Halkı Daha Fazla Kandırmayın: Yargılayamazsınız!

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

   Sevgili Okurlar, yazıma esas girişi yapmadan önce, konuyla fazlasıyla ilgili bir gerçeği öncelikle ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum: Dünya’nın hiçbir ülkesinde emredici hukuk kurallarının sonuçlarının bu kadar tartışıldığını duymadım. Öyle ki bu yazıda bulunan hiçbir yargı, ne hukuki, ne politik ne de sansasyonel yorum içermemekte, sadece “Darbecilerin Yargılanması” konusuyla ilgili emredici hukuk kurallarının hepsini bir arada sunup, konuyu bir sonuca bağlamayı amaçlamaktadır. Bu vesileyle bu konuyu, size anayasa ve ceza hukukunun temel ilkelerinden birkaç örnek vererek açıklamak istiyorum.
   Öncelikle bu konuyla ilgili 13 Eylül 2010’dan itibaren yapılan tüm suç duyuruları savcılar tarafından dava açılıp açılamayacağıyla ilgili olarak değerlendirilmiştir. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ise bu konuyla ilgili “görevsizlik” kararı vermiş, yani kısaca “bu beni aşar/bu benim görevim değil” diyerek topu Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na atmıştır Bu bağlamda uzatmadan konuya girmek istiyorum.
   12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’ni yapan darbeciler yargılanamazlar. Evet, bunu anayasa değişiklik paketini hazırlayan Burhan Kuzu da, onu tüm Türkiye’nin önünde sıkılmadan “Burhan Bey, çalışmaya başla!” diyerek yeni anayasa çalışmaları için görevlendiren Başbakan da, değişikliği bir çırpıda onaylayan Cumhurbaşkanı da, Hukuk Fakültelerinin 2.sınıfında verilen Ceza Hukuku dersini dinleyen tüm öğrenciler de biliyor. Neden mi? 

   1) Bu konuda yapılan zamanaşımı tartışmaları çok gerçekçi değildir. Çünkü zamanaşımının işlemediğini düşünenler de, işledi; ama bitmedi diyenler de bir şeyi unutuyorlar: Türk Ceza Kanunu 7. Madde 2.Fıkra (TCK 7/2) der ki: “Suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun uygulanır ve infaz olunur.” 1980 yılı itibariyle Türk Ceza Kanunu’ndaki en uzun zamanaşımı 20 yıldı. Bu durumda “failin” lehine olan durum bu 20 yılı ele almaktır ki, o zaman bütün suçların bittiği tarih olan 1983 senesinden 20 yıl sonra herhangi bir yargılama mümkün değildir. Kaldı ki bugünkü TCK’ya göre en uzun zamanaşımı süresi olan 30 yıl uygulansa bile bu suç zamanaşımıyla kapanmıştır. Çünkü TCK 66/6’ya göre; “Zamanaşımı, tamamlanmış suçlarda suçun işlendiği günden itibaren işlemeye başlar”. Bu durumda 12 Eylül 2010 günü bu süre tamamlanmıştır.
   Failin lehine olan hükümlerin uygulanma zorunluluğu ise şöyle bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır: 11 Eylül 2010 gününe kadar geçici 15. Madde Anayasa’da varlığını sürdürüyordu. Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) kararıyla referandum sonuçlarının resmi gazetede yayınlandığı 23 Eylül 2010 günü ise bu geçici madde kalkmış oldu. Mademki suçun işlendiği tarih ile bugün arasındaki kanun değişikliklerinde failin lehine olan hükümler dikkate alınacak, bu durumda geçici 15. Madde kaldırılmış olmasına rağmen dikkate alınır. Yani bunu olurda bir savcı gözünden kaçırıp da dava açsa dahi (Türk Hukuk sisteminde hâkimlerin ve savcıların siyasi karar vermeleri alışılmış bir olgudur.), hâkimin, kararını verirken bunu gözden kaçırma gibi bir lüksü yoktur.
   2) TCK 7/1’e göre “İşlendikten sonra yürürlüğe giren kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı da kimse cezalandırılamaz ve hakkında güvenlik tedbiri uygulanamaz.” Yani suçun işlendiği tarihte sanık lehine verilen hükümler, sonradan yasa ya da anayasa değişikliği yapılsa dahi sanık aleyhine bir durum yaratmaz. Öyle ki Türk Ceza Hukuku sisteminde sonradan koyulan aleyhe hükümler geriye yürümez. Çünkü yasalar gelecek için yapılır ve Türk Hukuk sisteminde kanunların geriye yürümesi çok istisnai durumlarla mümkündür. Kaldı ki alıntı yaptığım bu kanun bunu açıkça belirtmektedir. 
   3) Şimdi gelelim, “bu bir insanlık suçudur ve insanlık suçlarında zamanaşımı işlemez” diyenlere. Bu kişilere zamanaşımının işlemeye başlamış olduğunu hukuki terim ve ilkelerde anlatıp yorulmaktansa onların dediklerini kabul edip, dikkatlerini başka bir yöne çekmek istiyorum: Geçici 15 Madde şöyle demekteydi:
   “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin başkanlık divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyi'nin, bu konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı kurucu meclis hakkında kanunla görev ifa eden danışma meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz”
   Bu madde idari veya özel hukuktan olan tüm sorumlulukları ortadan kaldırdığı için “sorumsuzluk” yaratır. Bunun bir diğer adı da “af”tır. Türk Ceza Kanunu’na göre affa uğramış bir kişi, bir daha ne olursa olsun aynı suçtan sorumlu tutulamaz. Bundan dolayı bu madde basit bir dokunulmazlıktan çok daha ileri bir şeyi ifade etmektedir.
   Şimdi müsaadenizle yazıma Türk Ceza Kanunu’nun emredici hükümlerinden çok daha önemli olan “Türk Halkı’nın değerlerine” seslenerek devam etmek istiyorum. 12 Eylül 1980’den 2,5 yıl sonra hazırlanmış anayasa için yapılan referandumda çıkan %90’lı rakamlar, halkın o zamanlar nasıl kandırıldığını gözler önüne sermektedir. 12 Eylül 2010 referandumunda da ise halk bir defa daha kandırılmıştır. Yetmez ama evet, Yeter ama olsun gibi saçma sapan ifadeler ise buna kananların bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
   Unutmayın ki bizi bu şekilde kandıranlar, timsah gözyaşlarıyla eleştirdikleri anayasanın ve onun sisteminin ürünleridir. Sırf darbecilerin yargılanacağını düşünerek evet oyu verenler bu gerçeği çok çabuk unutmuşlardır. Lütfen aklınızı başınıza alıp, kimin anayasasına evet oyu verdiğinizin farkına varın! Çünkü aynı hatayı bir defa daha yapıp, buna kanarsak, bu ülke artık bunu kaldıramaz.
   Saygılar...
Edgar.Sar@PolitikaDergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.