyhine çalışır duruma getirilmiştir.

 

   III) Avrupa’nın Osmanlı’yı batırma sürecinin ekonomik mekanizması da yukarda açıkladığım şekilde idi.

 

   Önce, 1838’de -bugün AB üyesi olan- İngiltere tarafından serbest ticaret dayatıldı Osmanlı’ya! Aradan 20 yıl geçmeden de, 1854’de dış borçlanma, yine İngiltere tarafından!.. Osmanlı’nın malî çöküşü ve 1920’de devletin üzerinde uluslararası malî denetimin kurulması için ise sadece 65 yıl yeterli oldu. Bu arada tabii özelleştirme dayatıldı, ülke topraklarının yabancılara satışını serbest bırakan yasa dayatıldı. Kim tarafından? Elbette yine bugün AB üyesi olan İngiltere tarafından; çok geçmeden tarihin en büyük sömürgeni olan bu devletin yanında yine günümüzün AB üyesi olan Fransa ve Almanya da yer aldı; en sonra Amerika Birleşik Devletleri de!

 

   Ancak Türk milleti her şeye rağmen teslim olmadı; bu haydutluğa karşı ayaklanarak tarihin ilk antiemperyalist kurtuluş savaşını verdi. Atatürk, Türkiye’yi Batı’nın sadece askerî işgalinden değil, ekonomik ve malî işgalinden de kurtarmıştır. Onun uyguladığı ulusalcı maliye politikası sayesinde Batılı tefecilere olan borçlarımız son kuruşuna kadar ödendi. Dış borçlanmadan kaçınılması temel bir ilke olarak kabul edildi. Ne var ki -Atatürk aramızdan ayrıldıktan sonra- bu doğru politika sürdürülmedi; verimsiz borçlanma yavaş yavaş yeniden başlatıldı, Batı’nın “derin merkezi”nin oyununa yeniden gelindi. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren dış borçlarımız yeniden ve tehlikeli bir şekilde artmaya başladı.

 

   IV)  Dış borçlanmadaki tehlikeli eğilimi Hazine Müsteşarlığı’nın dış borç stoku istatistiklerinden takip edebiliriz. Analiz için son yılların etüdü yeterli olacak bizim için. Bu dönem AKP’nin iktidarda olduğu 2002-2009 yıllarıdır. Ancak son yıl ayrı bir işlem gerektiriyor. Çünkü 2008 ortaları dünya ekonomik krizinin baş gösterdiği, Türkiye’yi de etkisi altına aldığı dönemdir. Batı karşısında baştan beri tam bir teslimiyetçi duruş benimseyen AKP, 2008 sonunun ortalarına kadar rahat bir borçlanma süreci yaşadı. Ancak 2009 yılı öyle olmadı, bu sebeple ayrıca değerlendirilmesi gerekiyor.

 

     A) Türkiye’nin dış borcu 1980’li yıllarda 40 milyar doların altındaydı. Üç kattan fazla artarak 2002 sonunda 130 milyar doları buldu (Tablo 1). Aradan geçen sadece 7 yılda ise, dış borç stoku bir kattan fazla (yüzde 113) artarak 2008’de 277 milyar dolara dayandı. Bu yıllarda iktidarda AKP var. Demek ki AKP döneminde dış borçlanma hızlanmış, yabancılara aşırı ölçüde borçlanılmıştır.

 

   Öte yandan dış borçların yapısındaki çok anlamlı bir değişme de gözden kaçmıyor: Artık Türkiye’de dış borçlanmanın çok büyük bir kısmı özel sektör tarafından gerçekleştiriliyor. Özel sektör borçlarındaki artış, AKP döneminin (2002-2008) en çarpıcı gelişmelerinden biri olarak kendisini gösteriyor: Şöyle ki özel kesimin dış borçları, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı sonunda sadece 43 milyar dolar düzeyindeydi. Altı yıl sonra, 2008’in sonunda ise 185 milyar dolara sıçramış bulunuyor! Muazzam ölçüde gerçekleşen ve açıklanma isteyen bir değişme bu: Artış 142 milyar dolar, artış oranı yüzde 330’un üzerinde! Doğal olarak özel sektörün, toplam dış borç stokundaki payı da yüzde 33’den yüzde 67’ye tırmanmış bulunuyor. Bu tırmanma eğilimini ve yapı değişikliğini AKP’den önceki hükümet döneminde (1999-2002) görmüyoruz.

 

   2009 ise bir kırılma yılı… Rahat borçlanma dönemi bitmiş, hattâ ağır geri ödeme sorunu ile karşı karşıya Türkiye. Bu yüzden yılın ilk çeyreği verilerine göre borç stokunda azalma var. Bu değişiklik, esas itibariyle 185 milyar dolar düzeyinden 177 milyar dolar düzeyine gerileyen özel sektör dış borç stokundan kaynaklanıyor.

 

  Tablo 1: Türkiye’nin Dış Borçları (1999--2009 Q1)

 

Milyar Dolar Olarak

 

 

 

 Q1: Birinci Üç Aylık Veri

 

 
   Ancak hâkim yapısal özellikte bir değişiklik yok: Özel sektörün borcu AKP döneminde artıyor, hızlanıyor. Özel sektör dış borç artışımızın temel aktörü haline geliyor.

 

   Peki neden? AKP’nin iktidar döneminde özel sektörün dış borç stoku neden arttı? En makul görünen açıklama şudur: Türkiye’de bir kısım özel girişimci veya “iş adamı” kolay ve havadan para kazanma peşindedir. Üretmiyor, oturduğu yerde para kazanmaya bakıyor. Türkiye’nin ne onuru, ne geleceği, ne kalkınması, ne bağımsızlığı umurunda, … Şöyle yapıyorlar: Dışarıdan kaynak sağlıyorlar, yabancılara borçlandıkları dövizleri TL’ye çevirip devlete yüksek faizle borç veriyorlar. Tabiî özel sektöre de ait olsa, bu borçların yükü Türk milletinin, dolayısıyla Türk devletinin sırtına bindirilmiş oluyor. Sonuçta ekonomi, ancak borçlanma yoluyla soluk alabilir, yaşayabilir hâle getirildiğinden, emperyalist güçler hükümetlerimize, TÜSİAD’çı işadamlarına -Türk halkının aleyhine olmak üzere- istediklerini yaptırıyorlar. AKP hükümetinin 29 Mart yaklaştıkça IMF’ye el sallamaya başlamış olmasının, TÜSİAD’ın krizden çıkış yolu olarak sadece IMF ile anlaşmayı işaret etmesinin, “Hükümet neden IMF ile anlaşma yapmıyor” diye kıyameti koparmasının arkasında işte bu olgu, Türkiye’nin yeniden borç bağımlısı bir ülke haline getirilmiş olması yatıyor. Tabiî emperyalist güçler de, Türkiye’ye istedikleri şekli verme, bunu daha kolay gerçekleştirme olanağını elde etmiş oluyorlar.

 

     B) Bununla birlikte eklemem gerekir ki özel sektörün borçlanma eğilimi Türkiye’ye özgü değildir, küresel ölçekte de geçerlidir. Başka bir deyişle bizim TÜSİAD’çıların dış borçlanma coşkusu; birçok çevre ülkesinde görülen, mutlu azınlığın, kamunun sırtından geçinme alışkanlığının Türkiye özelinde gerçekleşmesidir. Derin merkezin borçlandırma mekanizması yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada işliyor: Nitekim “kalkınmakta olan ülkeler”de çok sayıda şirket 2009 yılında para bulma zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Bu şirketlerce yeniden finanse edilmesi gereken dış borç tutarı 200 milyar doların üzerindedir. Finansal hizmetler şirketi J.P. Morgan Chase, şirketleri en yüksek borçlanma ihtiyacı olan ülkeler arasında Türkiye'yi de sayıyor.

 

   V) Yukarıdaki yaptığım istatistik analiz açıkça gösteriyor, Türkiye Batı’nın borçlandırma tuzağına yeniden düşmüş bulunuyor. Tuzağın tam içindedir ve durumu gittikçe kötüleşmektedir. Sorumlu geçmişte kamu sektörü idi, günümüzde ise özel sektör öne geçti. Peki, bu durumun anlamı nedir, sonuçları nelerdir? Şimdi bu soruları yanıtlıyorum.

 

     A) Birinci olarak, iktidara geldiği günden beri her şeyi özelleştiren AKP; denebilir ki dış borçlanmayı da özelleştirmiştir. Bu özelleştirme de diğerleri gibi Türkiye’ye büyük zararlar vermiş, ağır külfetler getirmiştir. Şunu da belirteyim ki 2001 krizinde temel sorun -bankaları bir tarafa bırakırsak- kamunun dış borç geri ödemesiydi, Halbuki günümüzdeki temel sorun kamunun değil, şirketlerle bankaların dış borç geri ödemeleri sorunudur.

 

     B) Şirketler ve bankalar 2008’in son aylarına kadar vadesi gelen borçlarının çok üzerinde borçlanabilmekteydiler yurtdışı piyasalardan. Mevcut kriz ortamında ise bunun tam tersi beklenmektedir: Dışarıdan bulunabilecek borç miktarı, vadesi gelen borçların altında kalacaktır. 2009 yılında çevrilmesi gereken dış kredi yaklaşık 50 milyar dolardır. Cari açık ve devlet borçlarının çevrilmesi için gereken miktar da hesaba katıldığında Türkiye’nin toplam dış borç geri ödemesi tahminen 136 milyar dolara yükseliyor. Durumun vahameti, yani borçlanmanın ağır bedeli burada gösteriyor kendini.İş çevreleri sıcak para girişine neden can simidi gözüyle bakıyor, kolayca anlıyoruz. Dış borçlanma TÜSİAD’ımızı ve benzerlerini “kırk katır mı yoksa kırk satır mı” ikilemi ile karşı karşıya bırakmış oluyor: Ya kredi borçlarını kuzu kuzu ödeyecekler veya çevirecekler, ya da şirketlerini alacaklılarına devredecekler. Yukarda verdiğim Türk atasözünün hikmetini de sayelerinde bir kez daha anlamış oluyoruz: Çirkin Batı’ya borç yapan, şirketini tez satar.

 

     C) Üstat iktisatçılarımızdan Korkut Boratav’a göre ağır dış borç ödemeleri karşısında bulunan Türkiye’nin önünde iki seçenek bulunmaktadır. Biri dış borç yükümlülüğünün olduğu şekilde bırakılmasıdır ki bunun sonucu rezervlerin erimesi, TL’nin hızla değer yitirmesidir. Diğer seçenek ise şudur: Türkiye küçülerek, cari fazla verecektir. IMF’yle anlaşacak, oradan gelen para ile bir parça rahatlayıp döviz rezervlerini artıracaktır. Belki IMF’nin yaktığı yeşil ışık sayesinde uluslararası finans kuruluşlarından biraz daha anlayış görecektir. Ancak süreç burada bitmeyebilir, IMF’den daha da küçülme talebi gelir, cari işlem açığı kaybolsun, hatta fazlaya dönüşsün diye. Çünkü IMF’nin ilk, belki de tek kaygısı Türkiye’nin dış borç yükümlülüğünü karşılaması, Batılı kapitalistlerin alacaklarını faiziyle tahsil edebilmelerini güvence altına alınmasıdır. Şimdi burada da sayabiliriz, dış borçlanma tuzağına yakalanmanın maliyetlerini: Rezervlerin erimesi, TL’nin hızla değer yitirmesi, ekonominin küçülmesi, sonra daha da küçülmesi, bunlara paralel ağır faiz ödemeleri…
     D) Son bir noktaya da değinmek istiyorum. Bu, dış borçlanmanın ekonomik gelişme üzerinde olumlu bir etkisi olmadığı gerçeğidir. Örneğin, söz konusu ilişkiyi Türkiye örneğinde inceleyen yeni bir çalışmaya(2) göre, “dış borçlanmanın üretken yatırımları finanse etmek amacıyla kullanılması halinde ulusal çıktı düzeyi üzerinde gerçekleşen olumlu etkisi, geri ödemelerin yapıldığı dönemlerde karşılıksız bir fon akışına neden olduğu için tersine dönmektedir. Ayrıca zamanında ödenemeyen borçlar, ekonomiye mali bir yük getirerek borç krizine yol açabilmektedir. Buna bağlı olarak ortaya çıkan sorunlar ise ekonomik dengeleri dış şoklara karşı daha kırılgan hale getirebilmektedir.” Yazarlar dış borçlanma ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi Türkiye ekonomisi örneğinde Vektör Otoregresif Model tekniği kullanarak analiz etmiş ve şu sonuca varmışlardır:  Kısa ve uzun dönemde dış borçlar Türkiye’nin ulusal çıktı düzeyini olumsuz yönde etkilemektedir.
‘***’

 

   Sonuç olarak şu hususları kaydedebilirim:

 

  1) Bu yazıda savunduğum görüş şudur: Dünyada “insanın insanı sömürüsü” diye bir süreç var. Sömürü belli bir mekanizmaya göre gerçekleşiyor. Dış borçlanma bu mekanizmanın bir parçasıdır. Bu sebepledir ki dış borçlanma bir tuzaktır. Osmanlı gibi, tuzağa günümüz Türkiye’si de düşürülmüştür. Türkiye’nin tehlikeli borçlanma sürecini istatistiklerde kolayca gözlemleyebiliyoruz. Borçlanmayı geçmişte kamu sektörü yapıyordu; bugünse özel sektör öne geçmiş bulunuyor. Bu değişiklik AKP iktidarının dış borçlanmayı da özelleştirmiş olduğu şeklinde yorumlanabilir. Sonuçta Türkiye hesapsız ve verimsiz borçlanmanın yalnız ekonomik değil, siyasal maliyetlerine de katlanmak zorunda kalmıştır. Bundan başka dış borçlanmanın ekonomik gelişme üzerinde olumlu bir etkisi de yoktur.

 

  2) Atatürk’ten sonra, Türkiye Batı’nın borç tuzağına yeniden düşürülmüş, yeniden borç bağımlısı bir ülke hâline getirilmiştir; boynu artık yeniden eğiktir. Bu düşüş özellikle 1990’lı yıllarda başlamış, son 10 yılda şiddetlenmiştir. Düşüşte yalnız hükümetlerin değil, artık özel sektörün de büyük payı vardır. Emperyalizm (ABD ve AB) ezelî silahına yeniden kavuşmuştur. Hükümetlerin ve TÜSİAD’ın, Batı karşısında neden teslimiyetçi olduğunu, AB-D ve işbirlikçilerinin ülkemizde Atatürk’ü gözden düşürmek için neden büyük uğraş verdiklerini, ancak bu kilit olguyu göz önünde tutarak anlayabiliriz.

 

  3) Türkiye’nin gerçek sorunları -emperyalizmin ve onun ülkemizdeki işbirlikçilerinin bize dayattığı anlamda- ne demokrasi, ne özgürlük, ne insan haklarıdır. Türkiye’nin gerçek sorunları başkadır: Kaynakların adam gibi kullanılmasıdır, verimliliktir, ekonomik kalkınmadır, iş alanları açılmasıdır; devletin ve halkımızın, felakete yol açacak şekilde borçlandırılmamasıdır. Bu sorunlar halledilsin, diğerlerinin çözümü kendiliğinden gelecektir.

 

  4) Türkiye’de bir “açılım” furyasıdır gidiyor. Ülkemiz borçlandırma yoluyla öyle bir kıskaç içine alınmıştır ki bu sözde “açılım”ları yapmayan hükümet soluksuz bırakılacağını, iktidardan yuvarlanıp gideceğini çok iyi bilmektedir. Ermeni açılımı, Ruhban okulu açılımı, Kıbrıs’ı ver gitsin açılımı, Kürt açılımı… Bütün bunlar borçlanma yoluyla boynu eğdirilen, emir almaya alıştırılan, tesislerini topraklarını satar hâle getirilen, kısacası tam bağımsızlığını yitirmiş olan bir Türkiye’nin, daha doğrusu onu yöneten teslimiyetçi hükümetlerin eseridir.

 

   İşin en acı tarafı ise şudur: Bütün bu melanetler; borca batmış, boynu eğik, bağımsız olmaktan çıkmış bir ülkeye “demokrasi ve insan hakları” örtüsü altında zorla yaptırılmaktadır.

 

Dipnotlar

 

   (1) Türkiye’de dış borç bulma karşılığında yabancı ülkelere verilen bazı ödünler hakkında bakınız: Cihan Dura, Sömürgeleşen Türkiye, İleri Yayınları, İst.,2004, ss. 434-436; Cihan Dura, Satıldık Uyanın, İleri Yayınları, İst.,2005, ss. 184-187.

 

   (2) Doğan UYSAL, Hüseyin ÖZER, Mehmet MUCUK, “Dış Borçlanma ve Ekonomik Büyüme İlişkisi: Türkiye Örneği (1965-2007)”, http://iletisim.atauni.edu.tr/eisemp/html/tammetinler/255.pdf    (6.8.2009)
 

 

iletisim@PolitikaDergisi.com

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.