Haziran 2009

Maxim Gorki: Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi

Yazar: 
Politika Dergisi

   Küçük burjuva, uzun yıllar sürecinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış, bu çemberlerin dışına çıkamayıp, kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır. Ailenin, okulun, kilisenin, "hümanist" edebiyatın etkisi, "yasaların ruhu", burjuva "gelenekleri" denilen bütün şeylerin etkisi küçük burjuvaların kafalarında bir saatin çarklarına benzer. Küçük burjuva düşüncelerinin küçük çarklarını, küçük burjuvanın rahatına düşkünlüğünü harekete getiren bir zemberek, pek karmaşık olmayan bir cihaz yaratır. Küçük burjuvaların bütün duaları belagat niteliklerini hiç kaybetmeyen şu kelimelerden ibarettir: "Tanrım, bize acı!"

Ekonomik Tetikçi John Perkins’ın İtirafları Yaşadıklarımıza Ayna Tutuyor

   “Bir ulusu yok etmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır; birisi kılıçla, diğeri borçladır.”

   John ADAMS (1735 – 1846)

   Chas. T. Main Şirketi eski şef ekonomisti, John PERKİNS

   “Bir ekonomik tetikçinin itirafları” kitabının yazarı:

   “Biz, ekonomik tetikçiler, küresel imparatorluğun yaratılmasında gerçekten sorumlu olanlarız ve çok farklı bir şekilde çalışırız. Belki de en sık kullanılanı, öncelikle şirketlerimize en uygun kaynakları olan ülkeleri bulur ve gözümüzü üstlerine dikeriz. Petrol gibi… Ardından Dünya Bankası veya onun kardeşi başka organizasyondan o ülkeye büyük bir kredi ayarlarız; fakat gerçekte asla o para, o ülkeye girmez. Ülke yerine, o ülkede projeler yapan şirketlerimize gider. Bizim şirketlere ilaveten o ülkedeki enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, birkaç zengin insanın kar sağlayacağı şeyler… Bunlar toplumun çoğunluğuna yaramaz. Yine de o insanlar yani bütün ülke, bu borcun altına sokulur. Bu borç, ödeyemeyecekleri kadar büyüktür ve bu planın parçasıdır, geri ödeyemezler. Ardından biz “ekonomik tetikçiler” gider onlara deriz ki; “Dinleyin, bize bir sürü borcunuz var ve ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü, petrol şirketlerimiz için oldukça ucuza satın. Ülkenizde askeri üst kurmamıza izin verin veya askerlerimizi desteklemek için dünyanın bir yerine asker gönderin (Irak gibi…) ya da bir daha ki BM seçiminde bizimle oy verin.” Elektrik şirketlerini özelleştiririz, sularını ve kanalizasyon sistemlerinizi özelleştiririz ve ABD şirketleri veya diğer çokuluslu şirketlere satarız. Bu, mantar gibi biten birşey ve çok tipik, IMF ve Dünya Bankası bu şekilde çalışır. Ülkeyi borca sokarlar ve bu öyle büyük bir borçtur ki, ödenemez. Ardından yeniden borç teklif edersiniz ve daha fazla faiz öderler. Koşullara bağlı ve iyi yönetim talep edersiniz. Aslında bu onların kaynaklarını satmalarını sağlar. Buna sosyal hizmetleri, teknik şirketleri, eğitim sistemleri de dahildir. Adli sistemlerini, sigorta sistemlerini yabancı şirketlere satarız. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbedir!”

   Şirketokrasinin izlediği politikalar nedeniyle dünyada her gün ortalama 24.000 insan açlıktan ölmekte, çoğu çocuk olan, başka on binlerce kişinin kurtulması, sadece maddi nedenlerle mümkün olmadığı için çeşitli hastalıklara teslim olmaktadırlar. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası günde 2 dolardan az bir gelirle hayata tutunmaya çalışır.

   Ekonomik Tetikçi Kimdir?

   Ekonomik Tetikçi: Net Görüntü İçinde Saklanmak

   Küresel imparatorluğun çıkarlarına hizmet edenler birçok farklı rol oynayabilir. John Perkins’in ortaya koyuşuyla, ekipteki her kişi bir ünvana sahiptir. Mali analizci, sosyolog, ekonomist v.s.  Ancak bu unvanların hiçbiri, kişinin kendi tarzınca bir ekonomik tetikçi olduğunu ortaya vurmaz. Bir Londra bankası, tüm personelini saygın üniversitelerden diplomaları olan insanlardan seçer.  Kent’de ya da Wall Street’de görmeyi umacağı marka giysilerle kuşanmış insanların oluşturduğu bir offshore şube açar. Ancak bu kişilerin gündelik işi, zimmete geçirilmiş fonları gizlemek, uyuşturucu satışlarından gelen paraları aklamak ve çokuluslu şirketlere vergi kaçırmakta yardım etmektir. Bunlar ekonomik tetikçidir. Bir IMF ekibi, çok gereksinilen ( ve karşılığı, eğitim bütçelerinde kesinti yapmak, ekonomilerini Kuzey Amerikalı ve Avrupalı ihracatçıların tapon mallarının akışına açmak olan ) ilave borç paketleriyle silahlanmış halde bir Afrika başkentine gider.  Bunlar da ekonomik tetikçidir. Bir danışmanlık firması, Bağdat’ın Birleşik Devletler ordusunun koruması altındaki “Yeşil Bölgesinde” iş yeri kurar, Irak petrol rezervlerinin yağmalanmasına zemin hazırlayacak yeni yasaların çıkartılmasını sağlar. Bunu yapanlar da ekonomik tetikçidir. Ekonomik tetikçi yöntemleri, yasal (hatta devlet ve yetkili kurumlara dayatılan) yöntemlerden, eksiksiz bir yasa katalogundaki başlıkların hepsini ihlal eden gri bölgelere uzanır. Bunlardan yararlananlar, hesap sorulamayacak, kınanamayacak kadar güçlü insanlar, birinci dünya çevreleri içine yuvalanmış elitlerle onların üçünü dünyadaki müşterileri, dünyayı istediği doğrultuda düzenleyerek çalışanlardır.

   Denetim AğıÜçüncü Dünya ülkelerinin borçlarının yıllık ödemeleri 375 milyar dolar gerektirir ki, bu rakam aynı ülkelerin aldığı dış yardımın yirmi katıdır. Nüfusunun yarısı günde 2 dolardan az parayla geçinen Güney Küre’nin - varlıklı Kuzeyin desteğiyle ayakta kaldığı bu sisteme, ”Marshall Planı Tepmesi” denir.  Başarısız olmuş bir sistem nasıl olur da varlığını koruyabilir?  Anapara, az gelişmiş ülkelere borç ve başka finans şekilleri halinde akıyor ama (John Perkins’in vurguladığı gibi) bunun bir bedeli var; Borcun sağladığı boğucu hâkimiyet,  Birinci Dünya hükümetlerine, kurumlarına ve ticari kuruluşlarına, Üçüncü Dünya ülkelerinin ekonomileri üstünde kontrol sağlıyor. Üçüncü Dünya ülkelerini alın ve kurtulmaları son derece güç, gitgide daha kapsamlı ve karmaşık bir hal alan, son derece yaygın mali, askeri ve siyasi bir denetime sahip olan bir ağa yerleştirin.

   Küresel Kuzeyin Denetim Ağı:

   G8 Ülkeleri – Çok Uluslu Şirketler – Dünya Bankası – IMF

   Az Gelişmiş Ülkelere Akan Fonlar:

   * Şişirilmiş projeler için verilmiş borçlar

   * Yapısal düzenleme borçları

   * Gelişim kredileri

   * Silah yardımları

   * İhracat kredilendirme kurumları aracılığıyla sağlanan fonlar

   * Offshore operasyonları

 

   Yardım, Kredi ve Yatırım Sağlama Koşulları:

   * Kaynak geliştirme imtiyazları

   * Paylaşım sözleşmelerinde tek yanlı yararlılık

   * Yerel elitlerle ortaklık

   * Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi

   * Gümrük tarifelerinin tek yanlı indirimi

   * Gereksiz savunma ve güvenlik gücü oluşturulması

   * Özel şirket projelerinin gerçekleştirilmesi için kamu yatırımı

   * IMF bütçe denetimleri

 

   Paranın Birinci Dünyaya Geri Akış Yolları:

   * Kontratlar, borç ödemeleri ve şişirilmiş projelerden alınan bedeller

   * Hileli ihaleler

   * Anapara kaçışı

   * Offshore hesaplarına yatırılan paraların komisyonları

   * Manipüle edilen emtia piyasaları

   * Zimmete geçirilip, offshore hesaplarına aktarılan paralar

   * Silah satışı anlaşmaları

   * Tahsisli hizmet ve tedarikçiler

   * Vergi kaçırma, para aklama

   * Para transferlerinde bedel kaçakları

 

   Uygulama:

   * Hileli seçimler

   * Rüşvetler

   * Askeriyeye ve güvenlik güçlerine sızmalar

   * Yerel para biriminin ve faiz oranlarının manipüle edilmesi

   * İşbirliğine yanaşmayan liderlerin öldürülmesi

   * Yerel milislerin ve güvenlik güçlerinin kullanılması

   * Askeri müdahale

 

   YAPILAN BU İTİRAFLAR ÜZERİNE TÜRK MİLLETİ OLARAK GÖRMEMİZ GEREKEN GERÇEKLER

   1917 yılında Bolşeviklerin isyanı ile tercihini “Sosyalist rejimden” yana kullanan Rusya, bu paylaşım savaşı sonrasında sınırlarını Orta Avrupa’ya kadar genişletmiş, hatta Almanya’nın iç kısımlarına kadar geldiği için, Berlin kenti bir duvarla ikiye bölünmüştü. Aslında bölünen yalnızca Almanya değildi; siyasi ve sosyal anlamda Avrupa bölünmüştü.Sermayenin önünde iki seçenek vardı. Ya anti-demokratik, emperyalist ve tümüyle sömürüye dayalı sistemine devam edecek ve muhtemelen bütün Avrupa’nın sosyalizme geçmesine seyirci kalacak ya da Avrupa’da tüm dünyanın imreneceği, göreceli de olsa demokratik, eşit ve paylaşımcı bir sosyal devlet anlayışını inşa edeceklerdi. İkinci yolu seçtikleri takdirde hasımlarına kapitalist sistemin adil, eşitlikçi ve demokratik olduğunu göstererek Sosyalist Blok halklarının aklını çelmekle kalmayacak, bir yandan da Avrupa halklarının gözünün sosyalist sistemde kalmamasını sağlamış olacaklardı. Üstelik bu “sosyal devletlerin” nimetlerinden yine en fazla yararlanacak olan kapitalist sistem olacaktı.  Sanayiye yapılan altyapı yatırımları (ulaşım, enerji, bankacılık, iletişim vs.) muazzam harcamalar gerektiriyordu ve bu harcamaları halkın sırtından (vergilerle) devlete yaptırmak ve daha sonra özelleştirme adı altında el koymak çok daha karlı olacaktı. Bütün bunlar oluşturulurken, toplumun eğilimlerini de bu minvalde oluşturmaları gerekiyordu. Çok iyi de becerdiler.Yukarıda verdiğim denetim ağı maddelerini inceleyecek olursak, 1950’lerden beri her bir maddenin adım adım üzerimizde uygulandığını görürüz. O günden bugüne kadar olan süreçte, ülkemizde yapılan bu uygulamaları madde madde yazmaya kalkarsak, ciltler halinde kitap olur.

   Kısaca özetlemek gerekirse:

   Marshall Planını uygulamak,  Avrupa’nın ortak mirasını koruyup geliştirmek ve üye olan ülkelerin yaşam standartlarını aynı düzlemde kurgulayabilmek için kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütüne ( OEEC, 1949 ), o mirasın sahiplerinden sayılarak, kuruluşundan hemen sonra çağırılan üç ülkeden biriydik. Teklifi kabul ederek, hiç ihtiyacımız olmadığı halde Marshall yardımını alarak üye olduk.  O dönemde, coğrafi durumunuz müsait değil diyerek, Türkiye’yi NATO’ya almak istemeyenler, OEEC’ye ortak mirasçı vasfıyla bizi örgüte dahil ettiler. Daha sonra ne oldu da bu fikirden vazgeçtiler?  Bunun cevabını John Perkins veriyor. Bizim ekonomik kaynaklarımızı ele geçirip, toprak bütünlüğümüzü yok edip, bizi devlet olarak ortadan kaldırıp, dünya üzerinde hâkimiyeti kurgulamak ve Ortadoğu’yu ele geçirmek için bizi Avrupa Birliği yerine Büyük Ortadoğu Projesine dahil ettiler. Büyük Ortadoğu projesinin öngördüğü, projeye dahil edilen devletlerin yokluk ve sefalet içinde tutulup tam zıttı olarak yöneticilerin ise zenginliğin zirvesinde olmaları anlayışını ve bunu sanki toplumların kaderiymiş gibi algılatılması ve bu algılamaların (paradigmaların) doğrultusunda gün be gün hedefe ulaşma çabalarının ne kadar başarıyla sürdürüldüğünü görüyoruz. Özellikle ülkemizde bu çabaların, Menderes döneminde başlatılmış olup, Özal, Demirel ve Erbakan hükümetleri tarafından desteklenerek, bugün tek başına iktidar olan AKP’nin alt yapısının hazırlanmasında ve bu oluşumun halk tarafından desteklenmesi için Fethullah Gülen cemaatinin bu hükümetler tarafından teşkilatlandırılıp önümüze konulmasının, yukarıda yapılan itiraflar sebebiyle gelişi güzel bir tesadüf olmadığını bize ispatlıyor.  İlginç olan ise, bu zamana kadar gelen Başbakanlar arasında, R.T. Erdoğan’ın bu projeye eşbaşkan seçilmesidir. Bundan önceki Başbakanlara niye teklif edilmemişti? Ya da edilmişti de bizim mi haberimiz olmamıştı? Sebebi, yıllardır adım adım alt yapısı oluşturulan bu projenin son ayağına gelinmiş olmasıdır. Yakın bir gelecekte ortaya çıkacak yeniden paylaşım savaşında, bölgeyi Ruslara kaptırmamak için Türkiye’yi kendi kontrolünde tutup, bölgede hâkimiyeti sağlamak açısından, kendi sözünden çıkmayacak hükümeti destekleyerek, bölgede İsrail devletini güçlü kılmaktır.Marshall Planının kabulünden sonra 28 Mart 1949 tarihi bize neyi hatırlatıyor? İsrail Devletini fiili olarak tanıyan ilk Müslüman ülke olduğumuzu… Bu da şunu gösteriyor; artık o tarihten bugüne kadar olan oluşturulan iç ve dış politikalarımızın, ABD’yi ve Avrupa’yı güdümünde tutan Siyonistler tarafından oluşturulduğudur. Yıllarca, halkı Avrupa Birliğine üye olacağız vaatleriyle kandırarak oy toplayanlar, muhtemelen bu düşünceye kendilerini de inandırmış olacaklar ki, bu sebeple de 1950’lerden beri ülke çıkarlarına ters düşecek ne kadar talep olduysa, bu hayaller doğrultusunda hepsini yerine getirmişlerdir.Bu çalışmalar son hızıyla hala devam etmektedir. AKP, göreve geldikten sonra, özelleştirme adı altında devletin neredeyse bütün gelir kaynaklarını yabancılara devretti. Son numaraları ise mayın temizlemek bahanesiyle Güneydoğu sınırlarımıza el koyulması. Şu an gündemde olan Güneydoğu sınırlarımızın bu tetikçilere devredilmesi, o bölgenin federatif hale getirilmesi için gerekli olan finansal gücün sağlanmasıyla devletin bölge üzerindeki etkisi tamamı ile ortadan kaldırılıp, bölgeyi ele geçirmek için hazırlanan bir tuzaktır. Yapılan anlaşma gereği sınırları 50 yıllığına kiralayıp, organik tarım için yatırım yapılacağı safsatası ile denetim ağını o bölgede güçlendirmeye çalışıyorlar. Daha önce de tarım yapılacağı bahanesiyle o bölgedeki topraklar Araplara satılmıştı. En önemli petrol bölgemizi elden çıkaracak her türlü anlaşmayı, ülke menfaatinedir diye, iktidar olma güvencesiyle gözümüze sokarak yapıyorlar. Elde ettikleri siyasal güç nedeniyle, önümüzdeki iki yıl içinde hedeflerine ulaşabilmeleri için, hızlandırılmış bir şekilde Abdullah Gül ile Colin Powell arasında gerçekleşen gizli anlaşmanın maddelerini uygulamaya sokup, anayasal değişiklikler de yapıldıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yapısını koruyacak hiçbir şey kalmayacaktır.Bugün, ABD ve Avrupa tarafından üzerimizde oluşturulan bu denetim ağını ortadan kaldırılması için, ülkeyi “emperyalizme” hizmet eden insanlardan arındırıp, köklü reformlarla devletin yapısını ve işleyişini yeniden kurgulamak gerekmektedir. Ancak şu anda bu hiç mümkün görünmemektedir. Bunun için de millet olarak bir an önce uyanıp, ülkenin işgal güçlerinin elinden kurtarılması bilicine varılmalı ve bu gidişata bir dur denilmelidir.Diyeceksiniz ki, bütün bunları anlamamız için bu itiraflara ihtiyacımız mı var? Tabii ki yok. Ancak morfin verilmiş gibi uyutulan bu insanlara gerçekleri anlatabilmek, olan biteni çok iyi anlayan insanların söylediklerinin, birer komplo teorisinden ibaret olmadığını ispat edilmesi açısından, kamuoyunun bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi bakımından son derece önemlidir.

 

Saadet.Toksoz@PolitikaDergisi.com

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

23 Mayıs, En Uzun Gece

Yazar: 
Ece ERDAĞ

    Ece ERDAĞ

 

Yoksullukla Savaşın Sahte İkiz Melekleri

Yazar Adı: 
Prof. Dr. Alkan SOYAK
Yazarın Özgeçmişi: 
Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

 

   Son yıllarda dünyada yaşanan küreselleşme karşıtı sosyopolitik tepkiler, sürecin negatif etkilerinin giderek çok daha ön plana çıktığına işaret etmektedir. Küreselleşmeyi; fikirlerin, insanların, mal-hizmetlerin ve sermayenin serbestçe hareket etmesi yoluyla toplumları ve ekonomileri bütünleştiren bir süreç olarak tanımladığımızda, bütünleşmeye konu olan iktisadi birimlerin yaşam standartlarının ve refahının ne yönde etkilendiği önemli bir sorun haline gelmektedir. İktisadi alanda yaşanan küreselleşme sürecinin en önemli yönlendiricilerinden birisi de IMF-Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarıdır. 1970’lerin sonuna doğru kronikleşen iktisadi krizin etkisiyle içe dönük sanayileşme politikalarını yürütme imkânını kaybeden ve dış borç batağına saplanan birçok GOÜ, 1980 sonrası süreçte “İkiz Kuruluşların” bu programlarını uygulamak zorunda kalmıştır. Uygulanan bu programlar birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de gelir dağılımı ve yoksulluğun derinleşmesi adına olumsuz etkilerde bulunmuştur. Bu konudaki sosyoekonomik ve politik rahatsızlıklar, kanımızca adı geçen kuruluşların yoksullukla daha yakından ilgilenmesine yol açmıştır. “Yoksulluğun oluşmasına katkıda bulunan bu kuruluşlar, onunla mücadelede ne kadar samimi olabilirler?”

   Aslında Dünya Bankası 1970’li yıllarla birlikte yoksulluk sorunuyla ilgilenmeye başlamıştır. Bu yıllarda özellikle azgelişmiş ülkelerin kentsel ve kırsal alanlarının bütünleşerek gelişmesini sağlamaya yönelik projelere öncelikli olarak krediler verilmesi suretiyle yoksulluğun azaltılması hedeflenmiştir. 1980’lerin başında üçüncü dünyanın borç güçlükleri ve makroekonomik istikrarsızlıklarla çalkanmaya başlamasıyla Banka’nın politika çerçevesini büyümenin restore edilmesine yönlendirmesi söz konusudur. 1990’lara gelindiğinde ise yine yoksullukla mücadele temelinde farklı stratejiler oluşturulmaya başlanmıştır. 1990’ların sonunda “Yoksulluğu Azaltma Stratejisi” girişimiyle başlatılan çalışmalarla birlikte, Dünya Bankası yoksulluğun ekonomi-dışı boyutlarına daha fazla ilgi duymaya başlamıştır. “World Development Report 2000–2001: Attacking Poverty” başlıklı raporun hazırlanması aşamasında, Dünya Bankası dünyanın 60 ülkesinden 60.000’in üzerinde yoksul erkek ve kadının oluşturduğu deneyimleri bir araya getiren bir araştırma yapmıştır. Yapılan bu araştırma (the Voices of the Poor) sonucunda yoksul insanların perspektifinden, yoksulluk istatistiklerin arkasındaki insan deneyimlerinin gözler önüne serildiği iddia edilmiştir. Bu araştırmanın sonuçlarına göre yoksulluk çok yönlü ve “ekonomi-dışı boyutları” önemli bir olgudur; daima bir mevkie ve sosyal gruba özgüdür ve bu özgüllüklerin farkında olmak ise yoksullukla mücadelede tasarlanacak politika ve programların temelini oluşturmaktadır. Bahis konusu çalışmada yoksul insanların yaşamlarını “güçsüzlük ve sesini duyuramamak” gibi niteliklerle karakterize etmenin mümkün olduğundan söz edilmektedir. Bu insanlar; işverenler, piyasalar, devlet ve sivil toplum örgütleriyle olan ilişkilerinin niteliğini tanımlarken ve seçimlerini yaparken bir “sınırlama” ile karşılaşırlar. Bu tespitlerden hareketle yeni stratejide yoksullukla mücadele konusunda “yönetişim ve kurumsallaşma” olgularına merkezi rol atfedilmektedir. Yoksullukla ilişkili ekonomi-dışı boyutun öne çıkarıldığı bu yeni anlayışla birlikte, kamu kurumlarıyla eşgüdüm içinde özellikle sivil toplum örgütleri ve yerel kurumlarla sorununu çözmeye yönelik öneriler öne çıkarılmakta, bir anlamda yoksulların sistemden dışlanması engellenmeye  çalışılmaktadır. Aslında bu uygulamalar ikiz kuruluşların “iyi yönetişim” olgusuyla da örtüşmekte, kamusal alanda temsil edilme yetersizliği yaşayan yoksullar, küresel sermayenin güdümündeki sivil toplum örgütleri aracılığıyla “pasifize” edilmektedir.

   Kanımızca yoksulluğun ekonomi-dışı boyutuna ilgiyi kaydırarak, yapısal uyum programlarının etkisini gizlemeye çalışan bu yaklaşım, özü itibariyle ideoloji yüklü bir bakış açısının sonucudur. Dünya Bankası uzmanlarından W. Easterly’in bir çalışmasında yapısal uyum politikaları yoksulluğa sebep olmadığı gibi, bu kurumların sağladığı uyum kredilerinin daralma dönemlerinde yoksulluktaki artışı azaltma yoluyla, genişleme dönemlerinde ise yoksulluktaki düşüşü azaltarak tüketimi tedrici olarak arttırdığı ve büyüme üzerinde olumlu etki yarattığı iddia edilmektedir. Bu kredilerin benzer bir işlevi eşitsizliği düzeltme yoluyla da ifa ettiğinin altı çizilmektedir. Yani yoksulluk gibi sosyoekonomik yönleriyle çok ciddi travmalara yol açabilecek bir olgu adeta “otomatik stabilizatör” muamelesi görmektedir. Ancak kredilerin yalnızca dalgalanma dönemlerindeki kısa vadeli etkisini öne çıkaran bu çalışma, kredi koşullarının getirdiği daha uzun dönemli yoksullaştırıcı etkilerini ihmal ettiği gibi, borcun geri ödenmesi noktasında bu yükün çalışanların omuzlarına yüklendiği gerçeğini de göz ardı etmektedir.IMF-Dünya Bankası’nın son dönemlerdeki bakış açısıyla yoksulluk olgusu yalnızca açlığa indirgenmemesi gereken, “güçsüzlük ve sesini duyuramamayla” yani “toplumdan dışlanmayla” nitelenmesi gereken bir sorun olarak ortaya konmaktadır. Hâlbuki kanımızca temel sorun “güçsüzlük ve sesini duyuramamanın” ötesinde “karnını doyuramamadır”. Sorunu bu şekilde koyduğumuzda ve yoksulluğu IMF politikalarının bir sonucu olarak gördüğümüzde, bu olgu hafifletilmesi ya da azaltılması gereken değil, tamamen yok edilmesi gereken bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır ki bu durumda reçete gayet açıktır; “IMF politikalarının ve sisteminin terk edilmesi!”

   Dolayısıyla bu perspektiften bakıldığında son yirmi yılda birçok GOÜ’de uygulamaya konulan yapısal uyum programlarının yoksulluk üzerine etkisini daha iyi anlamak ve IMF-Dünya Bankası’nın niçin yoksulluğun azaltılmasıyla daha yoğun ve farklı bir biçimde ilgilenmeye başladığını, hatta bunun için “yeni kredi olanakları” sağladığını çözümleyebilmek mümkün hale gelmektedir. IMF-Dünya Bankası’nın yeni yoksulluk yaklaşımında, “güçsüz ve sesini duyuramayan yoksullar sistem içine çekilerek yapısal uyum politikalarının sürekliliği” amaçlanmaktadır.

   Yoksulluğu üreten sistemin kendisini sorgulamayan “İkiz Kuruluşlar”, yoksulluğun ekonomi-dışı boyutlarına dikkat çekerek, hafifletilmesi ve sistem içine çekilmesi gereken bir olgu olduğu yutturmacısıyla, yapısal uyumun sürdürülmesine “kılıf” yaratmaktadır. “Sahte melekler” aslında yapısal uyum kredilerinin neden olduğu yoksulluğa, son tahlilde yine borç vererek (sözde) çare aramakta, yoksulluk gibi dramatik bir olguyu “borç-kısır döngüsünün” daha da derinleşmesinin bir aracı haline getirmektedir.

 

   Not: www.guvercinevi.net, 6 Kasım 2006. Bu makale 2008 yılında Derin Yayınları tarafından basılan “Krizalit: Ekonomiye ve Hayata Dair Yazılar” isimli kitapta yayınlanmıştır.

 

asoyak@marmara.edu.tr

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

   

Gündemden Notlar

   Bu sayıda geçen sayılardan farklı olarak, gündemin tüm maddelerini değil; gündemde yer etmiş veya etmemiş, seçtiğim bazı ilginç konuları buraya taşıyacağım. Dergiyi okumaya başladığınız şu sayfalarda, umarım, beğeninizi kazanacaktır.

 

   Azerbaycan’ın resmi gazetesinde Fethullah Gülenci gazete ve Gülen hareketi hakkındaki yazı:

   Başlığı görebiliyorsunuz sanırım. “Today’s Zaman’ın, onun sahiplerinin Ermeni sevgisi ve Azerbaycan’a nefreti nereden kaynaklanıyor?” Haberde, Today’s Zaman’ın ve bağlı olduğu cemaatin dezenformasyon yaptığından, Ermenilere çalıştığından, “azgın” olduğundan söz ediyor. İlginç mi?  Tabii, Başbakan, Ermenistan’la araya yeniden mesafe koyunca, cemaat de -bu tepkilerin de etkisi olsa gerek– Ermeni yanlısı ve Azerbaycan’ı kötüleyen haberlerden vazgeçti. Şimdilik böyle görünüyor.

   Hakkari Çukurca’dan Gelen Acı Haber:

   Hain, kalleş, bölücü, uşak… Bir sürü şey söyledik, söylüyoruz, söyleyeceğiz PKK için. Genelkurmay Başkanları dahi, PKK’nın müttefik dediğimiz ülkelerce desteklendiğini söylemişlerdi; fakat ne kadar gözyaşları dökseler de, siyasi iradenin, konumlarını yitirme kaygısı yüzünden olsa gerek, işin peşine düşmediğini görüyoruz.

   Ülkemiz terör yüzünden meseleyi etnik açıdan değerlendiriyor, askerî harcamalar bütçemizin büyük bölümünü kapsıyor, yabancıların iç işlerimize karışması kolaylaşıyor, gündem saptırılıyor, işbirlikçilerle masaya oturuluyor, gencecik fidanlarımız yitip gidiyor. Saymakla bitmez; ama yine de terör Barzani’yle işbirliği sayesinde bitirilmeye çalışıyor.

   Reisicumhur, “büyük fırsat” diyor, fırsatı açıklamıyor. Sonrasında “gecikilmemeli” diyor, nedenini anlayamıyoruz. Gördüğümüz kadarıyla, PKK’nın sözde lideriyle Hasan Cemal tarafından yapılan röportaj sonrasında dillendiriliyor bunlar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, halkına sahip çıkamıyor, PKK’lı teröristlerle dolaylı olarak masaya oturuyor. Sonra da açılım deniliyor, derin yaralar açılıyor. Şehit haberleri gelmeye devam ediyor.

   Öcalan’a bile af gündeme geliyor, eğitim savaşçılarına “terörist” deniliyor. Yurtsever aydınlar, sorgusuz, sualsiz, yargısız infaz ediliyor bir takım basın organları tarafından. Şehit haberleri gelmeye devam ediyor. Duygusal sözler söyleniyor, sonra “fırsat”lardan söz etme sürdürülüyor.

   Bu, böyle uzar gider. Uzatıp, geride kalanları yaralamayalım daha fazla. Şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve tüm ulusumuza başsağlığı dilerim.

   17 Mayıs Ergenekon (!) Mitingi Ankara’da Yapıldı:

   Daha önce politikadergisi.com’da yayınlanan yazımda, “Cadı Avına Karşı 17 Mayıs” demiştim. Ayrıca, bu konuyla ilgili olarak, Miraç Çeven arkadaşımın Goebbels’in propaganda taktikleri ile  ilgili yazısını okumanızı salık veririm.

  Samanyolu, Zaman, Bugün gibi basın organlarında 17 Mayıs mitingine katılımı engellemek ve katılanlar üzerinde kötü bir izlenim yaratmak için, “Ergenekon Mitingi”, “İddianamede suç unsuru olarak geçen miting”, “Gidenlerin polisler tarafından saptanacağı” gibi tümden belden aşağı vuran dezenformasyon ve propaganda biçimlerine rastladık. 2007 mitinglerine göre, katılım biraz azalmıştı; ama katılım hiç de fena değildi. Çoğu kendi olanaklarıyla kavurucu sıcağın ve daha da zor olarak, dezenformasyon ateşi altında oraya gelen Atatürkçüleri kutluyorum. Tüm dikkatleri üzerine çekmek pahasına mitingi düzenleyen ADD’ye, Bedri Baykam gibi aydınlarımıza, Kamer Genç, H. Süha Okay gibi siyasetçilerimize ve tüm yurttaşlarımıza teşekkür ediyorum. Bence Atatürkçü yurtseverler bu sınavı geçmişlerdir. Ahmet Altan’a ise söyleyecek söz bulamıyorum zaten. Allah akıl, fikir, selamet versin.

   Yargıcımızın Rüyası:

   Hukuk ve Cumhuriyet şehidimiz Yücel Özbilgin’i anma etkinliklerine, Danıştay 5. Daire Başkanı Salih Er’in müthiş konuşması damgasını vurdu. Dikkatle okuyoruz:

   “Dün bir düş gördüm. Ülkemin Başbakanı Danıştay’a sahip çıkıyor, türban kararından sonra ‘Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar’, ‘Efendi bu senin işin değil, Diyanet’in işi’, ‘Yasamada, yürütmede bazı adımları atarız ama yargıdaki adımı bizim atmamız mümkün değil. Açık konuşuyorum, Danıştay’da birçok engelle karşı karşıyayız’ diyenleri hukukun üstünlüğünü tanımaya çağırıyordu.”

   “Ülkemin savcıları, insan onuruna sahip çıkıyorlar, soruşturmaların gizliliği konusunda büyük duyarlılık gösteriyorlardı. Sabahın erken saatlerinde evlerinin arandığı, anlatımların yandaş basına aktarıldığı, devlete yıllarca hizmet etmiş kişilerin gözaltına alınma sürecinde örselenmiş ruhların bırakıldığı, ceplerinde kalbi kırık ömürler ve tansiyon hapıyla dolaşmaların yaratıldığı dönemleri kınıyorlardı.”

   “Dün bir düş gördüm. Namusun yalnızca kadınlarda bulunması gereken bir değer olmadığı, kadınlarımızın, genç kızlarımızın töre cinayetlerine kurban gitmediği, Güldünya’nın, Şemse’nin, nicelerinin adının soğuk mezar taşlarına yazılmadığı, pervasız esintili sabahlarda çocukların örselenmediği, ırk, renk, etnik köken, uyruk, din, cinsiyet ya da cinsel yönelim ayrımının olmadığı, etnik ve kimlik baskının yapılmadığı, yaşı bir gecede büyütülüp idam edilen gençlerin bulunmadığı, ‘Asmayalım da besleyelim mi’ diyenlerin devlet büyüğü muamelesi görmediği, borsanın, doların, silah, ilaç sanayinin emperyal güçlerin egemen olmadığı, özelleştirme adı altında rant transferlerinin yapılmadığı, Cumhuriyet’in son yıllarda elden çıkarılan kazanımlarının gerçek sahiplerine, halka döndürüldüğü, korku tünelinden özgürlüğün aydınlığa çıkan, sorunlarını demokratik parlamenter rejim içinde çözen, hukukun üstünlüğüne inanan bir Türkiye gördüm. Bu düş Obama’nın değil, bizim.”

   Evet, bu düş hepimizin. Evet, belki düş bu. Evet, belki durum kötü. Bazen, aman sen de, memleketi sen mi kurtaracaksın, diyoruz kendimize. Ama bizim hâlâ bir umudumuz yok. Mustafa Kemal’den bir gelenek teslim alanların, umutsuzluğa düşme hakları var mı ki? Apoletleri söküp, Mustafa Kemal Bey olarak, sıfırdan önce bağımsızlık, sonra da o dönemdeki çoğunluğun “düş”üne bile gelemeyecek devrimleri gerçekleştiren bir önderin izinden gittiğini iddia edenlerin umutsuzluğa düşme şansı var mı? Böyle yargıçlarımızın olmasını bilmek de umudumuzu arttırıyor.

   Mardin’deki Katliam:

   Bu konuda konuşulacak bir şey kaldı mı acaba? 44 kişinin katledildiği bir olayın koruculuk sistemiyle açıklanması olanaklı mı ya da yalnızca cehalete bağlanması? Bu, gizlediğimiz sosyal patlamanın, şiddetçiliğin, kara cehaletin, devletsizliğin, hukuksuzluğun bir yansımasıdır bence.

 

   Atatürk’ün Kızı Yaşamını Yitirdi:

   Tıptaki insancıllığını en iyi cüzzamlılar bilir. Onlar, Türkan Saylan’ı melek gibi gördüler. Umut oldu, şifa oldu, anne oldu, kardeş oldu.

   Sonra, okuyamayan çocuklara umut oldu ÇYDD aracılığı ile. Töre kurbanı, yoksulluk kurbanı, gericilik kurbanı birçok çocuğa, gence umut oldu. Ülkesine yapabileceği en büyük hizmetleri yaptı.

   Çirkefleşen, şirretleşen bazı kişilere değinmeye ise hiç gerek duymuyorum. İt ürür, kervan yürür. Bu ülkeye yapılabilecek en büyük iyiliğin nitelikli, eğitimli yurttaş yetiştirmek olduğunun bilinceydi Prof. Dr. Türkan Saylan.

   Mekanın cennet olsun Türkan Hocam. Yapıtların sonsuza kadar yaşayacaktır.

   Bir Yeni Parti, Dört Yeni Lider:

   Abdüllatif Şener Türkiye Partisi’ni kurdu. Abdüllatif Şener’in, özelleştirme konusu başta olmak üzere, yaşadığı bazı düşünsel ayrılıklarla AKP’den koptuğu biliniyor. Yeni partisinin AKP’den daha merkeze yakın bir politika izleyeceği tahmin ediliyor.

   Abdüllatif Şener  kimdir?

   Abdüllatif Şener (d. 1954, Yıldızeli, Sivas, Türkiye), Türk siyasetçi, akademisyen, eski TBMM milletvekili, eski başbakan yardımcısı, eski maliye bakanı ve Türkiye Partisi'nin kurucusudur.

   59. Hükümet ve 58. Hükümet Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, öncesinde 54. Hükümet Maliye Bakanı, TBMM 19. Dönem ve 20. Dönem Refah Partisi, 21. Dönem Fazilet Partisi, 22. Dönem AKP Sivas milletvekilidir.

   1954'de Gürün'nde doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. Gazi Üniversitesi'nde doktora yaptı. Gazi Üniversitesi Bolu İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nde dekan yardımcısı oldu. Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü'nde öğretim üyeliği yaptı. Maliye Bakanlığı'nda Gelirler Kontrolörü olarak çalıştı. AKP kurucu üyesidir. Fransızca bilir. Evli ve 4 çocuk babasıdır.

   AKP ile yaşadıkları görüş ayrılıkları sonrası 2007 yılında yapılan seçimlerde aday olmamıştır. Yeni bir parti kurma girişiminde olan Şener birçok üniversitede öğretim üyeliği yapmıştır. 25 Mayıs 2009 itibariyle Türkiye Partisi kurucusu ve genel başkanıdır. (Kaynak: wikipedia)

 

   Bülent Ecevit’in siyasi mirası olan DSP’de ise Zeki Sezer’in yerine Masum Türker seçildi. Masum Türker’in biyografisi:

   1951 Mardin doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu. İşletme Ekonomisi doktoru. Gazeteci. Yeminli mali müşavir. Öğretim Üyesi. 21. Dönem DSP İstanbul Milletvekili. 57.Hükümet’in Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı.

   Evli, 2 çocuk sahibi. (Kaynak: DSP)

   Bir diğer yeni lider ise Hüsamettin Cindoruk. DP’nin yeni genel başkanı olabilir; fakat Cindoruk Türkiye’nin en eski siyasetçilerindendir. Ayrıca kongre döneminde özellikle yandaş basının büyük saldırılarına maruz kalmıştı. Cindoruk’un özgeçmişi:

   1933 yılında İzmir’de doğdu. Ankara’da Çankaya İlkokulunu, Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Babası Vasfi Bey, annesi Ganimet hanımdır. 1954’de Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1955 yılından itibaren avukatlık yaptı. Demokrat Parti, Adalet Partisi, Demokratik Parti, Büyük Türkiye Partisi ve Doğru Yol Partisi’nde İl Başkanlığı, Kuruculuk, Genel İdare Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu. Siyasete 1952 yılında Demokrat Partide başladı. 1953 – 54 yıllarında DP’nin Gençlik Kolları Genel Başkanlığını yaptı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, Yassıada’da sanıkların avukatlığı görevini üstlendi. Yüksek Adalet Divanı’na hakaret suçundan tutuklanıp, Balmumcu Sıkıyönetim Cezaevi’nde iki buçuk ay hapis yattı. 14 Mayıs 1985 tarihinde Büyük Kongre’de Doğru Yol Partisi Genel Başkanlığına seçildi. Genel Başkanlığı siyasi yasağı biten Süleyman Demirel’e devrettikten sonra 16 Kasım 1991 – 1 Eylül 1995 tarihleri arasında TBMM Başkanı olarak görev yaptı. 3 çocuğu ve 2 torunu vardır. (Kaynak: DP)

   BBP’de ise helikopter kazasında yaşamını yitiren Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun yerine, eğitimci kökenli Yalçın Topçu genel başkan oldu.

   Hepsine hayırlı olsun dileklerimi iletiyor, Türk demokrasisine yararları olacağını umut ediyorum.

    Bu ay da gündem sayfamız bu biçimde yapıldı değerli okuyucular. Bir sonraki sayıda görüşmek dileğiyle...

 

Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com

 

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

Ne, Nedir? Kavram Tantanası Üzerine

Yazar: 
Sevda EĞER

 “İnsan bilmediği şeye düşmandır.”<?xml:namespace prefix = o />

                                          Hz. Ali

 

   Taraf: Durduğun yer. Eskiden taraf olmayanı döverlerdi,  şimdi aynı kişilerden aman taraf olunmasın diye yenir kötekler.

Türkan Saylan’ı Anlamak ve Türkan Saylan

   Kardelenleri ışığa kavuşturan, umutları yeşerten, umudu mucizeye çeviren,  yüreklerde sevinç uyandıran, mucizenin, özverinin adı Saylan’a…

   Aramızdan ayrılışınız derin üzüntü yarattı… İçimiz buruk, bir yanımız eksik kaldı… Hizmet etme, okutma, öğretme, iyileştirme aşkı ile yanan yüreğinizi saygıyla anıyorum.  

Ah Öteki / Halk, Millet, Ulus, Toplum

 

 

***

 

   Ulus Kavramı: Ulus kavramı; halk kavramına atıfla,

   Sınıf, dil, din, ırk özelliklerinin dışında bir ülkede yaşayan insan topluluklarının yönetimsel ihtiyaç gereği anayasal zeminde tanımlanmasına yarayan bir kavramdır. Ulus, günümüz devlet algısının olmazsa olmazıdır. ( Komünist Devlet modeli hariç )

 

 

 

   Toplumcu Anlayış: Toplumcu anlayışta ise; sınırların bir öneminin olmadığı gibi bir coğrafya ya da tüm coğrafyada yaşayan halkların “Kozmos’un bir parçası” bütünlüğü içinde ele alınması, çok kültürlü fakat ortak kültür hedefli, ortak erkler çerçevesinde yaşayan insan toplulukları olarak tanımlanırlar. Dil, din, ırk, kültür vb. ayrıntılar “Toplumcu insan” tanımlamasına ancak yardımcı işlev ve zenginlik katar. Nihai hedef ortaklaşmacı bir hayat tarzı içinde yaşayan insan bilinci yaratmaktır. Ve sonrası kendi koşulları içerisinde gelişecek toplum şekillenmesidir.

   Politikaya alet edilen güzel insanların güzel inançları, politikaya alet eden çirkin insanların çirkin inançları arasında savrulan ülkemiz insanı. Toplum, ulus, millet, halk kavramlarının birbirine karıştırıldığı, inanç, din, mezhep, tarikat, cemaat, birey (şeyh-mürit) , halef ve selef ilişkisinin birbirine girdiği, Cumhuriyet rejiminde ağalık ve aşiret sisteminin devam ettirildiği, imamet ve tebaa ilişkisinin gayri ahlaki boyutlarda seyretmesi üzerine; Cumhuriyet ve Demokrasinin uzlaşmaz uzlaşısının arayışıyla özde insanın yitip gittiği günler bu günler.

   Bunlara sebebiyet verenlerin elbette boyunlarının borcudur bunları düzeltmek, yok bu değilse; bu yüzden yitip giden insanlığına sahip çıkmak, toplumsallaşacak bireyin boynunun borcudur! Öncelikle kendinden yola çıkıp, yaşadığı toplum ve yarınları için kimseyi ötekileştirmeden…

   Bencilliğimizin, bizcilliğimize dönüşmesinin önünü tıkayan, toplumsal barışı sürekli zedeleyen tanımlar haline sokulan bu kavramların içini doğru doldurmazsak, ötekileştirmenin başladığı yerde barıştan savaşa, uyumdan uyumsuzluğa, refahtan yoksunluğa, kardeşlikten düşmanlığa geçişin kolay olduğunu tarihi yaratan insan toplulukları olarak çoğu kez tecrübe etmiş olmalıyız.

   Halk olan bizlerin, cumhurun (halk) rejimi olan Cumhuriyeti koruyup kollamak ve toplumsal bir ekonomik model tercihi ile toplumu refaha kavuşturmak için irademizi sergilememiz dileğiyle.

 

Erdinc.Aydin@PolitikaDergisi.com

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

Elitizm ve Türkiye

Yazar: 
Erbil DENİZ

   Elitler kuramının temel savunurları ortak bir noktanın üstünde durur. Yönetenler ve yönetilenler. Tarih boyunca politika bu çerçevede gerçekleşmiştir ve ülkeler bu şekilde var ya da yok olmuşlardır. Eşitlik ve çoğulculuk bu kuram için geçerli olgular olmaktan çok uzaktadır. Burada itiraz edilen noktalar da bunlardır. Eşitlik ve çoğulculuk, demokrasinin temel ilkeleri olduğu için elit kurama, hem ülkemizde hem diğer gelişmekte olan ülkelerde hep yan gözle bakılmıştır.

   Demokrasi ile elit kuram bu kadar karşıt fikirler midir? Demokratik elit kuramı, bunun böyle olmadığını, demokrasinin de elitizme hizmet ettiğini savunur.

   “Her insanın seçme ve seçilme hakkı vardır.” Bu özgürlük kavramı içinde sarhoş olup, gerçekte neler olduğuna pek bakamıyoruz. Bu özgür cümleye aynı özgürlükle şu soruları sormak gerekir.

   “Her insan herkesi seçebilmekte midir ve her insan başkaları tarafından seçilebilmekte midir?”

   Çok partili sistem ile elitizmin önüne geçildiği savunulsa da, öyle olmadığı biliniyor. Burada elitizmi bireye indirmek, sadece kişiler üzerinden düşünmek, çok dar anlamda kalabileceği gibi, sorunun üstünün kapanmasını da sağlayacaktır. Elit kesimi, belli ortak menfaatlerden ve karşılıklı anlaşmalardan oluşan birkaç ayrı topluluk olarak düşünmek gerekir. Gövdenin elitizme dayandığı fakat dalların farklı yönlere doğru eğilmesi olarak düşünülebilir. Sonuç olarak, dış görüntü iç yapıyı maalesef her zaman göstermiyor. Bunun farkına varmaksa, ancak geç kalındığı zaman mümkün olabiliyor.

   Türkiye’de çok partili sistemden bu yana, gelen - giden ve gönderildiği halde gitmeyen grupları düşündüğümüzde, nasıl bir yapı içinde olduğumuzu anlamamız kolaylaşacaktır. Özellikle bazı grup liderlerinin ısrarla ve muhakkak belli aralıklarla hayatımıza girmesi nasıl açıklanabilir? Seçileceklerin sınırlı olduğu bir düzende, bu kısır döngü hiç kuşkusuz yaşanacaktır. Ta ki, yeni bir ikâme lider bulunana değin. Bu yenilik sanılanın aksine, eskinin daha da meşrulaştırılmış hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı topluluktan farklı birilerinin, aynı bayrakla ve aynı yolda yürümesinin ya da daha farklı olarak koşmasının, emeklemesinin hiçbir farkı yoktur. Taban aynı, fikir aynı, anlayış ve hedef aynı. En yakın örnek olarak geçtiğimiz haftalarda yapılan siyasi parti kongrelerine bakmamız yeterli olacaktır. Aynı taban olduğu yetmezmiş gibi, aynı yüzlerle tekrar karşı karşıyayız. Burada taban veya fikirden kasıt ideolojik çerçeve değil, destek ve yandaş kesimdir. Zira aynı yüzlerin, farklı ideolojilerle ancak aynı destek ve ilgiyle, defalarca karşımıza çıkma yüzü bulduğunu tarihimiz gösteriyor. Unutkanlık veya unutmaya isteklilik de, güzel beynimizin elitizme güzel bir armağanıdır.

   İçgüdülerimizle hareket etmeye çalıştığımız her an, dış dürtülerle yönlendirildiğimizin farkına varmak da kolay bir durum değildir. Farklı çıkarların bir anda ve amaçsız bir şekilde savunucusu olabiliyoruz. Hatırlanması gereken o kadar geçmiş içinden, unutulmaması gerekenleri özenle hatırlayamıyoruz. Bu özenin kaynağını aramıyoruz, çünkü hatırlayamadığımız veya unutturulan şeyler olduğunu bilmiyoruz. Demokrasi rüzgârında uçtuğumuzu sanıp, oradan oraya farklı elit kollarda dolaşıp duruyoruz.

   Çok partili sistemlerin sivil hayata kattığı belki de en önemli olgu budur: Tek bir elit kesimin olmayışı. Her ne kadar ortak menfaatler çevresinde birleşiyor olsalar da, yönetilen sınıfa farklı görünmeyi başarabiliyorlar. Hala çok partili sistemlerin veya “ne kadar çok parti o kadar demokrasi” gibi basmakalıpların arkasında elitizmin barınamayacağı fikri ne kadar geçerli olabilir?

   Farklı bir noktadan bakarak, tek partili ve demokrasinin oturmadığı dönemde nasıl bir düzen olduğuna ve önceliklerin nelerden oluştuğuna bakalım. Kimi çevrelere göre ülkenin “en totaliter elit dönemi” olarak görülen, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yılları, aslında şu an ki siyasal hayattan daha demokratik miydi? Diğer bir soruyla, o dönemki öncelikler toplumsal öncelikler miydi?

   O dönemde (1923 – 1930), iç politikadaki yeniliklerin, şahsi ve/veya sadece belli kesimler lehine yapılan uygulamalar olduğunu savunmak, kör fikirlerde bile mümkün olmasa gerek. Beğenip beğenmemek ayrı bir konu, ama belli bir zümreye ve kişiye yönelik olmadığını kabul etmek gerekir.

   Ülkelerin, var oluş nedenlerini oluşturmasa da; var olacağı nedenleri ortaya koyan dış politikada da aynı durum geçerlidir. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ısrarla üstünde durduğu dış politika unsurlarından bazıları;  gerçekçilik, bağımsızlık ve barıştır. Bunların hangisini, hangi kesime bağlayabilirsiniz? Hangi fikirde ve inançta olursanız olun, evrensel doğruları kabullenmek zorundasınızdır.

   Sen ve ben ayrımı yapılmaya başlandığı an elitizmin gerçek değerlerine kavuşulur. Demokrasiye geçtiğimizi sandığımız çok partili seçimlerin başladığı günden bugüne kadar yaşadıklarımız ve yapılanlar nelerdir? Sadece iktidarlar olarak değil, ama hep yönetici adayı olarak karşımızda duranlar nelerdir, kimlerdir? Kendini zorla elit sınıfına sokmaya çabalayanlar mı, yoksa zaten orda olduklarının farkında olmayanlar mı?

   Yakın zaman içinde tartışılan, Sayın Erdoğan’ın bırakma tarihi ve senaryolarına bakalım biraz da… Birçok farklı fikir, farklı yorum var bu konu hakkında. Ancak hiç kimse “Sayın Erdoğan, o tarihten itibaren aktif siyasi hayatını bırakır, sadece gerekli zamanlarda danışmanlık görevi yapabilir,” gibi bir tahmin de bulunmadı. Neden? Çünkü alışılagelen bir şey değildir bu. Böyle olmayacağı, gelenin gitmeyeceği, farklı mevkilerde de olsa bu balı yemeye devam edecekleri bilinir. İçimizde var olan ve artık aileden geçen hislerimizde bile elitizmi ve onun yönetimini kabul ettiğimiz halde, çevremize hatta kendimize bile dile getirmeye çekiniyoruz. Aynı kişilerle, aynı grupları destekliyor, onları başımıza çıkarıyoruz ama buna demokrasi diyoruz. Büyülü sözcük, demokrasi.

   Aynı kişilerle yönetilmek, sanıldığı kadar kötü bir durum değil esasında. Bizdeki sorun, yönetilememe sorunu. Yöneticilerin yönetilme sorunu. İç elitizmin, dış elitizme bağımlılığı sorunu. Belli menfaatler karşılığı yönetimde sadece görüntü olma sorunu. Bu sorun kimi zaman çözülerek hayatımızdan çıkıp gider ancak ‘başka sandığımız’ bir elit tarafından tekrar peydah edilir. Ve bu kısır döngü yine bu şekilde devam edip gidecektir. Temel sorunu elitizm veya ideoloji olarak düşünmek fayda sağlamaz. Ne yazık ki asıl sorun kişilik, haysiyet ve öngörü sorunudur.

   Aradan yıllar geçse bile, bu yönetim biçimi bu şekilde devam edecektir. Belli dönemlerde elitler arası değişim gerçekleşecek, yönetilen kesim yeni birilerini seçme umuduyla bu demokrasi oyununda figüran olarak kalacaktır daima. Yanlışı kabul edip doğrunun karşısına geçmek de, hep kaçış yolu olarak elimizde durmayı sürdürecektir. Kandırılmış olmayı veya bilmiyor olmayı düşünememek, insanlığı hep ikilikte bırakmıştır. Ya daha kötüyü kabul başlar, ya da kendini inkâr.

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bitmeyen Anayasa Tartışmaları

Yazar: 
Nihat ATAR

   Anayasalar, toplumlarda uyulması gereken ölçüt ve kurallar içinde en üst sırada yer alan, düzenlenmesi ve değiştirilmesi zor hukuk kuralları bütünlüğü olarak bilinir. Dünyada insan sevgisini, insancıllığı öne çıkaran felsefenin bir ürünüdür. Vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini, devlet otoritesi karşısında güvence altına alma düşüncesinden doğmuştur. Bir yandan vatandaşların hak ve özgürlüklerini teker teker belirlerken, öte yandan da devletin bu konudaki yetkilerini sayarak sınırlandırır. Böylece devlet yönetiminde keyfiliği önler, yönetim kurallarının devamlılığını sağlar. Anayasalar öncelikle toplumlarda insancıllığı geçerli kılmanın garantisidir. Bu nedenle anayasalar düzenlenirken, üzerinde değişiklikler veya anayasalarla ilgili “iyi” ya da “ideal” tartışması yapılırken, temel ölçüt olarak, insanın temel hak ve özgürlüklerinin ne ölçüde yer alabildiğine bakılmalıdır.<?xml:namespace prefix = o />