Okuma-Yazma Notları (II)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Referans İçerik: 
Okuma-Yazma Notları (I)

YENİ ANAYASA yapımı, ülkemizde büyük bir ümitle beklenmekte. Aslına bakılırsa, sanki “yeni bir anayasanın” yazımı, memleketimizdeki tüm marazaları silip-süpürecek intibası uyandırılmakta.

Pekâlâ, yeni bir anayasa yazılsın/yapılsın...


Önemli olan, “anayasa” yapımının metodu!

Çoğulculuk ile mi kotarılacak...

Veya koşullar gereği, çoğulculuk oluşturulamazsa,

Dayatma bir anayasa mı yapılmış olacak?...

Bilmiyorum, acaba halkımızın ne kadarı takip edebildi, yeni anayasa için “ABANT TOPLANTISINI”...

Gerçi, köşeyazarları, kendi köşelerinden bu hususa değindiler.

Sayın NAZLI ILICAK hanımefendi de, tarihini hatırlayamadığım bir makalesinde/köşeyazısında(köşeyazısının küpürünü kesmişim ama tarihini not almayı unutmuşum), kendince önemli gördüğü hususları, okuyucularıyla paylaşmıştı.

Tartışma başlıkları:

“Vatandaşlık ve kimlikler”

“Ana dilde eğitim”

“Üniter devlet-özerklik dengesinde yerel yönetimler”

“Yeni anayasada cumhurbaşkanı”

“İnanç özgürlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı, din dersleri”

Başlıkları altında toplanmış...

***

Ana dil başlığı altında aşağıdaki görüşler serdedilmiş:

“Ana dil eğitimi, asimilasyonu engelleyen bir öge. Çok sayıda ülkenin birden fazla resmi dili var. Resmi dil derken, vatandaşların kamu kurumlarıyla ilişkilerinde kullandığı dil kastediliyor. Sözgelimi bir Kürt kökenli vatandaş, elektrik idaresine gittiğinde de Kürtçe cevap alabilmeli, mahkemelerde, hiçbir kısıtlama olmadan ana diliyle meramını anlatmalı. (. . .) Resmi dilin Türkçe olması birleştirici, bütünleştirici, kaynaştırıcı bir işlev görür. (. . .) Belçika’da bölünme, büyük ölçüde dil çatışmasından kaynaklandı. Ortak kültür dili, resmi dil, Türkçe olabilir. Ama bu ortak dil, ana dilde eğitimin engellenmesine gerekçe yapılmamalı. (. . .) Anayasalar zamanın ruhunu yansıtır. Bu yüzden 1982 Anayasası güvenlik endeksli ve savunmacı bir metindir. Bugün özgürlüklerden yana bir hava esiyor. O zaman, zamanın ruhunu kaçırmadan bir anayasa hazırlayalım.”

YERİNDEN YÖNETİM başlığında, Sayın ILICAK’IN yazısından şu bölümü paylaşmak istiyorum:

“İtalya üniter bir devlettir ama, yasama yetkisini, AB mevzuatına aykırı olmamak kaydıyla, bölge ve il yönetimleri kullanabilir. Hangi konuda merkezin ya da bölge ve il yönetimlerinin yetkili olacağı yasayla belirlenmiştir.”

***

ANA DİLDE EĞİTİM konusu, çok fazla tartışılıyor. Tabii ki, bir kişinin kendi özünü oluşturan dilini bilmesi, dilinin ayrıcalığıyla gazete, kitap okuması, müzik dinlemesi, televizyon izlemesi, en doğal insan hakları gereklerindendir. Fakat, her şeyden önce, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, üniter ve ulus devlettir. Atatürk’ün, belki de ülkemizi inşa ederken en çok dikkat ettiği, titizlendiği husus, farklılıkların tek çatı altında “homojen millet” potasında kardeşçe yaşayabilmeleridir. Pekâlâ buradan, yani MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ülkemiz sınırlarında yaşayanları, tek bir vücut hâline getirecek inkılâpları yaşama geçirmesini, farklılıkların yok edilmesi, asimilasyon, yok efendim, ötekileştirme veya yabancılaştırma biçiminde yorumlayabilecekler vardır/olasıdır; ve onları bu hastalıklı ve saplantılı düşünceleriyle “baş başa” bırakmaktan başka yapacak bir şey de yoktur.

Kanımca, “Anadil” ve “Eğitim” gibi başlıklar, kesinlikle “siyasi ihtiraslara ve geçici dünya ikballerine” kurban edilmemelidir. Ve, yine toplumumuzun çok fazla hassas olduğu bu konu başlıkları dejenere edilerek, siyasi iktidarların seçmen kitleleri üzerinden yeni yeni oy toplaması yolunu da açmamalıdır.

Türkiye’de “resmi dil”, TÜRKÇE'DİR...

Sanırım, yeni anayasada da bu durum, çok fazla yıpratılmadan korunur ve huzursuzluk malzemesi yapılmaz. Yine pekâlâ, herkesin kendi dilini öğrenmesi ve geliştirmesi, dilinin doğrultusunda neşriyat neşretmesi, engellenmemelidir. Yerel yaşamın gerekleri ekseninde, Kürk kökenli yurttaşlarımızın, kanunların elvermesi veya öngörmesi ya da uygun ve tartışma yaratmayacak bir kanun ihdas edilmesiyle, mahalli makamlardan kendi diline uygun hizmet almasının önünün açılması, “tartışılabilir ve düşünülebilir”.

Yerel yönetim ve yeniden organizasyonları hususu da, tartışma yaratmaya adaydır.

Otonomluk veya özerklik...

Yerel idarelerin hareket alanlarının arttırılması...

Bunlar, gerçekten de çok iyi irdelenmeli... Hem iç, hem de dış konjonktürün rüzgârına göre değil de... Kesin kes, istişare edilerek gerçekleştirilmelidir. Görüneceği gibi... Ülkemizde... “Ben yaptım, oldu” düsturu... “Pek fazla” benimsenmemekte ve içselleştirilememektedir. Diyalog kapıları açık tutularak ve her an ikili ilişkilerin devreye sokulacağı intibasının oluşturulmasıyla, ülkemizde senelerdir sorun bagajında yer alan başlıklar, bir hâl yoluna sokulabilir... Burada esas sorumluluk, AK Parti'nindir.

***

“CHP'nin bir özelliği var, CHP inançlara saygılı, bütün dinlere saygılı bir partidir. CHP, Türkiye'de imam hatip mekteplerini, ilahiyat fakültelerini açan, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kuran bir partidir. CHP, dine saygılı bir partidir, CHP dini inançları siyasette kullanmayan bir partidir. CHP, her inanca saygılı bir partidir. CHP müminlere ve dindarlara saygılı bir partidir. Her müminin her dindarın başımızın üzerinde yeri var. CHP'nin karşı çıktığı kindarlar ve münafıklardır. Kindarlara ve münafıklara CHP'nin çatısı altında yer yoktur. Sen kindarsın, sen münafıksın. Kindar olan insan mümin olamaz. Kindar olan insan mütedeyyin, dindar olamaz. Kin tutmayız biz, kine düşmanız biz. Yunus'un, Mevlana'nın sevgisiyle yoğrulduk biz.”

Yukarıdaki açıklamalar, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Kemal Kılçıdaroğlu’na aittir. Yazı yazdığım süreler boyunca ve yaptığım okumalar esnasında, anlayamadığım husus, neden CHP’sinin kendisini “din” konusunda anlatılar yapmaya mecbur bırakmasıdır?                                                             Şöyle bir durumla karşı karşıyayız...

 CHP’si, sanki “din düşmanı”...                                                                            CHP’si, sanki “dindarlardan” hazetmiyor(!)                                                CHP’si, sanki toplumun dinini gereği gibi yaşamasına ve öğrenmesine karşı, toplumu seküleştirmeye çabalıyor ve daha birçok başlık...

Neden, bu yönde eleştirilmekte CHP’si? Evet, sürekli CHP’si din hususundaki bakış açısını berrak duruma getirmek için, “ben/CHP . . . . . saygılıdır/partidir/açtık” tarzında ikrarlarda bulunmak zorunda bırakılıyor. Evet, bence de “bırakılıyor”... Sanırım, yıllardan gelen bir durum, aslı astarı olmadan CHP’sinin “din düşmanıymış, dindarlara karşıymış gibi gösterilmeleri”, din üzerinden siyaset yapanlara, “mükemmel fırsatlar” sunmakta, Cumhuriyet Halk Partisini eleştirmek veya sindirmek adına!

SİYASETÇİLER, dini alana sokulmasalar, insanların dinleriyle olan bağlarında; onlarla YARADAN arasına girmeseler, zaten ülkemizde dinin siyasete alet olması durumu da olmayacaktır, diye düşünmekteyim. Politikacılar, dönem dönem ülkemizin iç konjonktürel durumuna bakarak, siyasal hareketlerini dinî alana angaje ederek, vatandaşların oylarını, kendi taraflarına çekme durumuna yönelmişlerdir.

Tabii ki, siyasetin farklı eksenlerine konumlanan siyasi partiler, kendi hayat felsefelerine göre ve siyasî ideolojilerine göre, insanlarımızın en kutsal duyguları olan din duygularını istismar etmişlerdir.

Bu doğal akışa göre, biri, diğerini toplumun ahlâki ve dinî değerlerine saygı duymamakla itham etmiştir; bir diğeri de ötekini, halkımızın kutsal değerlerini, sırf siyaseten daha fazla yükselmek adına sömürmekle itham etmiştir.

Aslında olması gereken... Siyaset kurumunun ve siyasetçilerin, varlık nedenlerinin dışına çıkmadan, siyaset üretmeleridir. Siyaset kurumu ve onun aktörleri, halkımızın muzdarip olduğu sorunları çözmekle yükümlüdür. Sorun çözmeyen bir siyaset, neden siyaset yapmaya adaydır?                                                                               O vakit, denecek söz:                                                                                           “Gölge etme fazla ihsan istemem!...”

***

RADİKAL İKİ gazetesinin (01.04.2012) nüshasında, Sayın TARIK ZİYA EKİNCİ’NİN, “Demokrasi ve Milli İrade” makalesinin şu satırları dikkat çekilmeye değerdi:

“(...) Sosyolojik açıdan toplumları oluşturan sınıf ve katmanların her birinin dünya görüşü ve sınıfsal çıkarları farklıdır. Sosyal ve siyasal sorunlara yaklaşımları karşıttır. Demokrasiden beklentileri de özdeş değildir. Örneğin çalışanlar, toplu sözleşmeli grevli özgür sendikacılığı savunurken, işverenler örgütsüz ya da esnek bir çalışma düzeni yeğler. İşçi ve emekçiler sosyal hakların genişletilmesini, egemen sınıflar da sınırlı tutulmasını talep eder. Düşünce, anlatım, inanç ve örgütlenme özgürlüğü aydın ve emekçilerin öncelikli istemidir. Egemen güçler ise bu hak ve özgürlüklerin sınırlı tutulması için çabalar. Keza egemen güçler milliyetçiliği yücelterek homojen bir toplum oluşturma yanlısıdır. Aydınlar ve çalışanlar ise şovenizme karşıdır ve eşit haklı vatandaşlığı savunur. Bu karşıtlığı yaşamın her alanında görmek mümkün. Sağlığın ve eğitimin parasız olması çalışanların, paralı olması da egemenlerin tercihidir. Aydınlar ve çalışanlar bağımsız, tarafsız ve adil bir yargıyı, egemen güçler ise sermayenin çıkarlarını koruyan bir adalet sistemini yeğlerler. Çalışanlarla aydınlar barıştan ve silahsızlanmadan, sermayeci güç odakları ise açık ya da dolaylı olarak silahlanmadan ve gerginlik politikasından yanadır. Aydın ve emekçiler devletin bir hizmet örgütü olmasını, sermayeci güçler ise devletin hizmet alanından çekilmesini, bir baskı aracı olarak kalmasını isterler. (...)”

***

Seneler devir-daim eder...

Bir gün iktidarda olan, güç olan, otorite olan gider, bir diğeri gelir. Pekâlâ, yeni gelenler de kendi nizamlarını oturturlar, devlet işleyişine. Güç, otorite ve milli irade/egemenlik çevresinde de, yeni bir “çıkar çevresi” çöreklenir. İstanbul Sermayesi, dünün kudretli bürokrat-yargı iktidarlarında, “milli egemenliğin” en önemli “çıkar çevresi”idi. Kurdukları bürokrat-yargı-askeri vesayet ayağıyla, seçilmiş iktidarların/hükümetlerin üzerinde âdeta “gölge hükümet” intibası yaratarak, çıkarları doğrultusunda “politikaların” belirlenmesinde etkili olurlardı.

Her dönem...

Her devran...

Kendi “güç-otorite ve düzenini” tesis ediyor... Artık bir “Anadolu Sermayesi” var. Geçmişe göre, daha farklı bir siyasi “koalisyon” ya da birliktelikten bahsedilmekte... Şimdilerde moda olan, “Hizmetle” ve “Anadolu Sermayesiyle/Kaplanlarıyla” AK Parti arasında bir işbirliğinden bahsedilmekte.

Burada önemli olan...

Devranlar dönüp geçip gittiğinde, yenilenen işbirlikleri değil!

Bunların ne kadar “milli” ve “egemen” olduğudur.

Bunların ne kadar tüm toplumu kucakladığıdır!

Ya da ne kadar, toplumsalcı olduğudur, ya da ne kadar sermayeci olduğudur?

Çok kafa karıştırmadan baktığımızda söylenecek, devranın, Ak Parti ve koalisyon ortaklarının devranı olduğudur.

 

Erhan SALMAN

iletisim@politikadergisi.com

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.