Küreselleşme, Azınlıklar ve Terör

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Erhan ATAGÜL

Uluslararası siyasetin, belirli tarihsel dönüm noktaları üzerinden yorumlanması hem gerekliliktendir hem de bir çeşit zorunluluktan. Bu tarihsel dönüm noktaları nitel değişimler yaratan hadiselerdir ve kendilerini yaratan öncüller var olduğu gibi bizzat kendileri de ‘sonraki dünyanın’ anlaşılması ve yorumlanabilmesi için anahtar konumundadırlar.

Bu açıdan Fransız ihtilali, sanayi devrimi, Bolşevik ihtilali, büyük buhran, ikinci dünya savaşı ve Sovyetler Birliği’nin dağılması gibi nitel dönüşümlere sebep olmuş belli başlı olaylar, uluslararası ilişkiler açısından tarihsel dönüm noktalarıdır ve uluslararası ilişkiler teorilerinde zemin katı oluştururlar;örneğin son yirmi yılda hiçbir siyaset bilimi ya da uluslararası ilişkiler teorisi yoktur ki Sovyetler Birliği’nin dağılmasına atıfta bulunmasın. Bunun gibi, 11 Eylül’de gerçekleştirilen terör saldırıları da ‘küresel’ dünyanın tarihsel dönüm noktasıydı. Bu bakımdan, yazının amacı, geçtiğimiz günlerde 10. yılını geride bıraktığımız 11 Eylül’ün (bundan sonra kısaca 9/11) küreselleşen dünyada azınlıklar ve terörizm üzerine etkilerini Arjun Appadurai’nin tezleri ışığında yorumlamaya çalışmaktır. Bunu yaparken de hem azınlık meselesini hem de küresel terör meselesini ayrı ayrı işleyip yazının sonuna doğru birbirlerine ne şekilde bağlandıklarını tartışmak gerek. Özünde cevabını aradığım soru şudur; açık pazarların, mali sermayenin serbest hareketinin ve anayasal yönetim, iyi yönetişim ve insan haklarının aktif yayılımı gibi liberal fikirlerin küresel icazete sahip olduğu on yılda neden bir yandan mebzul miktarda etnik temizlik örneği, diğer yandan da sivilleri hedef alan aşırı siyasal şiddet biçimleri (bir taktik olarak terörizmin hakkaniyetli bir tanımıdır bu) ortaya çıkmıştır? 1

ULUS DEVLET–ULUSAL ETNOS ve EKSİKLİK–BELİRSİZLİK

Ulusal etnos fikri en zararsız biçimiyle bir ‘saf’lık talebidir ki bu haliyle bile zararsız diye nitelendirmek için fazla iyi niyetli olmak gerekir. Kavramı tehlikeli hale getiren asıl şey onun, ulus devlet fikrinin altında yatan bir çeşit bilinçaltı neden olması. Ne kadar demokratik, çokkültürlü ve yumuşak söylemli olursa olsun ya da her ne kadar öyle görünürse görünsün, ulusal etnos idealinden bağışık bir ulus devlet söz konusu değildir. Bu açıdan, ulusal etnos temelli ulus devlet fikri bir ‘bütünlük’ projesidir. Bu bütünlük ulus sınırları içerisinde birliği/tekliği ifade eder. Yani ‘kendine benzerlik’ ve ‘tanışıklık’; bilinmeyenin, yabancının olmadığı verili bir alan demektir ki bu alan da kişiyi ‘biz’ olgusuna bağlayarak ‘güvenli bir dünya’da yaşadığı hissine kapılmasını sağlar. Bir bakıma da öyledir çünkü ulusal sınırlar ifadesinden anlayacağımız şey yalnız coğrafi sınırlardan ibaret değildir nihayetinde; bu sınırlar, aynı zamanda, kendine benzemeyenlerin sınırıdır, kendi hukukunun sınırıdır, bilinmeyene karşı bilinen dünyanın sınırıdır. Ulus devletin coğrafi çizgileri, ulusal etnosun saflık alanıdır ve söz konusu sınırların ihlali bu saflığın ‘kirletilmesinden’ başka bir anlam ifade etmemektedir; ulus devletin yıkıcı gücü de tam olarak bu ‘kirleniş’ sonrası ortaya çıkar.

Kirleniş, ulus devlet içinde psikolojik açıdan iki temel olgu meydana getirir; eksiklik endişesi ve toplumsal belirsizlik hissi. Eksiklik endişesi ulusal etnosun saflık projesinin fiili başarısızlığından kaynaklanır. Yani, herhangi bir ulus devlet ortaya çıkar ve adını da o ulusun (ya da kanın) adı olarak belirler (örn. Türk, Alman, Fransız vb.) fakat ulusal sınırlar içerisinde yaşayan herkesin aslında o ulusa ait olmadığı da çok geçmeden anlaşılır, bu durumda o ulusa ait olmayan azınlıkta kalan kısım, ulusal etnosa ulaşma önündeki engel olarak belirir. Dolayısıyla azınlık denen kitle bir başka açıdan bakıldığında çoğunluk denen kitlenin saflığa ulaşmasında eksik kalan kısımdır. Şurası açık ki rahatsız edici olan şey ‘azınlık’ ifadesi değildir, bu sadece bir görünümdür asıl sorun ‘farklılık’tır. Kolayca anlaşılacağı gibi eksiklik endişesi soykırıma, tecride ve zorunlu göçe giden yolda temel dayanak noktası olabilir.

Toplumsal belirsizlik hissinin eksiklik endişesinden doğduğunu ya da en iyi ihtimalle onunla el ele gittiğini söylemek yanlış olmaz. Yukarıda söylediğim gibi, ulusal sınırlar içerisinde saflık ya da popüler deyim ile homojen yapı bozulmuşsa bu zorunlu olarak bir belirsizlik hissine yol açar. Gerilim senaryolarının vazgeçilmez unsurunu hatırlamak gerek: içeride bir katil vardır ve bunu sahnenin içindeki herkes bilir fakat belirsiz olan katilin kim olduğudur, işte gerilimi yaratan da tam olarak budur. Katil, ‘diğerleri’ için farklı olandır ve o aramızdadır ancak kim olduğu belli değildir. Ulusal sınırlar içinde toplumsal belirsizliğin yarattığı psikolojik iklim de bir bakıma böyle bir şeydir. Ulusal etnosu kirleten bir takım unsurlar vardır, peki ama kimdir onlar? Komşumuz, iş arkadaşımız ya da okulda çocuğumuza öğretmenlik yapan kişi… Bu belirsizliğin yarattığı kestirilemezlik, ulusal etnosun yaratacağı güvenliği parçalar ve onun yerine tekinsiz bir coğrafya doğurur. Bu belirsizliğin küresel çağda toplum içinde nasıl marazi yanlar oraya çıkardığını daha sonraya bırakalım. Çünkü, eksiklik de belirsizlik de azınlığa tıpkı bir gölge gibi uzaktan, yalnızca çoğunluk fikrinden baktığımızda ortaya çıkan kavramlardır. Bu sebeple meselenin diğer tarafına da yakından bakmak gerekir.

AZINLIKLAR,FARKLILIKLAR,ÖTEKİLER

Azınlık konusu nispeten yeni bir konudur. Onyedinci yüzyıldan itibaren yaratılmış olan istatistik, nüfus sayımı, nüfus haritaları ve diğer devlet araçlarının hâkim olduğu modern bir dünyanın ürünüdür. Azınlıkların ve çoğunlukların ortaya çıkışı esasen onsekizinci yüzyılın demokratik devrimlerinden etkilenen yerlerde sayı, temsil ve oy kullanma hakkı fikirlerinin gelişim sürecine tekabül eder.2 modern dünyanın yarattığı bu olgu, aynı zamanda, onun hesaplaşması gereken en büyük vaka olarak önünde belirmiştir. Hesaplaşmak zorundadır çünkü ilk günden bu yana her türlü politik meselenin, devlet projelerinin hep arta kalan kısmı, başarısızlığın işareti olarak kalmış ve çözümsüz bir baş ağrısı şeklini almıştır. Mary Douglas’ın klasik deyimiyle ‘kir yanlış yerdeki maddedir’3 tam da azınlıklar için söylenmesi gereken şeydir.

Bu açıdan bakıldığında azınlıklar için ulus devletlerin çöpleri demek yanlış olmaz. Süreç içinde bu çöplüğü temizlemek için farklı yollar denemiştir ulus devlet. Etnik temizlik, zorunlu göç, soykırım… Bunlar çağın insanı için çok bilindik, aşina olduğumuz terimlerdir.

Diğer taraftan azınlıkların istenilirliği de söz konusudur ya da ihtiyaç demek daha doğru olur. En azından tuvaletleri temizlemek için, ulus devletin gereksindiği bir takım illegal işler ve ya savaşta ulus adına ölmesi için, azınlıklara ihtiyaç vardır.

Meselenin küreselleşme ile bağlantı kuracağımız noktası azınlıkların ‘öteki’ olma sürecidir. Ulus devletlerin söz götürmez üstünlük çağında azınlık meselesi yukarıda anlattığımız kadar yalındı; pis işler için kullanışlı olan çöpler devlet içinde kalabilirdi, gerisi ise etnik temizlik ile ortadan kaldırılabilirdi. Fakat, özellikle ikinci dünya savaşından sonra, insan hakları fikrinin insanlığın en üst ve bağlayıcı metni olarak kabul edilmeye başladığından beri azınlıklar, demokrasi içinde meşruiyetlerini anayasal ve siyasal güvence altına alma çabasına girişmişlerdir. Çoğu Avrupa demokrasisinde ve A.B.D.’de bunu başardıklarını söylemek de yanlış olmaz. Ancak bu durum yalnızca görünürde bir başarı sağlamıştır. Yani usul açısından demokrasiler azınlıkları anayasal metinler düzeyinde ya da çeşitli hukuki metinler açısından bünyelerine katabilmişlerdir fakat fiili durumda kazın ayağının da öyle olmadığı açıktır. Gerçekten de, azınlığa olan müsamaha sadece muhaliflik noktasında kabul görülür. Onu da umulur ki çoğunluğa mensup biri gerçekleştirsin! Şöyle ki, herhangi bir devlet içinde azınlık adına konuşmak için çoğunluğa mensup biri sözü aldığında ve azınlık haklarından bahsettiğinde bu o devlet için şüphesiz ki bir demokrasi zaferi gibi algılanır, o görüşler yüceltilebilir ve bu yolla azınlıklara ‘biz sizi kabul ediyoruz’ mesajı verilebilir; gelgelelim sözü sorunun gerçek temsilcisi aldığında ve o kişinin sözcükleri ‘ben farklıyım, ben sizin gibi değilim’ noktasına gelirse, en basit ifadeyle, çoğunlukta bir öfke patlaması yaşanması kaçınılmazdır. Bu bakımdan, küresel demokrasi muhalefeti kutsarken, gerçek farklılığa hala tahammülsüzdür, dahası ona hala düşmandır ve ‘yıkıcı kimlikler’ tam da bu zeminde oluşur. Farklı olan, farklılığına vurgu yaptığı noktada çoğunluğun bilinçaltındaki ulusal etnos rüyası canlanmakla kalmaz şimdi bir de ‘bir gün kendisinin azınlığa dönüşeceği’ korkusu ortaya çıkar. Böylece dünün azınlığı bugün kendisini yok etmek isteyen ‘öteki’ye dönüşür. Ulusal sınırlar içindeki ulusal düşman, benden olmayan kişidir o, benin varlığını tehdit eden. Bu tehdit algısı ulusal hükümet ve medya tarafından beslenir, korku içten içe tüm topluma yayılır ve kısa sürede şiddetin meşru araçları oluşturulmuş olur. Dolayısıyla azınlıkların şiddete yol açtığı gibi bir savın doğruluğu oldukça tartışmalıdır; bunun yerine ulusal düzeyde şiddet için çoğunluklar azınlıklara ihtiyaç duyar. Çünkü başta da söylediğimiz gibi tüm ulus devlet fikirleri kendi bünyelerinde gizil olarak ulusal etnosu taşırlar ve azınlıklar ulusal halkın, saf etnisitenin, tekliğin sınırlarını belirginsizleştirir, muğlâklaştırırlar.

KÜRESELLEŞME VE 9/11

Küreselleşme güçlü enformasyon ve iletişim teknolojilerinin başını çektiği yeni bir sanayi devriminin adıdır ve daha yeni başlamıştır.4 Bu devrimi algılayabiliyoruz, bir bakıma ona ayak da uydurabiliyoruz fakat onu kontrol edemiyoruz. Bu kontrol edilemezlik küreselleşmenin ulus devletlere karşı en güçlü meydan okumasıdır. Her şeyden önce eski dünya bir kontroller dünyasıydı. Kâğıtlar, yazılı izinler, belgeler, pullar, damgalar, askeri denetimler vb. küreselleşen dünyanın unutturduğu sembollerdir genel olarak. İleri teknoloji çağında mali sermayenin küresel hareketi, bilhassa bu sermeyenin spekülatif biçimlerinin dolaşımı, soyutluğu ve bütün ulusal sermayelere söz konusu sembollere ihtiyaç duymadan ‘sızışı’ küreselleşmenin ‘ulusal sınırlar’ üzerine yarattığı tahribatın küçük bir örneğidir. Böyle bir dünyada artık ‘ulusal ekonomi’ fikri yalnız nostaljik bir anlam taşır ve bunun savunulması da çağdışılığın başlıca göstergesidir. Söz konusu olan bunun yanlışlığı değildir, mesele artık bunun imkânsızlığıdır. Bu küreselleşmenin yapısal biçimdir belki ama onun karanlık yönüne de ışık tutabilir. Bu denli hızlı, kontrolsüz, izinsiz dolaşabilen paranın yarattığı sihirli, bir anlık zenginlikler, görülemeyen, tanınamayan, teşhis edilemeyen gizli düşmanlar için birikme noktasıdır. Örneğin, bir ulus devlet içinde etnik temelli terör faaliyetlerinde bulunan bir örgüt bizzat o ülkenin ulusal borsasında örgüt adına finansal kaynak sağlayabilir ve bunu bir gece kimsenin ruhu bile duymadan gerçekleştirebilir.

9/11 bize neyi göstermişti? Dünyanın en güçlü devletinin kalbine uçaklarla girilebilineceği mi? Belki… Ama sonraki süreci de göz önüne alırsak, 9/11’in asıl ortaya koyduğu gerçek, terörün küresel dünyanın yeni savaş biçimi olduğudur.

Bu yeni savaş biçiminin tanıdık yüzü yoktur. hiçbir ulusa ait değildir, coğrafi sınırları yoktur, diplomatik yollar kapalıdır ve her şeyden öte, korkutucudur; sıradan bir eylem ile değil sansasyon yaratacak büyük ölçekli katliamlar ile politika yapar. A.B.D. 9/11 sonrası Huntington’ın tezine vurgu yaparak ‘bu bir medeniyetler çatışması değildir, bu teröre karşı savaştır’ derken, düşmanın adını oldukça muğlak bir biçimde koydu. Ortada bir Usame Bin Ladin isminden başka görünen hiçbir şey yoktu. Bu bakımdan Afganistan’a karşı başlatılan savaş bir anlamda bir keşif savaşıydı. Düşmanı tanımak için yapılan bu keşif sırasında A.B.D dünyayı zorunlu olarak ikiye bölmek durumundaydı; ‘biz’den olanlar ve teröristler. Ancak ulus devletler için mesele kesinlikle basit değildir çünkü terör adı altında bir düşmanla savaşmak için çeşitli ‘sınırları olan’ coğrafyalara kara savaşı düzenlemek küreselleşen dünyada geçer akçe olamayacağı açıktır. Çünkü terör ağı tüm dünyayı baştan başa sararken dünyanın belirli bil bölgesinde terörist avlamak sorunu nihai olarak çözmek adına yetersiz bir hamledir.

Şu akıldan hiç çıkarılmamalıdır ki terör, savaşa dair bütün ezberleri bozmaktadır. Eski dünyada her şey belirli sınırlar içinde gerçekleşirdi. Örneğin A.B.D. Vietnam’a girerdi; savaş cephede fiili olarak gerçekleşirken New York’daki Amerikan vatandaşı günlük hayatına devam eder, savaş haberlerini uzaktan takip ederdi, yani ülkesi savaşta olmasına karşın kendini güvende hissedebilirdi. Ancak bugün bu gerçeklik tamamıyla değişmiştir. Terör ‘cephe’ kavramını alt üst eder. Klasik anlamda bir cephe yoktur ve ya cephe bütün dünyadır. Askeri mekanla sivil mekan ayrımı ortadan kalkar, çünkü artık savaş yalnızca askerlerin yaptığı bir şey değildir, sıradan siviller eylemciye ya da hedefe dönüşürler. Bu bakımdan sivil kelimesi anlamsızlaşır. Küresel terör çağında sivil diye bir şey yoktur, herkes savaşçıdır, herkes hedeftir. Terör, günlük hayat terimini kırar; şimdi öylesine bir günde markette alışveriş yaparken düşman sizi vurabilecek koşullara sahiptir ya da en azından size bu korkuyu çoktan vermiştir. Asıl gücünü de buradan alır zaten, her şey belirsizdir. O halde, savaş ve barış zamanları gibi klasik ifadeler de pek bir şey ifade etmezler. Terör yalnızca şiddetten anlar ve bu şiddeti günlük hayatın içine hiçbir ahlaki sorumluluk taşımadan sokar. Korku böylece tüm topluma yayılır; küresel terör için sivil toplum yoktur, sivil savaş vardır.

Sanırım artık küresel terör ile azınlık meselesinin bağlarını birleştiren ilmeği atmanın zamanıdır. Küreselleşme, azınlıklar adına yeni bir perspektif sundu şüphesiz; azınlık ifadesi yalnızca ulus devlet içinde geçerli olabilir, çünkü ulusal sınırların ötesine geçildiğinde azınlıkların çoğunluk olduğu bir başka coğrafya muhakkak ki vardır. Örneğin, Hindistan’da azınlık olan bir Müslüman Pakistan’da çoğunluktu ancak iletişimin ve sermaye dolaşımının bu denli belirsizleşmediği ve hala sembollere ihtiyaç duyan eskinin dünyasında bu gerçek pek de önemli değildi. Her şey ulus devletin kontrolü altında gerçekleşmekteydi. Bugünün dünyasında ise, açıkça ırkçı politikalara maruz kalan Hintli bir Müslüman, Pakistan’ın sağladı mali ve ideolojik destekle Hindistan’ın kalbinde yaşayan bir teröriste dönüşebilmektedir ve zaten 9/11’de bundan başka bir şey değildir; A.B.D.’de azınlık olarak görülen Müslümanlar kendilerini, nüfusu milyarları bulan dışsal bir çoğunluğa ait hissettiklerinde bu azınlık psikolojisinden kurtulup yaşadıkları sınırlar içinde söz konusu çoğunluğun temsilcileri konumuna gelebilmektedirler.

OMURGALI SİSTEMLER VE HÜCRELİ SİSTEMLER

Afganistan’a girmeden önce Condoleezza Rice’ın ‘bu İslam’a karşı bir savaş’ değildir sözleri artık bir şey ifade etmez. Gerçekten de terör ile mücadele eden bütün ulus devletlerin yöneticileri ağızlarından şu ifadeyi düşürmezler: Teröristlerle, teröristlerin etnik kimliğine sahip vatandaşlarımızı birbirimizden ayırmalıyız. Lafta oldukça makul bir istek, tam da ikinci dünya savaşı sonrasının demokratik dünyasının dudaklarına layık fakat bu gerçekleştirilmesi neredeyse imkansız bir ifadedir. Tam burada toplumsal belirsizlik hissini tekrar hatırlamak gerek. Düşman şimdi daha somuttur çünkü terörün temel aldığı bir etnik ya da dini kökeni vardır ve bunlar azınlıklardır ya da küresel dünyaya yakışan ifadeyle ötekilerdir. Terör cephe kavramını değiştirdiğinden dolayı toplum içinde yaşamını sürdüren azınlıklar da potansiyel bir teröristtir. Yani asıl mesele, bu toplumsal belirsizliktir, kimse New York caddesinde yürüyen bir Müslümanlın terörist olduğunu ispatlayamaz ama bunun tersini de ispatlayamaz. Oldukça sıradan ve masum görünüşlü bu adam bir anda HSBC binasının önünde kendini parçalara ayırabilir. Aslında Rice haklıdır ve Huntington’ın tezi sakattır, yani bu bir medeniyetler çatışması değildir ancak terör olgusu bu izlenimi yaratır.

Teorik açıdan bakıldığında bu omurgalı sistemler ile hücreli sistemlerin savaşıdır. Omurgalı sistemlerden anlamamız gereken şey, belirli sınırları olan ve belirli anlaşmalara dayanan, daha önce bahsettiğim gibi çeşitli sembollere ihtiyaç duyan, bir bakıma geçtiğimiz yüzyılın dünyası; daha da özelleştirmek gerekirse ulus devletlerdir. Ulus devletler bir takım normlar oluşturduğu omurgasıyla kendini güvence altına alır. Barış antlaşmaları imzalanır, savaş ilan edilir, ticari yatırım antlaşmaları yapılır vb. Yapı tam olarak buna dayanmaktadır, çeşitli ulus devletler birbirleriyle yatay-simetrik bir ilişki içindedirler. Şunun hakkını vermek gerekir ki küreselleşme bütünüyle omurgalı sistemlerden bağışık değildir, onu ihtiyaç duyar. Çünkü modern kapitalizm de belirli güvencelere ihtiyaç duyar. Hukuk, muhasebe, polis, vergilendirme ve güvenlik kurallarının geniş çapta uygulanabilir olmasına ihtiyaç duyması bakımından5 da küreselleşmenin omurgalı olduğu söylenebilir. Ancak yirmibirinci yüzyılda üretim ve sermaye arasındaki klasik ilişkinin de yapısal anlamda hala geçerliliğini sürdürdüğünü söylemek de saflık olur. Küresel sermaye adım adım omurgalarından kurtulup hücreli bir yapıya bürünmektedir. ‘Post-Fordist’ olarak adlandırılan bu dönemde çok uluslu şirketler küresel şirketlere dönüşerek, sermayenin değişen coğrafyasıyla ve iç içe girmişliğiyle çözümlenemez bir hal aldığı gerçektir. Bu gün ulus devlet içinde iş yapan bir şirketin ne kadar küresel sermayeye hizmet ettiği ne kadar ulusal sermayeye hizmet ettiği belirsiz hale gelmiştir. Çıkar da zarar da karşılıklıdır.

Anlaşılacağı üzere hücreli sistemler, omurgalı sistemler gibi sınırlara sahip değildirler. Onda, daha çok, sınırlar muğlaktır. Geçişler belirsiz ve kontrol edilemezdir. Bu bağlamda, terör de hücreli sistemlere dahil edilebilecek –belki de en başta dahil edilmesi gereken- bir sistemdir dolayısıyla ulus devletin terörü engellemek için koyduğu tüm engeller yetersizdir. Farklı sistemlerdeki bu yapılar, elbette farklı dilleri konuşurlar. Ulus devletin bu husustaki yetersizliği giderek artan bir dizi önlemlere ve devlet tarafından meşrulaştırılmış şiddete yol açar. Yine de sorun adına olumlu bir adım atılmış olmaz. Devlet dağda terörist bombalarken, terör şehirde canlı bomba patlatır ve iki eylem arasında kamuoyunda yaratılan etkiyi karşılaştırmak bile gülünç olur. Ulus devletin giderek artan şiddeti, bir bakıma, omurgalı sistemlerin hücreli yapılar karşısındaki can çekişmesidir. Aslında Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte bu süreç bir hayli hızlanmıştı fakat 9/11 yarattığı korku iklimi yeniden ulus devletlere sarılma hissiyatı yarattı ve bir parça da olsa yeni bir ivme kazandırdı.

Elbette ulus devletlerin tarihteki rollerinin bittiğini söylemek olabilecek en gerçek dışı ifadelerden biri olur. Ancak şuası artık kesindir ki oyunun tek aktörü artık ulus devletler değildir. Durum böyle olduğunda ulus devletler kendi bilinçaltlarında yatan ulus fikrinden de feragat etmek zorundadırlar. Bunun aksi mümkün değil. Konvansiyel savaşın terör ile baş etmesi ütopik bir fikirdir. İleri teknoloji de terörist organizasyonların kimlik tespiti için oldukça yararlı olduğu düşünülse de unutulmaması gereken şey küresel dünyada her terörist grubun ulus-ötesi çoğunluğu ve onların da dışında stratejik dostları olduğudur. Bir bakıma terör hem iç hem de dış politika aracıdır. Bu açıdan geçmişin omurgalı sistemleri kendini dönüştürme hususunda ne kadar isteksiz olursa ve bunu ne kadar geç başarırsa ortaya çıkan bilanço o denli ağır olacaktır.

Erhan ATAGÜL

iletisim@politikadergisi.com

Notlar:

1. Arjun Appadurai, Küçük Sayılardan Korkmak.
2. a.g.e
3. Mary Douglas’dan aktaran Appadurai
4. a.g.e
5. a.g.e

Yorumlar

BİLİYORSUN DÖTÜNÜN HUYUNU , NİYE YERSİN ACILI CİĞER SOTEYİ.

bu gün ben damardan bir konu işlemek istiyordum.
ama bir devlet büyüğümüz ciğerden bahsetdince konu değişti.
mevzumuz ciğer sote.
tarifi yapan bir devlet büyüğümüz.
kendisi meğer bir ciğer uzmanıymış.
üç beş sene önce , ilk ciğer sote şubesini açmıştı.
o yıllarda maydanlara çıkıp , devamlı ciğerden konuşmalar yapıyordu.
güzel şeyler olacak , güzel pişecek diyordu.
tarif edilen acılı ciğer soteler bize gelmez.
sen bize bunu yedirtemezsin demiştik.
memleket angus dolu , gel şunu et sote yapalım.
yok illaki acılı ciğer sote olacak.
tarif edilen acılı sote , tam sazanlar içindi.

acılı ciğer sote ilk mobil şubesini haburda açtı.
acılı ciğer sote işini bayağı büyüttüler.
sonra gezici ciğer sote otobüslerini yollara çıkardılar.
güney doğu çok acılı sever ya.
acılı ciğer sote doğuda yok satmaya başladı.
güzel şeyler yedirecez diye.
acılı ciğer soteyi yedirdiler millete.
ciğer soteye acı attıkça attılar.
gün oldu , bir kilo ciğere , on oniki kilo acı karıştırmaya başladılar.
kendileri kepçe kepçe yiyiyor.
millete yedirmeye uğraşıyordu.
sabah acılı ciğer sote ,
öğlen acılı ciğer sote ,
akşam acılı ciğer sote.
her gün , ye baba ye.

bu kadar acılı ciğer sote yemenin bir bedeli var.
biliyorsun dötün huyunu.
ne diye yersin bu kadar acılı ciğer soteyi.
çıkmışın şimdi kameralar karşısına.
dötüm yanıyor , dötüm yanıyor , diyon.

baştan böyle konuşmuyordun.
yürekten konuşanları dinlemiyordun.
bırakın bu acılı sote tariflerini.
siz ciğerden muhabbetleri anlamıyorsunuz.
siz devamlı işkembeden atıyorsunuz.
______(üçbeş_köyün_tiriviri_yazarı)_____köylüüü

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.