Terör ve Terörizm

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

TANIM

Terör olgusunu siyasal sosyolojik, ekonomik, hukuksal, felsefi, ve uluslar arası jeopolitik nitelikleri nedeniyle net bir tanımla çerçevelendirmek mümkün görünmemekle beraber, kavramsal karşılığı olarak terörizmi kelime anlamıyla araştırdığımızda öncelikle , Latince "bilinmeyen ve öngörülemeyen bir tehlike karsısında duyulan aşırı korku ve endişe, dehşet" anlamına gelen "terror" kelimesinden türediği bilgisine ulaşıyoruz.[1]  Türk Dil Kurumu resmi web sayfasında ise terör kelimesine karşılık olarak “yıldırma”, terörizm kelimesine karşılık olarak ise “siyasi bir amaca ulaşmak için yıldırma hareketlerini düzenli bir biçimde kullanmak” tanımı yapılmaktadır.[2]

ABD resmi kaynaklarına göre askeri terörizm, siyasi, dini veya ideolojik amaçları elde etmek için hükümetleri ya da toplulukları zorlamak ve sindirmek üzere bireylere ve mallara karşı illegal olarak şiddet ve kuvvet kullanmak veya kuvvet kullanma tehdidinde bulunmak; olarak tanımlanmaktadır. ABD dışişleri bakanlığınca benimsenmiş olan bir diğer tanımsa, genelde siyasal bir silah olarak bir ülkede kontrolü ele geçirmek, ülke politikalarını etkilemek, istikrarı bozucu, hükümetleri devirmek amacıyla şiddet kullanılması ve / veya kullanma tehdidinde bulunulmasıdır. Dr. R. Cline’nin tanımına göre ise terörizm, saldırılan veya tehdit edilen kurbanların sayısından, daha büyük bir kitle üzerinde caydırıcı ve karşı konulamaz bir korku yaratma, illegal eylemliliklerde bulunma amacıyla tasarlanmış şiddet veya şiddet tehdidinin kullanılmasıdır.  Nathan Adams ise konuya bir başka perspektiften bakarak, şöyle bir tanımlamayı uygun görmüştür; şiddetin ilan edilmemiş bir savaş durumu olduğu, kimsenin masum olmadığı, dış siyasetin geliştirilmesi veya amaçların elde edilmesinin, ayrım gözetilmeksizin şiddet politikasına dayandırıldığı, kabul edilegelmiş savaş kurallarının ötesinde bir araçtır. [3] Terörizm eylemlilik sahası içinde değerlendirildiğinde iki ayrı tanımlamaya tabii tutulabilir. Buna göre, ülke içi terörizmde yabancı bir unsur, etken görülmemektedir. Uluslararası, uluslarüstü terörizm kavramı ise, bir yabancı ülke veya kuruluşun desteği ile yürütülen veya diğer bir ülkenin vatandaşlarına, kurumlarına yada hükümetlerine karşı yöneltilen eylemler olarak tanımlayabiliriz. Bu bağlamda ulusötesi terörizm, sadece bireylerin, grupların ve çok uluslu şirketler gibi tüzel kişilerle ilgilenirken, uluslar arası terörizm ise, sadece ulus-devletlerin ve uluslar arası kuruluşlar ve bunların karşılıklı ilişkileri ile ilgilenir.[4] Fransız İhtilali ile birlikte dünya siyasal ve hukuk terminolojilerine girmiş olan birçok kavramdan biridir terörizm.  1789 Fransız İhtilali’ni izleyen 1793 Konvansiyon döneminde uygulanan sistematik şiddet politikaları ile  "terörizm" kavramı doğmuştur. Terör eylemlerinin elbette ki başlangıcı kavramın terminolojiye girmesiyle eş zamanlı olmamıştır. Bir sosyolojik olgu olarak insanın varoluş tarihiyle eş zamanlı tutabiliriz. Sicariiler, Haşhaşinler, bilinen en eski terör oluşumlarıdır.[5]

Terörizm denildiğinde özellikle siyasi amaçlar için terör eylemlilikleri aracılığıyla korku ortamı yaratılarak geniş kitleleri etki altına almak akla gelmektedir. Öncelikle etnisite olmak üzere, ırk çatışmaları, din çatışmaları ve sosyo-ekonomik koşul ve durumlar etkisinde, bireyin tepkiselleşmesi ve amaçlanan hedefe ulaşmak için örgütlenmeler oluşur. Terörizm bazen amaçlanan siyasal oluşumdan bazen de şiddet eylemlerinin yöntem olarak benimsenmiş olmasından yola çıkılarak tanımlanır. [6]   Mehmet Ali Bal ise terörü, politika ve ideolojiden ayrı tutarak bir strateji olarak tanımlamaktadır. Buna göre modern savaş’ın yirminci yüzyılın  ikinci yarısından sonra ön plana çıkan aşaması olarak, amaca ulaşmak için kullanılan bir araçtır.  Yazar, Savaş Stratejilerinde Terör adlı eserinde, terör ilan edilmemiş ancak yürürlüğe konmuş bir savaştır, ifadesini de kullanır. [7]  Aynı eserde yazarın bir başka tanımı ise şöyledir, “ terör, birey ve toplumlarda korku yaratmak, onların hareketlerini engellemek ya da kısıtlamak için, kendi iradesini kabul ettirmek üzere uygulanan her türlü engelleyici veya kışkırtıcı, koruyucu veya baskıcı, özgürleştirici veya kısıtlayıcı yöntem, tarz, metod ve stratejilerdir.”  [8] Uluslararası Hukuk’un Birleştirilmesi konferansı adı altında 1927 ile 1935 yılları arasındaki sekiz yıllık zaman diliminde gerçekleştirilen toplantılarda terör konusu önemli bir yer tutmuştur. 26-29 Temmuz 1926 tarihinde alınan karar gereğince Varşova’da 1-5 Kasım 1927 tarihinde yapılan 1. Uluslararası Ceza Hukuku Kongresinde  evrensel nitelik taşıyan suçlar üzerinde durulmuş ancak terör kavramı kullanılmamıştır. Terörist olarak tanımlanan örgütlenmelerin en önemli ortak paydası, amaca ulaşmak için  legal  çerçevenin dışına taşarak, yasalarla korunmakta olan durumu, illegal yöntemlerle yıpratma, zayıflatma  yolunu kullanmalarıdır. O halde şiddet yasal çerçevenin dışına taştığında mağdur olan erk tarafından durum terör olarak tanımlanır diyebilir miyiz?   1930’da gerçekleştirilen III. Konferansta, Varşova metnine terör kavramı girmiş ve “ortak tehlike yaratabilecek nitelikte herhangi bir aracın kasten kullanılması” olarak tanımlanmıştır. Terörizm olarak tanımlanan örgütlenmeler her ne kadar aptalca bir maceraperestlik ve hatta hayalperestlik olarak görülse de, bu eylemsellikler ve örgütlenmeler, terörist olarak nitelenen icracılara göre belirli ve somut hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik olarak oluşturulur. İdeolize olmuş kitleler için ülküdaşlık hedeflenen doğrultusunda çok önemli bir manevi bağdır. 1931 yılında gerçekleştirilen Paris Konferansında ise “halkı paniğe sevk eden ve patlayıcı maddelerin kullanıldığı eylemler terörizm olarak nitelendirilmiştir.  1933 yılı Ekim ayında yapılan Madrid Konferansında ise terörizm kavramı siyasi ve sosyal olmak üzere iki ayrı tanımlamayla açıklanmıştır. Ancak sadece sosyal terörizm kavramının tanımı net olarak ortaya konulabilmiştir. Ceza Hukukunu Birleştirme Konferanslarının altıncısı 1935 yılında Kopenhag’da yapılmıştır. SSCB’nin  ilk kez görüş bildirdiği bu konferansta  terör kavramsal olarak tanımlanmıştır.[9] Buna göre; ''Bir devlet başkanı ya da eşinin veya devlet başkanı ayrıcalığına sahip bulunan kişi veya eşlerinin, hükümet üyelerinin diplomasi muafiyetlerinden yararlananların, anayasal kuruluşların, yasama ve yargı organları mensuplarının hayat, beden tamamiyeti ve sağlıklarına yönelmş kasdi hareketler '' olarak nitelendirilmiştir. Bir felaketi tahrik etme, içme sularmı zehirleme, kirletme, sari hastalıkları yayma, kamu hizmetleri veren tesisleri tahrip etme, kamuya açık yerlerde patlayıcı maddeler kullanma gibi hareketler terör eylemi olarak kabul edilmiştir. Buradan da anlıyoruz ki, yasal düzenlemelerde terör, kural koyucu aleyhine oluşan şiddet hali olarak algılanmaktadır.

Terörle Mücadele Sözleşmeleri kapsamında gerçekleştirilen bir dizi sözleşmelerde terör ve terörizm kavramsal olarak tanımlanmaya çalışılmıştır. Anılan sözleşmelerden 16 Kasım 1937 tarihli Cenevre Sözleşmesinde, terör, diplomatik misyona sahip kişilere karşı yapılan eylemler olarak nitelendirilmiş, buna karşı ülkelerin işbirliği ve dayanışma içerisinde olmaları belirtilerek gereken önlemlerin alınması istenmiştir. Dar kapsamlı olan Cenevre Sözleşmesi yeterli ülke tarafından imzalanmamış ve yürürlüğe de girememiştir.  1949 yılı Ağustosu’nda Cenevre’de imzalanan Kızılhaç Sözleşmesi ve 12. 12. 1977 tarihli ek protokolleri ile ''Savaş Zamanlarında Sivil Şahısların Korunması Sözleşmesi'' imzalanmıştır.[10] ABD’nin Irak’lılara ve İsrail’in Filistinlilere karşı yaptığı uygulamalarda bu sözleşmelere, uyulmadığı görülmektedir.

Milletler Cemiyeti, 1935 yılındaki Kopenhag Konferansında hazırlanan ''Terörün Önlenmesi ve Cezalandırılması'' ile ''Uluslararası Ceza Mahkemesi Kurulması'' konularında iki ayrı sözleşme hazırlamış ve bunlar, 1937 yılı Kasım’ında Cenevre'de imzalanmıştır .''Terörün Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi''nin 8. maddesine göre, ''teröristi ya iade et yada cezalandır'' ilkesi kabul edilerek, terör ile siyasal suç kavramında anlaşamama durumunda suçluların cezasız kalmaları önlenmiş olmaktadır. Sözleşme, terör ile ilgili bilgilerin tek merkezde toplanmasına da imkan sağlamaktadır. Ancak bu iki sözleşme bazı ülkeler tarafından imzalanmışsa da, İkinci  Dünya Savaşının yaklaşması, Cemiyetin etkinliğini giderek kaybetmesi gibi nedenlerle yürürlüğe girememiştir. Ancak, terör konusunun ciddiyetle ele alınmış olması daha sonraki süreçte BM nezdinde de görüşülmesinin temelini oluşturmuştur.

Terörün ne olduğu konusunda BM bir karar verememekle beraber 1937 yılındaki Cenevre Sözleşmesine atıfta bulunmuştur. ''Devletler arasında BM şartına Uygun şekilde Dostane Münasebetler Kurma ve İşbirliği Yapılmasına Dair Milletlerarası Hukuk İlkeleri Hakkında Bildiri'' ile kimsenin teröre destek olmaması istenmiştir.[11] BM, 1994 yılında, Türkiye'nin hazırladığı bir tasarıyı benimseyerek, terör eylemlerinin bir insan hakları ihlali olduğunu kabul etmiştir. Ama BM, bugüne kadar milletlerarası terörizmi tarif edememiştir.

Avrupa Konseyi ise, kararları ile teröre karşı uluslararası etkili önlemler alan  bölgesel bir kuruluştur. 1970 tarihli bir Bakanlar Komitesi kararıyla ICAO' nun 7 eylemleri desteklenmekte, uçak kaçırma eylemlerine karşı üyelerini duyarlı olmaya çağırmaktadır. Avrupa Konseyi Danışma Meclisi, 1973 yılında almış olduğu 703 sayılı kararıyla uluslararası terörün bir suç olduğunu belirtmiş ve ''teröriste ya ceza ver veya iade et'' kuralı desteklenmiştir .[12] AGİT bildirileri güvenlik ve barışı insan hakları temeli üzerinde gerçekleştirmek istemekte ve bu bağlamda, ''(Katılan Devletler), evrensel olarak tanınan insan haklarının bir parçası olarak milli azınlıklara mensup kimselerin haklarına saygının Katılan Devletlerdeki barış, adalet, istikrar ve demokrasi için esaslı bir faktör olduğunu ayrıca yeniden teyid ederler” [13] görüşünü benimsemektedir.

AGİT kararlarına göre insan hakları ihlalleri artık bir ulusun iç sorunu olmaktan çıkar ve  ''Katılan devletler, insan haklarına, temel özgürlüklere, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne ilişkin olan sorunların uluslararası yönü olduğunu çünkü bu haklara ve özgürlüklere saygı göstermenin uluslararası düzenin temellerinden birini teşkil ettiğini vurgularlar. '' ''AGİK insani boyutu alanında verilen sözlerin bütün katılan devletleri doğrudan ve meşru bir şekilde ilgilendiren sorunlar olduklarını ve sadece ilgili devletin iç işlerine dahil olmadığını kategorik olarak ve rücuu gayri kabil bir şekilde beyan ederler. ''[14] görüşünü destekler.

Paris’te gerçekleştirilen 1990 tarihli AGİT Zirvesi sonunda imzalanan Paris Şartında da terör kayıtsız şartsız bir suç olarak kabul edilmiş,  1992 yılında Helsinki’de yapılan zirvede ise; terörün suç olduğu belirtilmiştir. Azınlık haklarını ve self-determinasyon hakkını kabul eden AGİT , bu hakların hiçbir şekilde bir devletin siyasi bağımsızlığını ve ülke bütünlüğünü riske sokamayacağını da belirtmektedir. Azınlık hakları, azınlığa bir etnisite sorunu olarak değil, sırf azınlık bireyi (veya yurttaş) olarak tanınmaktadır. Amaç siyasi boyutlu olmayıp, bireylerin mutlu olmalarını sağlamaya yöneliktir.

Bu noktada terörizm olgusunun eylemselliği olan terör, kimin terörüdür ve kim ve/ veya neye karşı verilen tepkiselliktir. Güzellik gibi terörizm de bakana göre değişir diyen Hess Henner’a göre terörizm geçmişte olduğu gibi günümüzde de yeni politik yaklaşımlar doğrultusunda sürmekte ve öznelliğini korumaya devam etmektedir.[15]   Terimin siyasî açıdan taşıdığı görelilik, şu basit deyişte özetleniyor: “Kimine göre terörist, kimine göre özgürlük savaşçısı.” İsrail ile ABD’nin gözünde terörist olan Filistinli örgütler, Filistinlilerin gözünde ülkelerinin işgaline direnen özgürlük savaşçılarıdır. Keşmir’in bağımsızlığı için çalışan gruplar Hint devletinin gözünde teröristtir, ama Pakistanlıların çoğunluğunun gözünde bağımsızlık savaşçılarıdır. Reagan yönetiminin özgürlük savaşçıları olarak göklere çıkardığı kontra-gerillalara, onların şiddetine maruz kalan Nikaragua halkı -daha isabetli bir şekilde- terörist gözüyle bakıyordu. ABD 1980’lerde Bin Ladin’i özgürlük savaşçısı diye göklere çıkarırken, aynı dönemde pek çok hükümet yetkilisi Nelson Mandela’dan terörist diye söz ediyordu. ABD’nin şirket-devlet kompleksi, ALF (Hayvan Kurtuluş Cephesi) üyelerini terörist diye damgalarken, pek çok hayvan hakları aktivisti onları özgürlük savaşçısı olarak savunuyor.

Aslında kavram, özünde korku yaratmak amacını barındırmakta ve bu yolla hak edildiği savunulan kazanımları sağlamak hedeflenmektedir. Bu bağlamda, duruma nereden hangi perspektiften bakarsanız bakın terörizm olgusunun tanımı değişmemekte ancak göreceli olarak taraf değiştiren terör olgusu olmaktadır. Buradaki kavram sorunsalı, duruma hangi taraftan baktığınızla ilintili olarak değişecektir. Barışın ve bölgesel güvenliğin korunması olarak adlandırılan bir dizi eylemliliklerin anlamı kimine göre sistematik olarak gerçekleştirilen sömürü ve yönetim terörü olarak algılanabilmektedir. Aynı şekilde, terörist olarak tanımlanan bir oluşum, diğer bir perspektiften bakıldığında özgürlük savaşçısı olarak görülebilir. Öyleyse terörist kavramını da bu noktada ele aldığımızda, aynı sarmalın içine girmek durumunda kalıyoruz.  Kime göre terörist, kimin terörü, kime karşı ve/veya neye karşı terörizm… Kavramların kelime karşılıkları olarak anlamları değişmemekle beraber, durumlara nereden baktığınıza bağlı olarak yaftalanan taraf değişmekte.  Var olan düzene karşı olan, ve değişimden yana olan terörist, değişim ideolojisi ise terörizm olarak algılanabilir mi? Yani muhalif olan, karşı duran ve bu karşı duruşun eylemselliği ise terör olarak algılanabilir mi? Kanımca sorun burada tam olarak çözümlenemiyor. Terör kelimesi anlam olarak şiddet içerdiğinden her karşı duruş ve değişim eylemselliğini terör olgusu olarak görmemiz mümkün değil kanımca.  Açıkça görülüyor ki, M. Ali Bal’ın yukarıda belirtmiş olduğum tanımına atıfta bulunmak gerekiyor diye düşünüyorum, terör, sadece bir kelime değil, bir silah. Terörist kelimesinin kullanımına dikkat çeken Tomis Kapitan şöyle diyor:[16] “Terörist kelimesi, atfedildiği kişileri ya da grupları gayri insanîleştirir, iletişim kurulması imkânsız insanlar olarak gösterir. Onları bu eyleme sürüklemiş olabilecek politikaların göz ardı edilmesine neden olur. Bu kişi ya da gruplara karşı şiddet kullanılmasının önünü açar ve insanların korkularını istismar ettiği için, devlete tam bir hareket serbestisiyle davranma ve yöntemlerine yönelik itirazları geçiştirme olanağı sağlar.”

Kurulu düzene karşı duruş sergileyen ve değişimden yana geliştirdiği ideolojisini eylemselliğe döken muhalif bir sesin,  mevcut düzenin iktidarı tarafından terörist olarak yaftalanmasının nedenini,  Tomis Kapitan’ın tanımlaması yeterince açıklıyor. Erk, mevcut olan iktidarının sürekliliğini sağlama eğilimindedir ve bunun için mücadele etmektedir. Değişim yanlısı ise, mevcut iktidarın düzenini eleştirmekte ve değişimini istemektedir. Erk olanın iktidarını koruma mücadelesi büyük çaplı şiddet içeriyor ve toplumda kalıcı izler bırakıyorsa, bu noktada iktidar olanın teröründen bahsetmek mümkündür. Aynı durumda değişim yanlısı da erk tarafından terörist ilan edilmektedir. Resmî tanımlara göre terörizm bir devleti hedef alabilir, ama bir devlet tarafından yürütülemez. ABD’nin resmî terörizm tanımı her zaman Maniheizm’in İyi-Kötü ikiliğine dayanır. Bu strateji, çifte standart uygulamayı sağlar: İyilik güçleri kendi uyguladıkları şiddeti ve hukuk ihlallerini göz ardı edip hafife alırken, Kötü’lerin benzer ya da çok daha düşük seviyedeki ihlallerini gözü dönmüş bir şekilde lanetleyebilirler. Fakat Noam Chomsky’nin de gözlemlediği gibi, ABD, terörizme dair her türlü makul tanımın en önde gelen örneğidir. ABD anayasasında ve ordu kitapçıklarında terörizm şöyle tanımlanır: “Sivilleri hedef alarak ve siyasî, dinî ya da başka amaçlara hizmet etmek üzere, insanları sindirmek, korkutmak, sıklıkla da öldürmek için şiddeti hesaplı bir şekilde kullanmak.” Ne var ki, bu resmî tanımda şöyle bir sorun var: “ABD’nin resmî politikasının tanımıyla hemen hemen örtüşüyor”, her ne kadar bu resmî politika “düşük yoğunluklu çatışma” olarak adlandırılsa da. [17]

DEVLET TERÖRÜ

Terörizm, herhangi bir devlet tarafından desteklendiğinde uluslar arası terörden bahsedebiliriz.[18] Burada söz konusu olan terörizmin ulus-devlet tarafından dış politika aracı olarak kullanılmasıdır. Bir devletin kendi çıkarları gereği ve/veya kendi çıkarlarına olası bir tehdit olarak düşündüğü başka bir devlete yönelik olarak terör eylemlerine ve terörist gruplara destek vermesi devlet destekli terör olarak tanımlanmaktadır.[19] Devletin eğitim, finansal kaynak, lojistik destek, propoganda aracı sağlama gibi konularda her türlü desteği vermesi söz konusudur.

Uluslararası ilişkilerde diplomatların başaramadığı görevleri askerler devralır, askerlerin başaramadığı görevleri ise teröristler devralır.[20] Bu bağlamda, Soğuk Savaş süresinde iki süper güç arasındaki yoğun rekabet, sıcak bir savaşın maliyetini kaldıramayacağından, iki güç arasındaki çatışmaların küçük çaplı bölgesel savaşlar ya da yakın silahlı grupların desteklenmesi olarak görülmüştür. Birbirleri ile çatışmayı göze alamayan iki devlet ve karşı tarafın gücünü azaltmak isteyen kimi ülkeler terör örgütlerini ve illegal olarak örgütlenen ve eylemliliklerini sürdüren ayrılıkçı/bağımsızlık hareketlerini desteklemişlerdir. Bu noktada NATO ve ABD’nin faşist iktidarları desteklemesi, SSCB’nin ise  Latin Amerika ve Uzak Doğu’da görülen  ayrılıkçı gerilla hareketlerini desteklemesi dikkat çekicidir.[21]

NARKO TERÖR

Terörizm sadece ideolojik amaçların teorik zemine oturtulmasıyla, hedeflenen amaca ulaşmak için eylemsellik hali olarak görülmemelidir. Terörizm, bugun gelinen noktada, büyük çaplı ticari bir yapılanma halini alabilmektedirler. Uyuşturucu geçişlerini sağlanması, silah ve diğer madde kaçakçılığı gibi konularda bazen devletler terörist örgütlenmeler ve/veya kişileri kullanabilmektedirler. Bu sayede uluslararsı terörizm faaliyetlerine ihtiyaç duyan ulus-devletler, sözkonusu gruplara finans kaynağı yaratmış olmakta hem de rakip veya düşman olarak gördüğü diğer ulus-devleti yıpratma, zayıflatma, etkisizleştirmek adına terör gruplarını taşeron mantığında kullanmaktadır.[22] Narko terörizm, bütün insanlığa yönelen bir tehdit unsurudur. Finansal kaynak oluşturma ve kara para aklamanın yanı sıra, tehdit unsuru olarak görülen ülkeleri zayıflatma aracı olarak da kullanılmaktadır.

TERÖRÜN KAPSAMI

Bütün terörizm tanımları, en “ilerici” insan hakları savunucularının yaptığı tanımlar bile, yeryüzündeki en kapsamlı şiddet biçimlerinden birini dışarıda bırakır: İnsan türünün insan olmayan türler üzerinde uyguladığı şiddeti. Türcülük, insan benliğinde öylesine derinden işlemiş ve kanıksanmıştır ki, insanların kendi türü dışındaki türlere uyguladığı şiddet meşrulaşmıştır. Örneğin hayvanlar, ekolojik dengenin önemli birer unsurları oldukları unutulup, varlık nedenlerin salt insana hizmet olarak algılanması ve kabul görmesiyle tamamen metalaşmış durumdadırlar. Aynı şekilde, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının kullanımı, tüketim makinesi haline gelmiş olan çağımız bireyi  tarafından sorumsuzca kullanılmaktadır. Terörizmin öznesi olan terörist grupların eylemlilik etkinliği öldürdüğü ve/veya yok ettiği unsurların istatistiğinden çok hedeflenen coğrafyada istikrarsızlık yaratması ve idari yapının iş yapamaz hale getirilmesi ile ölçülebilir.[23] Terör kavramını tanımlarken şiddet olgusuna dikkat edilmesi gerektiğini belirtmiştim.O halde; şiddeti tanımlarken sadece insanlara yönelik olarak yapılan şiddeti değil aynı zamanda insan türünün dışında kalan diğer unsurları da dikkate almak zorunluluğundayız.

Bir çeşit spor olarak algılanan avcılık, insandışı canlı varlıkların keyfi olarak yok edilmesidir, eğlence sektörü için hayvanların araç olarak kullanılması, ihtiyaç dışı lüks tüketim olarak değerlendirebileceğimiz kürklü giyim sektörünün hammaddesi olan kürk hayvanlarının vahşice katledilmesi, ticari kaygılarla yok edilen orman arazileri, insanın kendi türü dışındaki varlıklara uyguladığı terörlerden birkaçıdır.

Kimi araştırmacılar çok uluslu şirketlerin yirminci yüzyılın  ekonomik ve sosyal alandaki en büyük gelişmesi olduğunu düşünmektedirler. İlk çok uluslu şirketlerin oluşumu ABD işletmelerinde İkinci dünya savaşı sonrası dönemde gelişim göstermiş olup bunları Japon işletmeleri takip etmiştir[24] Bu şirketlerin Atlantik ötesi ülkelerde faaliyetlerini sürdürmeleri için her türlü destek elbette ki bağlı bulundukları kendi ülkelerinden gelmektedir. Ve bu bağlamda, Dünya Ticaret Örgütü, uluslar arası ticaretin kurallarını, globalleşmenin gelişiminde etkin olan dinamikler çerçevesinde, gelişmiş kapitalist ekonomilerin ve uluslar arası tröst şirketlerin büyüme grafiklerini destekler bir duruma göre oluştururken, IMF ve Dünya Bankası da bu sürecin bütünleyicisi olarak,  önerdiği istikrar ve uyum programları sayesinde, azgelişmiş ülke ekonomilerini zayıflatıp ekonomik ve siyasi olarak bağımlı hale gelmelerini sağlamakta ve bu şekilde, global ekonomik sisteme entegrasyonları için uygun koşullar yaratılmaktadır.[25] IMF ve Dünya Bankası’nın kimi zamanlar tıpkı bir casus gibi çalıştıkları ve ilgili ülke ekonomilerine yönelik istihbarat topladıkları düşünüldüğünde aslında bu iki gücün dünya ekonomik yapılanmasını kimin hesabına şekillendirdiği açıkça görülmektedir.[26]

SONUÇ

Terörizm kelimesinin tanımı üzerinde mücadele etmeliyiz, çünkü şiddetin olanca çıplaklığıyla yaşandığı bu dünyada, eylemlerini tanımlamamız ve tanımamız  gereken gerçek teröristler var. Terörizme ilişkin muğlak tanımlar, muhalif hareketleri ağır biçimde cezalandırmaları için devletlere büyük bir serbestlik sağlıyor. Terörizmi tanımlamak, çağımızın en önemli felsefî ve siyasî işlerinden biridir. “Terör, kullanan ile kullanılanın, korkutan ile korkutulanın birbirine karıştığı, kahramanlık yanı olmayan, kör ve iğrenç bir mekanizmadır”, diyor Ali Sirmen, Uğur Mumcu’nun Kürt Dosyası adlı kitabına yazdığı önsözünde. [27]

Terör masum halklara karşı önceden planlanmış siyasi amaç taşıyan şiddet içeren eylemler olarak tanımlanıyorsa, Ortadoğu’da yaşanan insanlık dramındaki terör hangi taraftır? Irakta, Libaya’da, bugün Suriye, Reyhanlı’da, 1998 yılında Halepçe’de yaşanan dram, halkların vatandaşlık hakkı ile demokratik taleplerini dile getirdikleri kitlesel eylemlere karşı iktidarların varlıklarının devamlılığını sağlamak amacıyla uyguladıkları orantısız güç ve müdahaleler de literatüre terör eylemi olarak geçebilir mi?  Ve eğer geçerse kimin terörü, kime karşı terörizm olarak geçer? Irak’ta, gerçekleştirilen savaşta stratejik hedef olarak, küresel terörizmi yok etmek, bunun için uluslararası topluma yönelinerek ortak güvenlik koşullarını oluşturmak ve bunun için  işbirliği yapmak, yani uluslararası koalisyonlar kurmak, olanları ise güçlendirmek seçilmiştir. Bu bağlamda, Amerika’ya ve onun müttefiklerine  yapılması olası saldırıların önlenmesi ve bölgesel çatışmaların giderilmesi dikkate alınmıştır. Terörün, Amerikan hayat tarzının değiştirilmesini ve / veya hürriyetlerinin kısıtlanmasına yol açmasının engellenmesi, bu bağlamda da terör örgütlerinin başarı kazanmasına izin verilmeyeceğinin kesin olarak bildirilmekteydi. Savaş alanı olarak “tüm kıtalar” gösterilmiştir. Ancak dikkatler özellikle Batı Asya’ya, yani Orta Doğu’ya ve oraya bağlı olarak da Avrasya’nın terörle ilişkili sayılan merkezlerine yönelmiştir. Sovyetlerin çöküşü sonrasında, uluslararası politik ekonomi değerlendirmelerinin yeniden ele alınması, “yeni dünya düzeni”nin pratiğe geçirilmesi ve yeni ulus-devletlerin bu sürece entegrasyonu gündeme gelmiştir. Bu siyasal konjonktürde yapılması gereken değişikler için, 11 Eylül olayının sadece süreci hızlandırmak için, pazılın son parçası olduğu söylenebilir mi? Yoksa gelinen nokta 11 Eylül’ün sonucu mudur? 

Soğuk Savaş’ın ardından global ekonomi beraberinde, global siyasallaşmayı da getirirken, kavramların da kimi zaman yeniden tanımlanmaları gerekliliğini doğurdu. Terörizm ve terör kavramları da 11 Eylülle birlikte globalleşmiş oldu. Artık terör, ulus-devletlerin yada bireylerin tek başına yaşadıkları problemler olmaktan çıkıyor, yerelden bölgesele ve bölgeselden küreye yayılıyordu. Ve terörle mücadele de elbette ki uluslar arası kuruluşların etkinliğini gerektiriyordu. Bu noktada asıl sorumuz hangisidir; terörün globalleşmesi mi, yoksa terörün globalleştirilmesine duyulan gereksinim mi?

Bir ortak savunma kuruluşu olan NATO, Uluslararası İlişkiler alanındaki gelişmeler doğrultusunda önemli bir değişim yaşamıştır. Sovyet Rusya’nın çöküşü üzerine NATO’nun, karşısındaki savunma kuruluşu da dağılmış, beraberinde NATO görev alanını yeniden tanımlamak zorunda kalmıştır. NATO’nun yeniden yapılanma sürecinin ilk adımı 1991 Roma Konseyi toplantıları, ikincisi 1999 Washington Konsey toplantıları ile ve üçüncüsü ise 11 Eylül saldırısı sonrasında oluşmuştur.

Kasım 1991 Roma Konsey toplantısında “istikrar” unsuru öne çıkmıştır. Merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin “yeni dünya düzeni”ne entegrasyonlarında istikrar unsurunun önemi Avrupa’nın güvenliği için birincil koşul olarak görülmüştür. 1999 Washington toplantısı aşamasında ise NATO’nun tehdit değerlendirmesi daha geniş çerçevede ele alınarak; terörle mücadele, kitle imha silahlarının yayılmasının önüne geçilmesi, bölgesel bunalımlar, istikrarsızlıklar, çatışmalar ve bunların yaratabileceği tehditlerle mücadele gibi konular ele alınmıştır. NATO bu aşamalardan sonra artık, askeri savunma teşkilatı olmaktan öte daha çok bir  güvenlik teşkilatı olma yoluna girmiştir. 11 Eylül’le birlikte gelen süreçte ise NATO’nun terörle mücadele ve kitle imha silahlarının yayılmasını önlemekte yetersiz kaldığı görülmüş, bundan sonrasında ise  yeni çalışmalar yapılması öngörülmüştür.  11 Eylül saldırılarının ardından teröre karşı başlatılan savaşın etkinlik alanı “tüm kıtalar” olarak tanımlanmış olsa da, pratik teoriden yine ayrılarak, etki alanı Avrasya ve Ortadoğu olarak öncelikli tutulmuştur.  Avrasya Kıta Alanı   (eurosian continental realm) içerisine Merkez kitle ile Hazar ve Orta Asya jeopolitik bölgeleri (geopolitical regions) girmektedir. Yani sözkonusu alan aslında Sovyet İmparatorluğu’nun alanı, bugünkü adıyla Rusya Federasyonu’nun “arka bahçesi” dir. Terörle mücadelede esas alınan etki alanının sınırlarını  bu şekilde tanımladıktan sonra açıkça görülmektedir ki; terörle mücadele savının arkasında oynanan asıl oyun “Büyük Oyun”dur.[28]

SSCB’nin dağılmasının ardından, tek küresel güç olan ABD, Avrasya’da asırlardır sürdürülen jeopolitik mücadeleye ortak olmuştur.  ABD Atlantik ötesinde kalarak, kıtanın enerji kaynaklarının yetersizliği nedeniyle dünya egemenliği için “merkez kitle”, merkez güç olamayacağından Avrasya’ya ve Ortadoğu’ya uzanmak zorunda kalmıştır. Kuzey Amerika kıtasının Doğu yakasındaki devletleşme kısa sürede önce toprağa ve sonra da altına hücum olarak Batı yakasına doğru genişlemeye başlamıştır. Avrupa’nın Güney Amerika’ya sarkmaya başlamasıyla ise Monroe doktrinini ortaya çıkararak, Amerika kıtalarında kendi mutlak egemenliğinden başkasına hayat tanımama alışkanlığına başlamıştır. Jeopolitik mücadele ve dünya egemenliği alanındaki önemli düşünürler, yaptıkları çalışmalarda, Coğrafi Keşifler sayesinde,  19. yy da, denizlere egemenliğin dünya egemenliğini beraberinde getireceğini belirtmişlerdir. O dönemlerde denizlere egemenlik, sağladığı geniş hareket olanağı ve serbestisi sayesinde sömürgeci zihniyette belirleyici rolü oynamıştır. Deniz yollarına alternatif olarak zamanla Bağdat ve Sibirya demiryolları sayesinde kıtalar arasındaki hareket olanaklarının genişlemesi ve hızlanmasıyla denizlere egemenliğin önü kısmen kesilmiştir. İşte bu noktada Avrasya bölgesinin jeopolitik önemi oluşmaya başlamıştır. Bölge yaklaşık olarak Sibirya ile Doğu Avrupa’ya kadar olan merkezi Asya’yı kapsamaktadır ve “Ana jeopolitik bölge” ya da “merkez kitle” (pivotal Area-heartland) olarak belirlenmiştir. Bu bağlamda, Avrasya’ya hakim olacak gücün denizlere egemen güce üstünlük sağlayacağı görüşü öne çıkmıştır. Sanayi devrimi ve teknolojik ilerlemelerden sonra, “merkez kitle” olarak belirlenen alanın sınırları, merkezi ve Doğu Avrupa’ya ve Baltıklara doğru kaydırılmıştır. Zamanla jeopolitik alan tartışmalarında, Merkez kitle ya da Mihvere egemen olan gücün, ekonomik verimlilikte en önemli üç bölgeden ikisi olan Batı Avrupa’ya ve Doğu Asya’ya egemenliğinde de belirleyici olacağı, beraberinde ise kendiliğinden Afrika’ya hakimiyetin de oluşacağı görüşü kabul görmeye başlamıştır. Bu noktadan sonra çatışmalar ve rekabetin Kuzey Atlantik Bölgesi olarak kabul edilen Deniz Alanlarına (maritime realm) egemen güçler ile Ana Mihvere ( eurosian continental realm) egemen güçler arasında yaşanacağı görüşü kabul edilir olmuştur. Deniz alanları Amerikan ve Avrupa deniz Alanları olarak iki kısım olarak belirlenmiştir. Cohen gibi bazı jeopolitik düşünürler, Türkiye’nin  NATO üyesi olduğu halde Avrupa deniz alanları  içerisinde tanımlanmadığı ancak, Kuzey Batı Afrika’nın ve Doğu Akdeniz’deki sınırların, Ege’den başlayarak Türk karasularının üstünden devam ettirilerek Kıbrıs’ı da içine alan kısmın Avrupa Deniz alanı içinde kabul edilmesi önemli bir noktadır.

Diğer yandan bazı jeopoliitk düşünürlere göre “merkez kitle” üstünlüğüne karşı alternatif olarak, Avrasya’nın etrafında yer alan “çevre kuşak” (rimland) işaret edilmektedir. Buna göre;  çevre kuşağa egemen olan güç ya da güçlerin Avrasya’ya ve sonuçta da dünyaya egemen olacağı savı üzerinde durulmaktadır. Çevre kuşak, sınırları Avrupa ve Türkiye’nin Akdeniz sahillerinin ve İran dahil Kore’ye kadar Güney Asya’nın içinde bulunduğu alan olarak tanımlanmaktadır. Bu görüşler soğuk savaş döneminde Amerika tarafından uygulanan  “durdurma” staratejisinin temellerini oluşturmuştur. Soğuk savaş döneminde, merkez kitleye egemen olan gücün (Sovyetler) “çevre kuşak” ı delip geçmesine karşılık olarak  Amerika, Orta Doğu’da ve Doğu Asya’da Çin üzerinde yeni stratejiler geliştirmiştir. Aslında Soğuk Savaş, çevre kuşaktaki jeopolitik mücadele içerisinde bir çevreleme (durdurma), bir yayılma hareketidir ve amaçlanan, bir devletin ya da devletler topluluğunun Avrasya dışında etkinlik göstermesini, önlemektir. Brzezinski’nin şu tanımlaması, bu dönemde uygulanan Amerikan dış politikasını özetlemektedir. Brezezinski, “komünizm, Amerika için ‘Alalhın lütfü’dur” diyordu. Ortadoğu ve Afrika ise temel mücadele alanına uzantı bölgeleriydi. SSCB’nin dağılmasıyla Avrasya’da askeri ve ekonomik rekabet zayıflamış olmasına ve Amerika, tek küresel güç haline gelmiş olmasına rağmen Avrasya’yı kontrol altına alamamıştır. Amerika, önceki yüzyılda olduğu gibi kıtasındaki kaynak yetersizliği nedeniyle merkez güç konumuna gelememektedir. Bu bağlamda Amerika ve Avrupa elbirliği ile Doğu’ya sarkmaya devam etmektedirler.  11 Eylül, beraberinde Ortadoğu’nun düzene sokulması, demokratikleştirilmesi gerekliliğini getiriyor, gelecekteki işgallerin meşru zeminini hazırlıyordu. Ortadoğu hedefe uzanan bir sıçrama tahtası olarak önem kazanıyordu. Ortadoğu sorunsalı dünya kamuoyuna, Saddam diktatörlüğünde ezilen Irak, Filistin’de yaşanan insanlık dramı, olarak lanse edilmekte, yazılı görsel medyanın önemli bir silah olarak kullanılıp psikolojik savaş taktikleri ile dikkatler bambaşka noktalara çekilerek, asıl amaç kolayca örtbas edilebilmektedir.[29]

“Halk unutmaz. İnsanlar dostları ve yakınlarının ölümlerini unutmazlar, işkenceyi ve aşağılanmayı unutmazlar, adaletsizliği unutmazlar, zulmü ve baskıyı unutmazlar, kudretli güçlerin terörizmini unutmazlar. İnsanlar unutmamakla kalmazlar, bir an gelir, aynı şiddetle cevap verirler.” İngiliz oyun yazarı,   Harold Pinter, 2002 yılında savaşı ve terörü tanımlarken böyle diyordu.

Temelde insan hareketlerinin, siyasal alanda ise devlet politikalarının asıl nedeninin ekonomik nedenler olduğu kesinlik kazanmış bir gerçekliktir. Bu bağlamda, devletler ekonomik çıkarlarını korumak ve iktidarlarının sürdürülebilirliliğini sağlamak amacıyla iç ve dış politikalarını belirler ve bunlara uygun adım atarlar. Ekonomi politikaları ise devletlerin bulundukları konjonktürel duruma göre değişim gösterir. Bu noktada toplumların üretim ve bölüşüm şekilleri o devletin politik ekonomi yaklaşımlarına bağlı olacaktır. Sanayi devrimi, kapitalist ekonomi biçiminin feodal ekonomi düzenine karşı kazandığı ilerici bir mücadelenin sonucudur. Kapitalist ekonomi biçimi ise özel mülkiyeti ön plana çıkaran, bir üretim biçimi olduğundan günümüzde yayılmacı siyasal politikalar izleyen devletlerin bireyin özelinde –burada bireyden kastedilen ulusüstü, uluslar arası  şirketlerdir-devlette toplumsallaşması ve bireyin ekonomik çıkarıyla devletin siyasal çıkarlarının örtüştüğü noktada dış politikalar belirlenmektedir. Ticari sermaye birikimini sağlayan batılı ülkeler sanayi devrimiyle birlikte ayağa kalkarken, Çin, Hindistan ve Osmanlı’nın önüne geçmeye başladılar ve bu  sayede de sömürgecilik faaliyetleri de hız kazandı. Bu noktada dikkat çekmek istediğim asıl sorun, azgelişmişliğin tarihi kapitalizmle birlikte başlıyordu.[30] Ne var ki azgelişmiş ülkeler, iktisatçıların dikkatini ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çekmiştir. Bu dönemin önemli özelliği yeni oluşan ulus devletlerdi ve bu devletlerin sanayileşme hamleleriydi. Söz konusu ülkelerdeki sanayileşme hareketleri, ileri kapitalist ülkelerin denetimi dışında olmamalıydı. Yine bu dönemde gerçekleştirilen bağımsızlık hareketlerinin özünde batıdan kopma eğilimi görülmekteydi. Bu hareketlerin yayılması ise kapitalist ekonomi sistemine vurulan bir darbe olacağı gibi hali hazırda var olan komünizm politik ekonomi  tehlikesinin de güçlenmesi demekti aynı zamanda. Bu dönemde kurulan “insancıl” amaçlı uluslar arası kuruluşların temelinde aslında bu kaygılar yatıyordu. Bu sayede yürütülen ekonomik yardım ve kalkınma reçeteleri ile bağımsızlık hareketleri kontrol altına alınabildi. Yeni kurulan ve kurulmaları teşvik edilen ülkelerdeki yönetim yapısını sağlamlaştırmak ve Batı’ya bağımlı hale getirmek ve halihazırda kurulmuş olan ancak dünya ekonomik ve siyasal konjonktürünün etkisiyle ekonomik olarak desteğe ihtiyaçları olduğu varsayılan ülkelere yönelik sürdürülen bu yardım ve kalkındırma politikalarını yürütebilmek için uluslar arası kuruluşlar kuruldu. IMF ve Dünya Bankası bu amaçlarla kurulmuş, azgelişmiş ülkelere kalkınma kredileri ve reçeteleri sunan kurumlar olarak ortaya çıktılar.  Bugün dünya ölçeğinde IMF’nin uyguladığı para politikaları ve kalkınma reçetelerine bağlı olarak, ülkeler ekonomik yükümlülük altına alınmakta ve giderek yoksullaşmaktadırlar. Dış borç açığı büyüyen ülkeler IMF ile yapmak zorunda kaldıkları stand by anlaşmaları kapsamına bağlı kalmak zorunluluğuyla, ulusal ekonomilerinde önerilen reformları uygulayarak, ulusal üretimleri de dışa bağımlı hale gelmektedir. Coğrafi keşiflerden bu yana sömürge ve yayılmacı politika izleyen batılı devletlerin dış siyasetlerinde günümüzde de bir değişim gözlenmemekte, ulusal ve çok uluslu şirketlerinin çıkarları ile ulus-devlet çıkarlarını gözeterek, stratejik bölgelerde,  yayılmacılığa devam etmektedirler. Ortadoğu, sahip olduğu enerji kaynakları ve Orta Asya coğrafyasına geçiş yolu üzerinde olması nedeniyle halen Batılı devletler için cazibesini korumaktadır.

Yeryüzünde ekonomik çıkarlar, insani duyguların üzerinde tutulduğu sürece de benzer senaryolar asla bitmeyecek gibi görünüyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında, iki yıl boyunca bir tavan arasında saklanarak yaşamak zorunda kalan yahudi bir ailenin on yaşındaki kızları Anne Frank, tuttuğu günlüğünde yaşadıklarını yazmış, ancak bu günlük, bir Yahudi kampında öldürüldükten sonra bulunmuştu. Anne Frank’ın günlüğü şu cümleyle bitiyordu. “Ben yine de insanların iyi olduklarına inanıyorum ve utanıyorum…”

 

Güler KALAY

guler.kalay@politikadergisi.com.


[1] Emre Öktem,  “Uluslar arası Hukukta Terörizm” İstanbul Ticaret Üniversitesi Dergisi

[2] www.tdk.gov.tr erişim tarihi: 27.04.2010

[3] Emre Öktem,  “Uluslar arası Hukukta Terörizm” İstanbul Ticaret Üniversitesi Dergisi

[4] Sadi Çaycı, “Düşük yoğunluklu Çatışma” Gazi Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, Ankara,1989

[5] Sicariiler; MS.66-73 Filistin: Tutucu din adamlarının çok iyi teşkilatlanmış bir dini mezhep olarak kutdukları oluşumdur. Kurbanlarına sica denilen küçük bir kılıçla saldırırdı. Kurban olarak Yahudileri, tefecileri ve kamu görevlilerini seçerek, arşivleri yok ederek, borçlardan feragat etmeyi sağlamışlardır. Haşhaşiler: 11-13.yy; İran’da oluşum gerçekleşmiş daha sonra Suriye’ye yayılmıştır. İlk liderleri hasan Sabbah’tır. Kurban olarak üst düzey memurları, valileri, halifeleri ve haçlı kralı Conrad’ı öldürmüşleridir. Jakobenler: Fransa, 1792-1795; Robes Pierre iktidarı demokratik bir temele oturtup muhaliflere karşı şiddet uygulamışlardır. (Oral Sander “Siyasi Tarih” Ankara,1998,s.148)

[6] Devrim Aydın, “Terör Eylemlerinin Siyasal Suç açısından değerlendirilmesi”, Uluslar arası Hukuk ve Politika, 2006, Cilt 2, No 7,s.20

[7] Mehmet Ali Bal,”Savaş Stratejilerinde Terör” İstanbul, 2005,  s.40

[8] Mehmet  Ali Bal, “Savaş Stratejilerinde Terör” İstanbul, 2005, s.41

[9] Hasan Tahsin Fendoğlu,“Uluslararası Belgelerde Terörizm”, s.4 http://www.hasantahsinfendoglu.com/akademik/makaleler/uluslar arası belgelerde terörizm  erişim tarihi: 19.04.2010

 

[10] Prof. Zeki Mesud Alsan, “1949 Cenevre Sözleşmeleri”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/248/2251.pdf erişim tarihi: 19.04.2010

[11] Aslan Gündüz, “Milletlerarası Hukuk Temel belgeler Örnek Kararlar”, Ankara,2009,s.32

[13] Aslan Gündüz

[14] Aslan Gündüz, “Milletlerarası Hukuk Temel Belgeler Örnek Kararlar”, Ankara,2009, s. http://www.tohav.org.tr erişim tarihi: 19.04.2010

[15] Hess Henner, ‘Like Zealots and Romans: Terrorism and Empire in the 21st Century’; Crime, Law & Social Change, N. 39, 2003, s. 339. D. Aydın

 

[16] Steven Best, Anthony J. Nocella, “Terörizmi Tanımlamak”, 2006, s.2, http://www.biirkimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=152 erişim  tarihi: 17.04.2010

[17] Steven Best, Anthony J. Nocella, “Terörizmi Tanımlamak”, 2006, s.4 http://www.biirkimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=152 erişim  tarihi: 17.04.2010

 

[18] Sadi Çaycı, “Düşük Yoğunluklu Çatışma”, Ankara, 1989, s. 9

[19] Barış Gürsoy, “ Soğuk savaştan günümüze Asimetrik tehdit”  İstanbul, 2005, s. 100

[20] Sadi Çaycı, “Düşük yoğunluklu çatışma”, Ankara, 1989, s. 13

[21] Didem Yaman, “NATO’nun Yeni Görevi: Terörizmle Mücadele ve Bu eksende Atılan Adımlar”, Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 2 No :7, s. 43

[22] Sertaç Songun, “Uyuşturucu Madde Kaçakçılığı ve Alternatif Çözüm Önerileri”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Muğla 2002, s.105-106

[23] Barış Gürsoy, “Soğuk Savaş’tan Günümüze Asimetrik Tehdit”, İstanbul, 2005, s.111

[24] Halil Seyidoğlu, “ Uluslar arası İktisat, Teori Politika ve Uygulama”, İstanbul, 2003, s. 581

[25] Ahmet Tarık Miman, “Küreselleşmenin Orlusu: Ekonoik İstihbarat”, İstanbul,2007, s. 90-91

[26] Ahmet Tarık Miman, “Küreselleşmenin Ordusu: Ekonoik İstihbarat”, İstanbul,2007, s. 88

[27] Uğur Mumcu, “Kürt Dosyası” , 1996, s.8

[28] Tuncer Topur, “Dipsiz Kuyu Ortadoğu ve Türkiye”, IQ yay. İstanbul, 2005, s.324

[29] Türel Yılmaz, “Uluslar arası Politikada Ortadoğu Birinci Dünya Savaşından 2000’e”, Akçağ yay., Ankara, 2004, s.20

[30] Fikret Başkaya, “Azgelişmişliğin Sürekliliği”, İmge yay.1995, s.25

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.