Haziran 2009

Gündemden Notlar

   Bu sayıda geçen sayılardan farklı olarak, gündemin tüm maddelerini değil; gündemde yer etmiş veya etmemiş, seçtiğim bazı ilginç konuları buraya taşıyacağım. Dergiyi okumaya başladığınız şu sayfalarda, umarım, beğeninizi kazanacaktır.

 

   Azerbaycan’ın resmi gazetesinde Fethullah Gülenci gazete ve Gülen hareketi hakkındaki yazı:

   Başlığı görebiliyorsunuz sanırım. “Today’s Zaman’ın, onun sahiplerinin Ermeni sevgisi ve Azerbaycan’a nefreti nereden kaynaklanıyor?” Haberde, Today’s Zaman’ın ve bağlı olduğu cemaatin dezenformasyon yaptığından, Ermenilere çalıştığından, “azgın” olduğundan söz ediyor. İlginç mi?  Tabii, Başbakan, Ermenistan’la araya yeniden mesafe koyunca, cemaat de -bu tepkilerin de etkisi olsa gerek– Ermeni yanlısı ve Azerbaycan’ı kötüleyen haberlerden vazgeçti. Şimdilik böyle görünüyor.

   Hakkari Çukurca’dan Gelen Acı Haber:

   Hain, kalleş, bölücü, uşak… Bir sürü şey söyledik, söylüyoruz, söyleyeceğiz PKK için. Genelkurmay Başkanları dahi, PKK’nın müttefik dediğimiz ülkelerce desteklendiğini söylemişlerdi; fakat ne kadar gözyaşları dökseler de, siyasi iradenin, konumlarını yitirme kaygısı yüzünden olsa gerek, işin peşine düşmediğini görüyoruz.

   Ülkemiz terör yüzünden meseleyi etnik açıdan değerlendiriyor, askerî harcamalar bütçemizin büyük bölümünü kapsıyor, yabancıların iç işlerimize karışması kolaylaşıyor, gündem saptırılıyor, işbirlikçilerle masaya oturuluyor, gencecik fidanlarımız yitip gidiyor. Saymakla bitmez; ama yine de terör Barzani’yle işbirliği sayesinde bitirilmeye çalışıyor.

   Reisicumhur, “büyük fırsat” diyor, fırsatı açıklamıyor. Sonrasında “gecikilmemeli” diyor, nedenini anlayamıyoruz. Gördüğümüz kadarıyla, PKK’nın sözde lideriyle Hasan Cemal tarafından yapılan röportaj sonrasında dillendiriliyor bunlar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, halkına sahip çıkamıyor, PKK’lı teröristlerle dolaylı olarak masaya oturuyor. Sonra da açılım deniliyor, derin yaralar açılıyor. Şehit haberleri gelmeye devam ediyor.

   Öcalan’a bile af gündeme geliyor, eğitim savaşçılarına “terörist” deniliyor. Yurtsever aydınlar, sorgusuz, sualsiz, yargısız infaz ediliyor bir takım basın organları tarafından. Şehit haberleri gelmeye devam ediyor. Duygusal sözler söyleniyor, sonra “fırsat”lardan söz etme sürdürülüyor.

   Bu, böyle uzar gider. Uzatıp, geride kalanları yaralamayalım daha fazla. Şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve tüm ulusumuza başsağlığı dilerim.

   17 Mayıs Ergenekon (!) Mitingi Ankara’da Yapıldı:

   Daha önce politikadergisi.com’da yayınlanan yazımda, “Cadı Avına Karşı 17 Mayıs” demiştim. Ayrıca, bu konuyla ilgili olarak, Miraç Çeven arkadaşımın Goebbels’in propaganda taktikleri ile  ilgili yazısını okumanızı salık veririm.

  Samanyolu, Zaman, Bugün gibi basın organlarında 17 Mayıs mitingine katılımı engellemek ve katılanlar üzerinde kötü bir izlenim yaratmak için, “Ergenekon Mitingi”, “İddianamede suç unsuru olarak geçen miting”, “Gidenlerin polisler tarafından saptanacağı” gibi tümden belden aşağı vuran dezenformasyon ve propaganda biçimlerine rastladık. 2007 mitinglerine göre, katılım biraz azalmıştı; ama katılım hiç de fena değildi. Çoğu kendi olanaklarıyla kavurucu sıcağın ve daha da zor olarak, dezenformasyon ateşi altında oraya gelen Atatürkçüleri kutluyorum. Tüm dikkatleri üzerine çekmek pahasına mitingi düzenleyen ADD’ye, Bedri Baykam gibi aydınlarımıza, Kamer Genç, H. Süha Okay gibi siyasetçilerimize ve tüm yurttaşlarımıza teşekkür ediyorum. Bence Atatürkçü yurtseverler bu sınavı geçmişlerdir. Ahmet Altan’a ise söyleyecek söz bulamıyorum zaten. Allah akıl, fikir, selamet versin.

   Yargıcımızın Rüyası:

   Hukuk ve Cumhuriyet şehidimiz Yücel Özbilgin’i anma etkinliklerine, Danıştay 5. Daire Başkanı Salih Er’in müthiş konuşması damgasını vurdu. Dikkatle okuyoruz:

   “Dün bir düş gördüm. Ülkemin Başbakanı Danıştay’a sahip çıkıyor, türban kararından sonra ‘Bunlar bu gidişle evin içine de karışacaklar’, ‘Efendi bu senin işin değil, Diyanet’in işi’, ‘Yasamada, yürütmede bazı adımları atarız ama yargıdaki adımı bizim atmamız mümkün değil. Açık konuşuyorum, Danıştay’da birçok engelle karşı karşıyayız’ diyenleri hukukun üstünlüğünü tanımaya çağırıyordu.”

   “Ülkemin savcıları, insan onuruna sahip çıkıyorlar, soruşturmaların gizliliği konusunda büyük duyarlılık gösteriyorlardı. Sabahın erken saatlerinde evlerinin arandığı, anlatımların yandaş basına aktarıldığı, devlete yıllarca hizmet etmiş kişilerin gözaltına alınma sürecinde örselenmiş ruhların bırakıldığı, ceplerinde kalbi kırık ömürler ve tansiyon hapıyla dolaşmaların yaratıldığı dönemleri kınıyorlardı.”

   “Dün bir düş gördüm. Namusun yalnızca kadınlarda bulunması gereken bir değer olmadığı, kadınlarımızın, genç kızlarımızın töre cinayetlerine kurban gitmediği, Güldünya’nın, Şemse’nin, nicelerinin adının soğuk mezar taşlarına yazılmadığı, pervasız esintili sabahlarda çocukların örselenmediği, ırk, renk, etnik köken, uyruk, din, cinsiyet ya da cinsel yönelim ayrımının olmadığı, etnik ve kimlik baskının yapılmadığı, yaşı bir gecede büyütülüp idam edilen gençlerin bulunmadığı, ‘Asmayalım da besleyelim mi’ diyenlerin devlet büyüğü muamelesi görmediği, borsanın, doların, silah, ilaç sanayinin emperyal güçlerin egemen olmadığı, özelleştirme adı altında rant transferlerinin yapılmadığı, Cumhuriyet’in son yıllarda elden çıkarılan kazanımlarının gerçek sahiplerine, halka döndürüldüğü, korku tünelinden özgürlüğün aydınlığa çıkan, sorunlarını demokratik parlamenter rejim içinde çözen, hukukun üstünlüğüne inanan bir Türkiye gördüm. Bu düş Obama’nın değil, bizim.”

   Evet, bu düş hepimizin. Evet, belki düş bu. Evet, belki durum kötü. Bazen, aman sen de, memleketi sen mi kurtaracaksın, diyoruz kendimize. Ama bizim hâlâ bir umudumuz yok. Mustafa Kemal’den bir gelenek teslim alanların, umutsuzluğa düşme hakları var mı ki? Apoletleri söküp, Mustafa Kemal Bey olarak, sıfırdan önce bağımsızlık, sonra da o dönemdeki çoğunluğun “düş”üne bile gelemeyecek devrimleri gerçekleştiren bir önderin izinden gittiğini iddia edenlerin umutsuzluğa düşme şansı var mı? Böyle yargıçlarımızın olmasını bilmek de umudumuzu arttırıyor.

   Mardin’deki Katliam:

   Bu konuda konuşulacak bir şey kaldı mı acaba? 44 kişinin katledildiği bir olayın koruculuk sistemiyle açıklanması olanaklı mı ya da yalnızca cehalete bağlanması? Bu, gizlediğimiz sosyal patlamanın, şiddetçiliğin, kara cehaletin, devletsizliğin, hukuksuzluğun bir yansımasıdır bence.

 

   Atatürk’ün Kızı Yaşamını Yitirdi:

   Tıptaki insancıllığını en iyi cüzzamlılar bilir. Onlar, Türkan Saylan’ı melek gibi gördüler. Umut oldu, şifa oldu, anne oldu, kardeş oldu.

   Sonra, okuyamayan çocuklara umut oldu ÇYDD aracılığı ile. Töre kurbanı, yoksulluk kurbanı, gericilik kurbanı birçok çocuğa, gence umut oldu. Ülkesine yapabileceği en büyük hizmetleri yaptı.

   Çirkefleşen, şirretleşen bazı kişilere değinmeye ise hiç gerek duymuyorum. İt ürür, kervan yürür. Bu ülkeye yapılabilecek en büyük iyiliğin nitelikli, eğitimli yurttaş yetiştirmek olduğunun bilinceydi Prof. Dr. Türkan Saylan.

   Mekanın cennet olsun Türkan Hocam. Yapıtların sonsuza kadar yaşayacaktır.

   Bir Yeni Parti, Dört Yeni Lider:

   Abdüllatif Şener Türkiye Partisi’ni kurdu. Abdüllatif Şener’in, özelleştirme konusu başta olmak üzere, yaşadığı bazı düşünsel ayrılıklarla AKP’den koptuğu biliniyor. Yeni partisinin AKP’den daha merkeze yakın bir politika izleyeceği tahmin ediliyor.

   Abdüllatif Şener  kimdir?

   Abdüllatif Şener (d. 1954, Yıldızeli, Sivas, Türkiye), Türk siyasetçi, akademisyen, eski TBMM milletvekili, eski başbakan yardımcısı, eski maliye bakanı ve Türkiye Partisi'nin kurucusudur.

   59. Hükümet ve 58. Hükümet Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, öncesinde 54. Hükümet Maliye Bakanı, TBMM 19. Dönem ve 20. Dönem Refah Partisi, 21. Dönem Fazilet Partisi, 22. Dönem AKP Sivas milletvekilidir.

   1954'de Gürün'nde doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. Gazi Üniversitesi'nde doktora yaptı. Gazi Üniversitesi Bolu İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nde dekan yardımcısı oldu. Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü'nde öğretim üyeliği yaptı. Maliye Bakanlığı'nda Gelirler Kontrolörü olarak çalıştı. AKP kurucu üyesidir. Fransızca bilir. Evli ve 4 çocuk babasıdır.

   AKP ile yaşadıkları görüş ayrılıkları sonrası 2007 yılında yapılan seçimlerde aday olmamıştır. Yeni bir parti kurma girişiminde olan Şener birçok üniversitede öğretim üyeliği yapmıştır. 25 Mayıs 2009 itibariyle Türkiye Partisi kurucusu ve genel başkanıdır. (Kaynak: wikipedia)

 

   Bülent Ecevit’in siyasi mirası olan DSP’de ise Zeki Sezer’in yerine Masum Türker seçildi. Masum Türker’in biyografisi:

   1951 Mardin doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu. İşletme Ekonomisi doktoru. Gazeteci. Yeminli mali müşavir. Öğretim Üyesi. 21. Dönem DSP İstanbul Milletvekili. 57.Hükümet’in Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı.

   Evli, 2 çocuk sahibi. (Kaynak: DSP)

   Bir diğer yeni lider ise Hüsamettin Cindoruk. DP’nin yeni genel başkanı olabilir; fakat Cindoruk Türkiye’nin en eski siyasetçilerindendir. Ayrıca kongre döneminde özellikle yandaş basının büyük saldırılarına maruz kalmıştı. Cindoruk’un özgeçmişi:

   1933 yılında İzmir’de doğdu. Ankara’da Çankaya İlkokulunu, Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Babası Vasfi Bey, annesi Ganimet hanımdır. 1954’de Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1955 yılından itibaren avukatlık yaptı. Demokrat Parti, Adalet Partisi, Demokratik Parti, Büyük Türkiye Partisi ve Doğru Yol Partisi’nde İl Başkanlığı, Kuruculuk, Genel İdare Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu. Siyasete 1952 yılında Demokrat Partide başladı. 1953 – 54 yıllarında DP’nin Gençlik Kolları Genel Başkanlığını yaptı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, Yassıada’da sanıkların avukatlığı görevini üstlendi. Yüksek Adalet Divanı’na hakaret suçundan tutuklanıp, Balmumcu Sıkıyönetim Cezaevi’nde iki buçuk ay hapis yattı. 14 Mayıs 1985 tarihinde Büyük Kongre’de Doğru Yol Partisi Genel Başkanlığına seçildi. Genel Başkanlığı siyasi yasağı biten Süleyman Demirel’e devrettikten sonra 16 Kasım 1991 – 1 Eylül 1995 tarihleri arasında TBMM Başkanı olarak görev yaptı. 3 çocuğu ve 2 torunu vardır. (Kaynak: DP)

   BBP’de ise helikopter kazasında yaşamını yitiren Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun yerine, eğitimci kökenli Yalçın Topçu genel başkan oldu.

   Hepsine hayırlı olsun dileklerimi iletiyor, Türk demokrasisine yararları olacağını umut ediyorum.

    Bu ay da gündem sayfamız bu biçimde yapıldı değerli okuyucular. Bir sonraki sayıda görüşmek dileğiyle...

 

Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com

 

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

Ne, Nedir? Kavram Tantanası Üzerine

Yazar: 
Sevda EĞER

 “İnsan bilmediği şeye düşmandır.”<?xml:namespace prefix = o />

                                          Hz. Ali

 

   Taraf: Durduğun yer. Eskiden taraf olmayanı döverlerdi,  şimdi aynı kişilerden aman taraf olunmasın diye yenir kötekler.

Türkan Saylan’ı Anlamak ve Türkan Saylan

   Kardelenleri ışığa kavuşturan, umutları yeşerten, umudu mucizeye çeviren,  yüreklerde sevinç uyandıran, mucizenin, özverinin adı Saylan’a…

   Aramızdan ayrılışınız derin üzüntü yarattı… İçimiz buruk, bir yanımız eksik kaldı… Hizmet etme, okutma, öğretme, iyileştirme aşkı ile yanan yüreğinizi saygıyla anıyorum.  

Ah Öteki / Halk, Millet, Ulus, Toplum

 

 

***

 

   Ulus Kavramı: Ulus kavramı; halk kavramına atıfla,

   Sınıf, dil, din, ırk özelliklerinin dışında bir ülkede yaşayan insan topluluklarının yönetimsel ihtiyaç gereği anayasal zeminde tanımlanmasına yarayan bir kavramdır. Ulus, günümüz devlet algısının olmazsa olmazıdır. ( Komünist Devlet modeli hariç )

 

 

 

   Toplumcu Anlayış: Toplumcu anlayışta ise; sınırların bir öneminin olmadığı gibi bir coğrafya ya da tüm coğrafyada yaşayan halkların “Kozmos’un bir parçası” bütünlüğü içinde ele alınması, çok kültürlü fakat ortak kültür hedefli, ortak erkler çerçevesinde yaşayan insan toplulukları olarak tanımlanırlar. Dil, din, ırk, kültür vb. ayrıntılar “Toplumcu insan” tanımlamasına ancak yardımcı işlev ve zenginlik katar. Nihai hedef ortaklaşmacı bir hayat tarzı içinde yaşayan insan bilinci yaratmaktır. Ve sonrası kendi koşulları içerisinde gelişecek toplum şekillenmesidir.

   Politikaya alet edilen güzel insanların güzel inançları, politikaya alet eden çirkin insanların çirkin inançları arasında savrulan ülkemiz insanı. Toplum, ulus, millet, halk kavramlarının birbirine karıştırıldığı, inanç, din, mezhep, tarikat, cemaat, birey (şeyh-mürit) , halef ve selef ilişkisinin birbirine girdiği, Cumhuriyet rejiminde ağalık ve aşiret sisteminin devam ettirildiği, imamet ve tebaa ilişkisinin gayri ahlaki boyutlarda seyretmesi üzerine; Cumhuriyet ve Demokrasinin uzlaşmaz uzlaşısının arayışıyla özde insanın yitip gittiği günler bu günler.

   Bunlara sebebiyet verenlerin elbette boyunlarının borcudur bunları düzeltmek, yok bu değilse; bu yüzden yitip giden insanlığına sahip çıkmak, toplumsallaşacak bireyin boynunun borcudur! Öncelikle kendinden yola çıkıp, yaşadığı toplum ve yarınları için kimseyi ötekileştirmeden…

   Bencilliğimizin, bizcilliğimize dönüşmesinin önünü tıkayan, toplumsal barışı sürekli zedeleyen tanımlar haline sokulan bu kavramların içini doğru doldurmazsak, ötekileştirmenin başladığı yerde barıştan savaşa, uyumdan uyumsuzluğa, refahtan yoksunluğa, kardeşlikten düşmanlığa geçişin kolay olduğunu tarihi yaratan insan toplulukları olarak çoğu kez tecrübe etmiş olmalıyız.

   Halk olan bizlerin, cumhurun (halk) rejimi olan Cumhuriyeti koruyup kollamak ve toplumsal bir ekonomik model tercihi ile toplumu refaha kavuşturmak için irademizi sergilememiz dileğiyle.

 

Erdinc.Aydin@PolitikaDergisi.com

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

Elitizm ve Türkiye

Yazar: 
Erbil DENİZ

   Elitler kuramının temel savunurları ortak bir noktanın üstünde durur. Yönetenler ve yönetilenler. Tarih boyunca politika bu çerçevede gerçekleşmiştir ve ülkeler bu şekilde var ya da yok olmuşlardır. Eşitlik ve çoğulculuk bu kuram için geçerli olgular olmaktan çok uzaktadır. Burada itiraz edilen noktalar da bunlardır. Eşitlik ve çoğulculuk, demokrasinin temel ilkeleri olduğu için elit kurama, hem ülkemizde hem diğer gelişmekte olan ülkelerde hep yan gözle bakılmıştır.

   Demokrasi ile elit kuram bu kadar karşıt fikirler midir? Demokratik elit kuramı, bunun böyle olmadığını, demokrasinin de elitizme hizmet ettiğini savunur.

   “Her insanın seçme ve seçilme hakkı vardır.” Bu özgürlük kavramı içinde sarhoş olup, gerçekte neler olduğuna pek bakamıyoruz. Bu özgür cümleye aynı özgürlükle şu soruları sormak gerekir.

   “Her insan herkesi seçebilmekte midir ve her insan başkaları tarafından seçilebilmekte midir?”

   Çok partili sistem ile elitizmin önüne geçildiği savunulsa da, öyle olmadığı biliniyor. Burada elitizmi bireye indirmek, sadece kişiler üzerinden düşünmek, çok dar anlamda kalabileceği gibi, sorunun üstünün kapanmasını da sağlayacaktır. Elit kesimi, belli ortak menfaatlerden ve karşılıklı anlaşmalardan oluşan birkaç ayrı topluluk olarak düşünmek gerekir. Gövdenin elitizme dayandığı fakat dalların farklı yönlere doğru eğilmesi olarak düşünülebilir. Sonuç olarak, dış görüntü iç yapıyı maalesef her zaman göstermiyor. Bunun farkına varmaksa, ancak geç kalındığı zaman mümkün olabiliyor.

   Türkiye’de çok partili sistemden bu yana, gelen - giden ve gönderildiği halde gitmeyen grupları düşündüğümüzde, nasıl bir yapı içinde olduğumuzu anlamamız kolaylaşacaktır. Özellikle bazı grup liderlerinin ısrarla ve muhakkak belli aralıklarla hayatımıza girmesi nasıl açıklanabilir? Seçileceklerin sınırlı olduğu bir düzende, bu kısır döngü hiç kuşkusuz yaşanacaktır. Ta ki, yeni bir ikâme lider bulunana değin. Bu yenilik sanılanın aksine, eskinin daha da meşrulaştırılmış hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı topluluktan farklı birilerinin, aynı bayrakla ve aynı yolda yürümesinin ya da daha farklı olarak koşmasının, emeklemesinin hiçbir farkı yoktur. Taban aynı, fikir aynı, anlayış ve hedef aynı. En yakın örnek olarak geçtiğimiz haftalarda yapılan siyasi parti kongrelerine bakmamız yeterli olacaktır. Aynı taban olduğu yetmezmiş gibi, aynı yüzlerle tekrar karşı karşıyayız. Burada taban veya fikirden kasıt ideolojik çerçeve değil, destek ve yandaş kesimdir. Zira aynı yüzlerin, farklı ideolojilerle ancak aynı destek ve ilgiyle, defalarca karşımıza çıkma yüzü bulduğunu tarihimiz gösteriyor. Unutkanlık veya unutmaya isteklilik de, güzel beynimizin elitizme güzel bir armağanıdır.

   İçgüdülerimizle hareket etmeye çalıştığımız her an, dış dürtülerle yönlendirildiğimizin farkına varmak da kolay bir durum değildir. Farklı çıkarların bir anda ve amaçsız bir şekilde savunucusu olabiliyoruz. Hatırlanması gereken o kadar geçmiş içinden, unutulmaması gerekenleri özenle hatırlayamıyoruz. Bu özenin kaynağını aramıyoruz, çünkü hatırlayamadığımız veya unutturulan şeyler olduğunu bilmiyoruz. Demokrasi rüzgârında uçtuğumuzu sanıp, oradan oraya farklı elit kollarda dolaşıp duruyoruz.

   Çok partili sistemlerin sivil hayata kattığı belki de en önemli olgu budur: Tek bir elit kesimin olmayışı. Her ne kadar ortak menfaatler çevresinde birleşiyor olsalar da, yönetilen sınıfa farklı görünmeyi başarabiliyorlar. Hala çok partili sistemlerin veya “ne kadar çok parti o kadar demokrasi” gibi basmakalıpların arkasında elitizmin barınamayacağı fikri ne kadar geçerli olabilir?

   Farklı bir noktadan bakarak, tek partili ve demokrasinin oturmadığı dönemde nasıl bir düzen olduğuna ve önceliklerin nelerden oluştuğuna bakalım. Kimi çevrelere göre ülkenin “en totaliter elit dönemi” olarak görülen, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yılları, aslında şu an ki siyasal hayattan daha demokratik miydi? Diğer bir soruyla, o dönemki öncelikler toplumsal öncelikler miydi?

   O dönemde (1923 – 1930), iç politikadaki yeniliklerin, şahsi ve/veya sadece belli kesimler lehine yapılan uygulamalar olduğunu savunmak, kör fikirlerde bile mümkün olmasa gerek. Beğenip beğenmemek ayrı bir konu, ama belli bir zümreye ve kişiye yönelik olmadığını kabul etmek gerekir.

   Ülkelerin, var oluş nedenlerini oluşturmasa da; var olacağı nedenleri ortaya koyan dış politikada da aynı durum geçerlidir. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ısrarla üstünde durduğu dış politika unsurlarından bazıları;  gerçekçilik, bağımsızlık ve barıştır. Bunların hangisini, hangi kesime bağlayabilirsiniz? Hangi fikirde ve inançta olursanız olun, evrensel doğruları kabullenmek zorundasınızdır.

   Sen ve ben ayrımı yapılmaya başlandığı an elitizmin gerçek değerlerine kavuşulur. Demokrasiye geçtiğimizi sandığımız çok partili seçimlerin başladığı günden bugüne kadar yaşadıklarımız ve yapılanlar nelerdir? Sadece iktidarlar olarak değil, ama hep yönetici adayı olarak karşımızda duranlar nelerdir, kimlerdir? Kendini zorla elit sınıfına sokmaya çabalayanlar mı, yoksa zaten orda olduklarının farkında olmayanlar mı?

   Yakın zaman içinde tartışılan, Sayın Erdoğan’ın bırakma tarihi ve senaryolarına bakalım biraz da… Birçok farklı fikir, farklı yorum var bu konu hakkında. Ancak hiç kimse “Sayın Erdoğan, o tarihten itibaren aktif siyasi hayatını bırakır, sadece gerekli zamanlarda danışmanlık görevi yapabilir,” gibi bir tahmin de bulunmadı. Neden? Çünkü alışılagelen bir şey değildir bu. Böyle olmayacağı, gelenin gitmeyeceği, farklı mevkilerde de olsa bu balı yemeye devam edecekleri bilinir. İçimizde var olan ve artık aileden geçen hislerimizde bile elitizmi ve onun yönetimini kabul ettiğimiz halde, çevremize hatta kendimize bile dile getirmeye çekiniyoruz. Aynı kişilerle, aynı grupları destekliyor, onları başımıza çıkarıyoruz ama buna demokrasi diyoruz. Büyülü sözcük, demokrasi.

   Aynı kişilerle yönetilmek, sanıldığı kadar kötü bir durum değil esasında. Bizdeki sorun, yönetilememe sorunu. Yöneticilerin yönetilme sorunu. İç elitizmin, dış elitizme bağımlılığı sorunu. Belli menfaatler karşılığı yönetimde sadece görüntü olma sorunu. Bu sorun kimi zaman çözülerek hayatımızdan çıkıp gider ancak ‘başka sandığımız’ bir elit tarafından tekrar peydah edilir. Ve bu kısır döngü yine bu şekilde devam edip gidecektir. Temel sorunu elitizm veya ideoloji olarak düşünmek fayda sağlamaz. Ne yazık ki asıl sorun kişilik, haysiyet ve öngörü sorunudur.

   Aradan yıllar geçse bile, bu yönetim biçimi bu şekilde devam edecektir. Belli dönemlerde elitler arası değişim gerçekleşecek, yönetilen kesim yeni birilerini seçme umuduyla bu demokrasi oyununda figüran olarak kalacaktır daima. Yanlışı kabul edip doğrunun karşısına geçmek de, hep kaçış yolu olarak elimizde durmayı sürdürecektir. Kandırılmış olmayı veya bilmiyor olmayı düşünememek, insanlığı hep ikilikte bırakmıştır. Ya daha kötüyü kabul başlar, ya da kendini inkâr.

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bitmeyen Anayasa Tartışmaları

Yazar: 
Nihat ATAR

   Anayasalar, toplumlarda uyulması gereken ölçüt ve kurallar içinde en üst sırada yer alan, düzenlenmesi ve değiştirilmesi zor hukuk kuralları bütünlüğü olarak bilinir. Dünyada insan sevgisini, insancıllığı öne çıkaran felsefenin bir ürünüdür. Vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini, devlet otoritesi karşısında güvence altına alma düşüncesinden doğmuştur. Bir yandan vatandaşların hak ve özgürlüklerini teker teker belirlerken, öte yandan da devletin bu konudaki yetkilerini sayarak sınırlandırır. Böylece devlet yönetiminde keyfiliği önler, yönetim kurallarının devamlılığını sağlar. Anayasalar öncelikle toplumlarda insancıllığı geçerli kılmanın garantisidir. Bu nedenle anayasalar düzenlenirken, üzerinde değişiklikler veya anayasalarla ilgili “iyi” ya da “ideal” tartışması yapılırken, temel ölçüt olarak, insanın temel hak ve özgürlüklerinin ne ölçüde yer alabildiğine bakılmalıdır.<?xml:namespace prefix = o />

Politika Dergisi - Öner Tanık Mülakatı

PD Roportaj Ekibi: 
Emrah ÖZDEMİR
Yardımcı Ekip: 
Atilla DEMİR

  

Demokrasi, Darbe, Türkan Saylan, Mustafa Yurtkuran ve Diğerleri

   Demokrasi, bugün itibariyle halkın kendi kendisini yönetmesi diye bize yutturulan bir rejim ise, “demokrasi halkın kendi kendisini yönetebilmesi demek değildir” anlamı dimdik karşımızda durur.. Bu haliyle bizim demokrasi sandığımız şey, günün koşullarında demokrasicik olarak adlandırılabilir ki bu adlandırma tam anlamıyla yanlış değildir. Yani biraz doğrudur.

Gerçeğin Hâkim Güç Tarafından Yeniden Tanımlanması

Yazar: 
Miraç ÇEVEN

   Bugün propaganda adına bildiğimiz şeylerin temelini atam adam hakkında birkaç kelime etmenin iyi olacağı kanaatindeyim. Joseph Goebbels; 3. Reich hükümetinin “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” idi. Berlin’in Bebel Meydanında kitapları yaktıran ve Hitler’in coşkulu konuşmalarının çoğunluğunu yazan bizzat kendisidir. Kendi günlüklerinden alıntı yaparak bugünün politikasını ne kadar etkilediğini açık ve net görebiliriz. <?xml:namespace prefix = o />

Politika Dergisi Sayı 15