Savaşmanın Dayanılmaz Cazibesi

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Sosyolog Hakan Yavuz
Yazının Yazıldığı Tarih: 
11 Şubat 2010

Savaşçıların silahlı çatışmayı, siperdeki gerilimli bekleyişe tercih ettikleri bilinir. Kahreden bir bekleyiş… Gergin anlar… İlk hamlenin riski… Savunma planlarının bilinmezliğinden kaynaklanan korku…

Türkiye’nin yaşadığı bütün gerilimler, siperlerdeki bu ruh halinden kaynaklanıyor.

Genelkurmay Başkanı içinde bulunduğumuz durumu, “TSK asimetrik psikolojik saldırıyla, karşı karşıya” sözleriyle özetliyorsa, bir savaş olmadığını söylemek mümkün mü? Savaşın tarzı ve niteliğini tanımlamak ise, ayrı bir konu.

Savaş varsa, fakat silahlı çatışma yaşanmıyorsa, oynanan henüz; “siperdeki bekleyiş” sahnesidir. Bu sahnenin uzamasıyla yapılmak istenen, karşı siperdekileri, muhakeme, sabır ve dayanma güçlerini yok ederek yanlış bir hamleye sevk etmektir.

Amerika ve yandaşlarıyla, TSK arasında cereyan eden her olay bu kapsamda düşünülmelidir. “Darbe senaryoları” başlıklı kampanyaların, TSK’yı darbeye kışkırtma amacıyla hazırlandığı anlaşılmıştır. TSK’nın 12 Mart ve 12 Eylül gibi ceberut devlet çizgisine çekilememesi, Amerika ve yandaşlarının hesaplarını bozmaktadır. Amerika ve yandaşları, TSK’yı hata yapmaya zorlamaktadır.

Tayyip Erdoğan’ın, eşinin türbanla GATA’ya girememesi üzerinden yaptığı salvo atışına ve Genelkurmay Başkanının “keşke yaşanmasaydı” şeklindeki cevabına, bu çerçeveden bakmak yararlı olacaktır. Erdoğan TSK’yı tekrardan türban etrafında cereyan eden bir tartışmaya çekmek istemiş; ancak Başbuğ, kamuoyunda hak ettiği gibi algılanamayan ince bir üslupla, salvoyu salmıştır.

Amerika’nın Irak’tan çekilme takvimi ve Kuzey Irak’taki hedefleri açısından zaman daralmaktadır. TSK izlediği çizgiyi, “zamanı yönetme becerisi” kuralıyla sürdürmektedir.

Kılıçlar çoktan çekilmiş, namlular çevrilmiştir. Daralan zaman Amerika ve yandaşlarının aleyhine işlemektedir.

Türkiye cephesi savunma konumundadır. Amerika ve yandaşlarının cephesi saldırmak zorundadır. Ancak bundan sonra yapacakları ilk hata; yarılma, dağılma ve yenilme süreçlerini başlatacaktır.

Türkiye cephesinde ise, uzun süreli “siperdeki bekleyiş” nedeniyle, korku, güvensizlik, huzursuzluk, istemsizlik gibi hisleri ortaya çıkaran bir toplumsal depresyon hali görüyoruz. Tıpkı bireysel klinik tanılarda olduğu gibi, bugünkü toplum psikolojisinin de tedavisi mümkün. Ancak bu tedaviyi bugünkü yıpranmış devlet erkinden beklemek saflık olur.

Çözüm yine halkın kendinde…

O halde:

“… dayan kitap ile / dayan iş ile / tırnak ile, diş ile /

umut ile, sevda ile, düş ile / dayan rüsva etme beni!”

(Ahmed Arif, Öyle Yıkma)

 

Hakan YAVUZ (Sosyolog)

iletisim@PolitikaDergisi.com

 

Yorumlar

YARI DOĞRUDAN DEMOKRASİ UYGULAMALARININ VE SENATONUN GEREKLİLİĞİ

YARI DOĞRUDAN DEMOKRASİ UYGULAMALI SİSTEME GEÇMEK FARZ OLMUŞTUR.

Ülkemiz uzun yıllar askerin vesayeti altında yaşamıştır. O dönemlerde genel beklenti demokrasiye, sivil vesayete geçme arzusu idi.
Sivil iktidarlar dönemlerinde ise; koalisyonlar genellikle istikrarsızlığı davet eder ve koalisyon dönemlerinde tek parti yönetimlerini özleriz. Ancak, tepeden tırnağa demokrasiyi genlerine indirememiş ülkemizde tek parti iktidarı dönemlerinde de sivil vesayet arayışı başlar. Güçlü iktidar dönemleri hep bu arayışın peşinden koşmuştur. Ülkemizde uygulanan demokrasi sisteminde; yürütme, yasama ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız hareket etmesi gerekir. Böylece, mutlak çoğunluğu ele geçirenin sivil vesayetini önleyecek temel garantör denetleme ve dengeleme görevini oluşur.
Ancak, ülkemizde parlamenter demokrasi en azından şeklen var olduğu için, seçimi tek başına Hükümet'i kurabilecek güçte kazanan parti genellikle yasamaya da hakim olur. Bu durum hemen hemen tüm tek parti iktidarı dönemlerinde yaşanır. Ülkemizde tek parti dönemlerinde yasamanın yürütmeden bağımsızlığını tartışmak abestir.

Tek parti yönetimleri yargıyı ele geçirme noktasına geldiklerinde ise zorlanma başlar. İçinde bulunduğumuz dönemde yasama ile yargının çekişmesi şahikasına çıkmıştır. Bu durum toplum içinde mağdurlar yaratmıştır. Örneğin Çek Mağdurları diye tanımladığımız mağdurlar. Bu mağdurluğun sebebi Çek Yasasının yeni Türk Ceza Yasasına uyarlanmaması, bir başka deyişle ceza yasasının 1. maddesi ile 75. maddesi arasındaki sanık lehine olan maddelerin çek yasası içinde yer almamasıdır. Bunlardan en önemlisi suçu tanımlayan 21. maddedir. Bu madde suçun işlenmesini kasta bağlar. 31.12. 2008 tarihi bu uyarlamanın yapılması için son miat idi. Ancak yeni bir yasa yapılmadı.

1.1.2009 İTİBARİ İLE DE ÇEK MAĞDURLUĞU TOPLUMSAL SORUN HALİNE GELDİ.

Bu tarihten itibaren mağdurluk SİSTEM MAĞDURLUĞU na dönüştü. Zira bu tarihten itibaren yapılan yargılamalarda bazı yerel mahkemeler sanık lehine karalar verip en azından yürütmeyi durdururken, bir çok mahkeme suskun kaldı. Bu durum YARGIDA EŞİTLİK PRENSİBİNE KARŞI idi. Hükümet yargıya baskı yaparak bu türlü kararların önüne geçti. Oysa Yargıtay Başkanı da hükümete önerilerde bulunmuştu. Bu öneri özetle; ülkemizde teamül halini almış İLERİ TARİHLİ ÇEK UYGULAMASINA ya son verilsin, yasaklansın ya da bu şekil uygulamada karşılıksız kalmış çek suç olmaktan çıkarılsın şeklindeydi. Mağdurlar; "yargı bağımsızlığı" olmayan ülkemizde, bu yüzden çekişme içinde olan yüksek yargı ile hükümetin, AKP nin kapatma davasından itibaren başlayan çekişmesinin ve bu yüzden beklenen "yargı reformunun" mağduru oldu.

BANKALAR ADİL BİR ÇEK YASASI YAPILMASININ ÖNÜNDE ENGEL TEŞKİL ETTİ.

Ülkemiz kötü yönetilen koalisyon dönemlerinden itibaren büyük dış borcu altında kaldı. Bu borç yükünden dolayı dışa bağımlılık arttı. Cari açık çoğaldı. Bu durumda vergiler başta olmak üzere ya devlet gelirini artıracak şekilde hareket edilecek yada borç borçla ödenecekti. Hükümet uzun dönemlerde IMF ye boyun eğmeye, verilen az borç yüzünden karşı çıktı. Bunun yerine iç borçlanmaya gitti. Bunun içinde faizleri düşürmeye başladı. Bu olağanüstü durumda bankaların tek müşterisi olması şarttı. Mali disiplin politikası altında yapılan uygulamalar başta sanayiciyi, işadamlarını zora soktu. Zira bankalar düşük faizle ve yüksek riskle kredi veremez durumdaydı. Garantili tek müşterisi devletti. Bankaların bu durum işine geldi. Çünkü ekonomimizi fonlayacaklardı. Bankaların çoğunluğu dış sermayeye satılmıştı. Hukuki mevzuat da bu hale elverişliydi.

BÜTÜN BUNLAR DEVLET POLİTİKASI OLMADIĞI İÇİN.

Maallesef yukarda bahsettiğim demokrasi sistemimiz, ya da başka deyimle 1982 Anayasası deevlet yürütme sistemi, DEVLET POLİTİKASI oluşmasının önüne geçmiştir. Parti politikaları devlet politikası yerine gösterilmiştir. Dolayısıyla politikada süreklilik olmamıştır. Partilerin politika ve vizyonlarının olmaması, gün geçirmek adına yapılan kısır çekişmeler bizi daha da borçlandırmış ve dışa bağımlı yapmıştır.
AKP nin son günlerdeki çıkışı, kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı olarak tüm devlet yönetimini ele geçirme gayreti bazı kişilere SENATO fikrini çağrıştırmıştır. Bunları gerkceleri;
"Yıllardır iktidar ile muhalefet partilerinin üzerinde uzlaşma sağlamadıkları yasalar çıkarılıyor, sonra muhalefet partileri Anayasa Mahkemesine ya da duruma göre Danıştay’a dava açıyor, çoğu yasalar iptal ediliyor v.s v.s .. Bu duruma bakıp demokrasinin rahat işlediği tanımlamasını yapabilir miyiz?
Bu ve buna benzer birçok olay Türk Demokrasisinin artık tek meclisli sistemle yetinemeyeceğini, TBMM’nin onayladığı yasaların bir üst meclis olarak görev yapacak Senato ya da diğer isimli bir üst mecliste hükümet ve muhalefet Millet Vekilleri dışında seçilmişlerce incelenerek denetime alınması gerekliliğini ortaya çıkardı. Görülüyor ki Batılı demokrasilerin kullandığı iki meclisli sistem artık Türkiye için de ihtiyaçtır.
İki meclisli sistemde tek parti hükümetinin mecliste Millet Vekili çoğunluğuna dayanarak rahatlıkla onaylatacağı yasalar, denetlenmek üzere bir üst meclis olan Senato'ya, senatörler tarafından denetlenmeye gidecektir. Bu denetleme sonucu meclisin onayladığı bazı yasalar yürürlüğe girerken, bazı diğerleri düzeltilmesi ya da iptali için meclise geri gönderilecektir. İkinci meclisin görevi ve faydası, mecliste çoğunluğu ele geçiren tek parti iktidarının, bu çoğunluğa dayanarak tek parti hükümranlığını önleyecek olmasıdır. İkinci meclis hayata geçirilebilirse meclisteki kavgalar bitecek, tüm ülke vatandaşlarının temsil edilebildiği sistemde hayata geçirilecek olan yasalar üzerinde bütün toplumun tereddütsüz olarak uzlaşabilmesi sağlanacaktır."

Demokrasilerin olmazsa olmazlarından olan seçmen bana göre asla edilgen yapıda tutulmamalıdır. Seçmen etken olarak demokrasiye tamamen katılmalı ve ülke yönetimi üzerinde rol oynamalıdır.
YARI DOĞRUDAN DEMOKRASİ
Halkın temsilcilerinin yanı sıra, bazı konularda halkoyuna da başvurulmasını öngören bir sistemdir. Halk üç şekilde egemenliğin kullanılmasına katılabilir:Referandum (halkoyuna başvurma), halkın vetosu ve halkın kanun teklifi. Referandum, yasama organının yaptığı bir yasayı halkın evet ya da hayır şeklinde oylamasıdır. Halkın vetosu ise referandum yapılması için halkın girişimde bulunmasıdır. Halkın isteğiyle yapılan oylama sonucu yasa ya kabul edilecek ya da reddedilecektir. Yarıdoğrudan demokrasilerde halka kanun teklif etme yetkisi de tanınmıştır. Ülkemizde sadece Anayasa değişikliklerinde, TBMM üyelerinin beşte üçü ile veya üçte ikisinden az çoğunlukla kabul edilen Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunulması zorunludur. Bunun üzerinde bir çoğunlukla yapılan Anayasa değişikliğini halkoyuna sunmak Cumhurbaşkanının takdirine bırakılmıştır.
Yarıdoğrudan demokrasi, halka yönetime daha etkili katılma imkanı tanıdığı için özgürlükler lehine bir avantaj sağlamaktadır. Ayrıca, halkın temel sorunlarda karar vermesi, yönetenlerin politikaları ile kamuoyu arasındaki uyumsuzluk ya da anlaşmazlıkları ortadan kaldıracaktır. Bu yararlı yönlerine karşılık, halkın oylamaya sunulan önemli ve karmaşık konuları değerlendirebilmedeki yeteneksizliği; genellikle evet- hayır şeklinde yapılan halk oylamalarında ayrıntıların gözden kaçabilmesi ve nihayet sık sık halk oylamasına başvurulmasının egemenliğin kullanılmasında isteksizlik, ilgisizlik , çekimserlik yaratması, yarıdoğrudan demokrasinin önemli sakıncaları arasındadır.
E- DEVLET SİSTEMİ VE HIZLI BİLGİYE ERİŞİMLE bu sakıncalar yok edilebilir.
Sivil Toplum Örgütleri niçindir? Halkı bilinçlendirmek için değil mi? belli sürelerde pekala bilinçlenme temin edilir.

Sizce halkın veya halktan bir gurubun yasa teklif etmesi ve bu yasanın tartışılarak kabul edilmesi fikri ÜTOPİK midir.

Burhan İŞCAN

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.