Kentleşme ve Yönetimin Yerelliği Sorunu

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Tamer UYSAL

Adına yerel ya da yerinden, öz, sektörel, bölgesel ne dersek diyelim bir tür federasyon yönetimi olan yerel yönetimlerle ilgili tartışmalar tarih boyunca çeşitli biçimlerde devam etti ve insanlık kendini ve doğayı yönetmek için çeşitli model arayışlarını sürdürdü. Derebeylik düzeninde eşitsizliği doğuran siyasi ve askeri güçtü. Birçok ütopyacının dile getirdiği gibi devlet biçimi ve yönetim yapısıyla ilgili düşünceler ise kısaca daha çok eşitlik ve özgürlük demekti. 


Ve bu plan, “Sosyal ve ekonomik kalkınmayı nasıl daha kolay ve doğru gerçekleştirebilir?” sorusuna yanıt arıyordu. Ancak bütün eğilimler sonuçta bir yöneticiye bağlı ve çevresindeki dar bir grubun yetki alanında kalıyordu. 

Bir politikacının: “Eskiden dere beyler vardı, şimdi her kentin ve bölgenin birkaç beyi ve ağası var” sözü anımsanmalıdır. Her türlü hiyerarşi ile otoriteye karşı çıkan Proudhon, Bakunin, Kropotkin, Stirner gibi bireyci ve küçük mülkiyet sahipliğini savunan anarşist kuramcılara karşın kolektivizmin babası sayılan Karl Marks ise aksine “Her şey dağılıyor merkez yerinde durmuyor” diyerek maddeci diyalektik düşüncenin ileri bakış açısını dile getiriyordu. Marks’ın -sosyalist kent uygulamalarına bakarak- günümüzün post-modernistleri gibi merkezsiz ya da çok merkezli bir dünyayı kastetmediği kesin…

 

Devletin yapısı, biçimi, sistemi Marksistlere göre üretici güç ve ilişkilerinde dolayısıyla ekonomide söz sahibi olan zümre vasıtasıyla belirleniyordu. Örneğin feodal toplumda siyasal egemenlik yerel beyler arasında parçalanmıştı. Osmanlı’da ise 3 öğe arasında paylaşılmıştı. Ortaçağ boyunca Avrupa ile Osmanlı’da ve Anadolu’da 14.yy’dan 16.yy’a ve kısmen 19.yy’a kadar kapitalizm öncesi üretim ve pazar koşullarını loncalar denetler ve düzenlerlerdi. Vergiler yoluyla merkezi yönetime destek sağlayan loncaların yerel yönetimler üzerinde de bu yüzden siyasal gücü vardı. Devletle ilişkilerini “kethüda” denilen bir temsilci ile yürütürlerdi. 1855’te İstanbul’da kurulan ve ilk belediye örgütü sayılan şehremini esnaftan oluşturulmuştu. Devlet loncaları hem denetler hem de desteklerdi. Bursa, II. Beyazıt’ın 1502 tarihinde yayınladığı “Kanunname-i İhtisab-ı Bursa” fermanıyla yani Bursa Belediye Yasasıyla modern standartlaşmanın uygulandığı ilk yerdi. İpeğin gramajı, etin fiyatıyla köftelerin içine konacak ekmek miktarına kadar kasapların, bakkalın, manavın uyacağı birtakım kurallar ilk kez Bursa’da uygulamaya konarak serbest piyasa ekonomisinde kayıtsızlığın hâkim olduğu günümüz Türkiye’sinden oldukça farklı olan ihtisab (hisba) kanunları belki ilginç ama Avrupa’nın içinde bulunduğu ortaçağ koşullarında Osmanlı Devleti’nin ayakta kalabilmesinin bir göstergesiydi. Fiyatların tespiti, yolsuzlukların izahı ve teşhir anlatılmış, 1502’deki Kanunname-i İhtisab-ı Bursa daha o zaman bugünkü belediye yasasına örnek teşkil etmişti… 1930 tarihli 1580 sayılı Belediye Yasası’nda belediyenin tanımı yapılmıştır. Yasaya göre belediye; “Beldenin ve belde sakinlerinin mahalli mahiyette müşterek ve medeni ihtiyaçlarını tanzim ve tesviye ile mükellef hükmi bir şahsiyettir.” şeklinde tanımlanmaktadır. Yani, belediye halkın yerel nitelikli ihtiyaçlarını karşılayan tüzel bir kişiliktir deniyor. Çağdaş toplumun en belirgin özelliği kentleşmedir. 1960’lardan itibaren Türkiye önemli bir değişim göstermiş bu değişimin öznesi kent olmuştu. Kır-kent dengeleri bozularak kentleşme artmış ve kentlerde yaşayan insanların gereksinim duyduğu ihtiyaçlar çoğalmıştır. Özellikle 1970’li yıllardan sonra yerel yönetim kavramı gelişmeye ve kullanılmaya başlanmıştır. Küçük-burjuva merkez yönetimlerin planlama yanlışları ve eksiklikleri nedeniyle de bu tarihten günümüze merkezi yönetim yerel yönetim tartışmaları artarak gelmiştir. Birçok çevrede ulusal birlik-beraberlik, üniter devlet gibi önemli değişmez ilkenin yanında yerinden yönetim ilkesi kabul edilen tartışmalara dönmüştür. Yerel yönetimler önemli bir kesimin bakış açısıyla demokratikliği getirebilecek buna karşılık liyakat ve sorumluluklar artarak dağılacaktı. Osmanlı’nın ilk döneminde yerel yönetimlerin üç öğesi vardı. Bunlar lonca, vakıf ve belediyelerdi. 1984’te çıkan bir yasa ile belediyelerden İstanbul, Ankara ve İzmir’in bulunduğu ilk 3 büyük il Büyükşehir Belediyesi ilan edildi. Daha sonra sayı 12’ye çıkartıldı. Bu yasa merkezileşmenin etkisini artırmıştı. Avrupa’da ise 1991’de Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı yürürlüğe girmiştir. Yalnız uygulamada bu, yerel yönetimlere sınırsız özgürlük getirmemişti. Sadece denetim mekanizmalarının harekete geçirilmesinde daha iyi olanaklar sağlamıştı. Kentle ilgili karar organı kent belediyeleri, buna karşılık uygulamada bulunanlar ise ilçe belediyeleri oluyordu. Metropolitan belediyeler ise bu uygulamalara onay verebiliyordu. Özellikle azgelişmiş ülkelerin en önemli sorunlarından birisi belki de en başta gelen kentleşme sorunudur. Ülkemizin de en önemli çevre sorunlarından bir tanesidir. 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar da kent ve kent planlamasına ilişkin herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. O zamana dek sadece yapıların sağlamlığı ile sağlık koşullarına uygunluğuna bakılmıştır. Türkiye’de gecekondular 1950’li yıllardan sonra gelişen ve halen geçerliliğini koruyan çarpık kentleşmenin nedeni olarak görülmüştür. Buna karşılık uygulanan konut ve imar politikaları yetersiz kalmış hatta 1984’teki seçimlerde getirilen genel “gecekondu affı” gibi benzeri uygulamalar sorun yumağının daha da büyümesine sebep olmuştur. 1988 yılında çevre ve kent planlamasına yönelik bazı çalışmalara girişildiyse de bunlar yeterli olmamıştır. Gecekondular ve gecekonduculuk toplumsal yaşama öylesine girmiştir ki gecekonduculukla gelişen “arabesk kültür” toplumsal kültürle özdeşleşip zaman içinde yerine geçer, Türkiye’de iç göçlerle gelişen gecekondu yaşamı sanatın her alanında olduğu gibi sinemanın da temel konularından birisi oluverir; İzmir Sinema Festivali’nin kurucularından Oğuz Makal’ın “Sinemada Yedinci Adam” adıyla yazdığı kitapta belirttiği gibi kente gelenlerin ilk yaptığı iş, önce önemli bir meta olduğunu öğrendiği kentsel konutu yapmaktı. Bu da gecekondudur. Bu iş öylesine çığırdan çıkmıştır ki 1980’lerde “mafya”lar konuya el atmış ve gecekonduculuk bir sektör haline getirilmiştir… Barlas Tolan’ın “Büyük Kent Sorunlarına Toplu Bir Bakış” isimli kitabında ifade ettiği gibi gecekondunun iç düzeni, ailenin kentleşme sürecinde hangi aşamada olduğunun belirleyicisiydi. Mübeccel Kıray’da Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısında belirttiği gibi iç göç ve yansıması olan kentleşme, toplumsal yapıda ekonomik sorunlardan konuta, bölgeler arası dengesizlere ve sonuçta “kent içi dengesizliklere” kadar birçok sorun ortaya çıkartmış, kent eski ile yeni değer sistemlerinin bir çatışma alanı haline gelip köylülük kentlere taşınarak sürdürülmüştür. Gecekondulaşma, toplumun bir kesiminin sınıfsal yapısının mekâna yansıması olarak ifade edilebilirdi. Tarımsal mekanizasyon ve hızlı nüfus artışı yüzünden kentlere akan yığınlar değişen üretim tarzının gereksinim duyduğu iş gücünü oluşturuyordu. Ancak sosyal ve ekonomik yapısı da değişmeye yüz tutan ülkede kente göç eden mülksüzler normları ve gelirleriyle yeni bir sınıfsal yapılanmaya yol açtılar. Kent merkezinin dışına itilmiş en uygun gelişme alanlarında kurulu mahallelerde işgalci durumuna düşmüşlerdi. Kentleri kuşatan gelenek ve görenekleriyle, yaşam ve kültürel özellikleri nedeniyle kır kökenli yığınlar bazı çelişkileri de beraberinde taşımıştı.

Prof. Dr. Sema Erder gecekonducunun yoksul olarak tanımlanmakla birlikte gecekondulaşmanın “Rant paylaşımı” olduğuna işaret edip gecekondu alanlarının evrim geçirerek ticari alanlara dönüştüğünü belirtiyordu. Gecekondular alınıp satılmakta ve artık gecekondu alanlarında hem işgalci hem de yapıcılarla kullanıcılar bir arada yaşamaktadırlar. Kapitalist sistemin doğurduğu patronaj ilişkileri ve büyük getirim paylaşımı kentlerde gelişmeyle birlikte çelişkilerin büyümesine de yol açmış, küçük burjuvazi yani orta sınıfları bile emekçiler ve alt gelir gruplarıyla birlikte çağdaş yaşamın dışına iteklemiştir. Toplumsal dayanışma ve özgür birlikteliklerle ilgili ütopyanın yerini bireycilik, gecekonduların yerini çok katlı apartman kondularla devasa iş alanları ve plazalar alacaktı.

Marx’ın Engels’le birlikte hazırladıkları “Alman İdeolojisi”nde kentleşme ile ilgili görüşlere de yer verilir. Marksist teoride açıklandığı gibi kentler sanayileşmeyle birlikte yaşattığı sorunlarla çelişkileri taşıyan ve ortaya koyan yerler olur. Sanayi devrimiyle birlikte kırlardan kente yönelen göç zıtlık ve çelişkilerin de birikimi, işsizlik ve çarpık kentleşme günümüzde azgelişmiş ülkelerin bir türlü çözüm koyamadıkları sorunları haline gelir. Yerleşmeye uygun kentsel alanları geliştirmek ve belirli alanları kentsel planlamanın içine sokabilmek ihtiyacı doğmuştu. Marx, Durkheim, Weber, Louis Wirth gibi bazı düşünürler kentleşmeyle ilgili kuramlar ortaya sürerek kentler ve kentleşme sorunu, üretim ve tüketim olgularına dönük taşıdıkları özelliklere göre çevre kirliliği ve doğanın yok edilmesinin en önemli unsuru olan tüketim hırsına dikkat çekecek tanımlar geliştirmişlerdir… 

Oligarşik yapı, toprak mülkiyeti ve burjuva-kent yaşamının dayattığı bireysel tutum kolektif yaşam ve kent fonksiyonlarını desantralize ederek dağıtılmasında, sosyal hizmetlerin yeterince sağlıklı bir şekilde yerine getirilmesinde güçlükler yaratıyor. Öte yandan belediyeler iktidar rantından nasiplenmenin en kolay olduğu yerlerin başında geliyor. İnsanlık ve doğayı hiçe sayıp idareyi denetleyen tekelci kapitalizmin talanı için ise bürokrasinin azaldığı kolaylaştırıcı kestirme birer pazardır da yerel yönetimler. Aslında yerel yönetimlere özerklik bu açıdan bir soruyu akla getirir. O da yerel yönetimlerin şikayetçi oldukları konuların en başta geleni olarak kaçak yapılaşma, özerklik yani yerel yönetimlerin merkezi hegemonyadan kurtulması anlamına gelecekse, acaba yerel yönetimlere geçecek yetki ile güç, oy uğruna kamu yararına açık alanlarda kaçak yapılaşmayı arttırmayacak mı, ya da önü daha da açılacak esnek ve toleranslı kısaca popülist yerel politikalarla buralar bireyci fayda için doldurularak daha kötü sonuçlar doğmaz mıydı? Yeri geldiğinde belirli bir azınlık için alicengiz oyunlarıyla çıkartılan “özel” imar aflarını unutmamalı.

1970’lerden itibaren gerçekçi ve samimi beklentiler en başta kamusal hizmetlerde “etkinlik” ile halkın katılımı yani “demokratiklik” amaçlamakta idi. Bütün tartışmalara rağmen günümüzde hemen hemen bütün dünyada yetki ve uygulamalar merkez (özek) yönetimler tarafından belirlenmektedir. Genel düzeyde yönetime katılımın düşük, kamu eğilim ve iradesinin temsil edilmediği birey, işletme ve bölgesel bazda farkların olduğu ekonomik ve sosyal sorunlarla dolu bir ülkede bu haliyle her şeye rağmen yetkileri ve yetki alanı genişletilmiş güçlü, farklı yapılanan bağımsız yerel yönetimler sorunlara çözüm getirebilecek midir? Yürürlükteki yasa ülke şartları göz alınarak seçim sistemindeki sorunlar giderilmeden uygulamaya konmuştu. Gelecekte mevzuat ve uygulamadan önce bunların konuyla ilgili bütün çevrelerde çok daha fazla tartışılması gerekiyor.

 

 

Tamer UYSAL

iletisim@politikadergisi.com

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.