Demokrasi A la Turca

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Onur İlimsever
Yazının Yazıldığı Tarih: 
14.09.2012

Türkiye’nin demokrasi tarihini farklı disiplinler farklı tarihlerde başlatırlar. Demokrasi tarihimiz hukuk bilimine göre Sened-i İttifak’la (1808) başlamış oladursun, biz bunu Tanzimat Fermanı (1839) olarak ele alalım. Zira, ne daha önceki reform hareketlerinde, ne de Sened-i İttifak’ta bir eşitlik arayışı yoktur.

Tanzimat Fermanı’nı demokratikleşme yolunda atılan ilk somut adım olarak kabul etmemizin bir sebebi de sivil bir adım oluşudur. Zira, fermandan önce yapılan hamlelerin büyük bir çoğunluğu askeriydi. Tanzimat Fermanı, halka doğru atılmış sivil bir adımdır ve devletin resmi ideolojisindeki bir fikir değişikliğini yansıtmaktadır. Tabii ki bu ideolojik dönüşüm derhal olmamıştır. Cumhuriyetin kurulması için gerekli olan felsefi altyapının Tanzimat Fermanı olmadan yaratılması çok mümkün görünmemektedir.

Demokrasinin Türkiye macerası Tanzimat Fermanı’yla başlar Islahat Fermanı ve Anayasa’nın kabulü ile devam eder. Ancak, Türkiye’nin demokrasiyle imtihanında bir dönüm noktası vardır ki, izleri 100 yıl devam etmiş ve bugün hala da devam etmektedir. O dönüm noktası 1907 yılında yapılan İttihat ve Terakki Kongresi’dir. Bu kongre sonucunda İttihat ve Terakki’nin askeri kanadı (günümüzdeki kullanımıyla şahinler) cemiyette iktidar sahibi olacak ve Türk demokrasi tarihi askerlerin yazdığı bir tarih olacaktır. Askerlerin cemiyette kontrolü ele geçirmesinden sadece 1 yıl sonra, 1908’de meşruti devrim gerçekleşecek, 1910 yılına geldiğimizde İbrahim Temo, Abdullah Cevdet gibi İttihat ve Terakki’nin kurucularının da aralarında olduğu “uysal siviller” partiden ayrılacak ve 1913 yılında gerçekleşen Bab-ı Ali Baskını Türk demokrasi tarihinin akışını bir daha en az 100 yıl geri dönülemeyecek biçimde değiştirecektir. Bab-ı Ali Baskını, İttihat ve Terakki’nin ülke yönetiminde tek söz sahibi olduğunun ve 5 yıl boyunca Enver-Talat-Cemal triumvirasının ülkeyi demir yumrukla yöneteceğinin habercisidir. Bu askeri dikta rejimi, Türk subaylarında zaten var olan yönetme hevesini pratiğe dökme fırsatını yaratmış ve bu heves, ancak Mustafa Kemal iktidarında kesintiye uğrayabilmiştir. 1950’den itibaren, yapılan açıklamalar, darbeler, muhtıralar Türk demokrasi tarihinin “demokrasiyi korumak adına” dönüm noktalarını oluşturmuştur.

Demokrasi, bireylerin ortak paydada buluşabilme sanatıdır ve şiddetin ortadan kalkması için vardır. Dolayısıyla demokrasinin silahlı bir güç tarafından korunması prensipte demokrasinin mantığına ters bir davranıştır. Türkiye’de ise süreç tam tersine işlemiştir. Fransa’da devrim burjuvazi ve “tiers état” yani en alt sınıfların ortak ürünüdür. Türkiye’de ise yönetici olmaya aday bürokrasi sınıfının iktidarı eline geçirdiği anda kendisine sunduğu bir hediyedir ve halk da bundan faydalanmıştır. Yıllar boyunca “tepeden inmeci” sıfatıyla nitelendirilen bu demokrasi anlayışı günümüzde hala etkisini yitirmiş değildir. Bu sebeple halk için halka rağmen karar aldıklarını iddia eden zümreler halk için sürekli demokrasiye ayar vermek ihtiyacını hissetmişlerdir. Bu anlayışın sahibinin ordu, hükümet veya iş adamları olması anlayışın temelindeki sakatlığı değiştirmez. Sahip oldukları düşünce sistemi ne olursa olsun, farklı kurumlar ötekiler yaratıp aynı anlayışı sürdürdüğü sürece demokrasi sakat kalmaya devam edecektir. Türkiye’ye demokrasi başörtülü kızımızın eşcinsel erkeklerle tüm kimliklerden sıyrılarak hoşça sohbet edebildiği ortamların sağlanmasıyla, cinselliğin tabu olmaktan çıkartılması, aleviliğin, kürtlüğün, dinin değil, insanı insan yapan değerlerin ön plana çıkıp insanların birbirlerini bu değerler üzerinden değerlendirmesi ve ona göre yargılamasıyla gelecektir. Bilimi ve sanatı yol gösterici olarak kabul etmeyen bir devletin ve toplumun demokratik olmasına imkan yoktur.

 

Onur İLİMSEVER

iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

Emperyalizme, Gericiliğe ve Bölücülüğe Karşı Mücadele Şart!

Sayın Onur İlimsever'in Türk demokrasisini "A la Turca" olarak adlandırması ilginç ve isabetlidir. Burası Türkiye’dir ve biz bize benzeriz. Gerçekten de demokrasimiz "A la Turca" dır.

Fakat Sayın Onur İlimsever 'in "Demokrasi" ile "Şiddet" arasındaki bağı red etmesi ve eleştirmesi bence yanılsamadır. Çünkü demokrasi, özellikle siyasi demokrasi bir devlet yönetim biçimidir; yani demokrasi doğrudan devletle alakalı bir olgudur. Her devlet ancak şiddete dayanarak kurulur ve ayakta kalabilir. Devletin kuruluşunda etkin olan şiddet; savaş, silahlı ihtilal veya darbeler biçiminde olabilir. Devletin dayandığı şiddet ise anayasa ve yasalarla meşrulaşmış ordu, jandarma ve polis vs. kurumlarıdır. Ordusu, polisi olmayan hiç bir devlet, en mükemmel demokrasi ile de yönetilse ayakta kalamaz.

Görüldüğü gibi, demokrasi de bir çeşit devlet yönetimi olduğuna göre, demokrasinin kuruluşu ve yaşaması şiddetle doğrudan ilişkilidir. Örneğin Avrupa ilk parlamenter cumhuriyetin uygulandığı Britanya'da 1648 yılında mutlakıyetçi krala karşı parlamenterler ordu kurmuş; kral I. Karl ile savaşmış ve onu yenerek idam etmişlerdir. Böylece İngiltere kısa bir süreliğine cumhuriyete geçmiştir. Fakat daha sonra Kralcılar ayaklanarak 1689 yılında Britanya'da yarı parlamenter meşrutiyeti yeniden oluşturmuştur. Kralın Parlamento’ya geniş yetkiler, mali özerklik ve dokunulmazlık tanımak zorunda kalmasıyla da Avrupa’da parlamenter demokrasi büyük bir adım atmıştır.

Veya bütün dünyanın model aldığı Fransız Demokrasisini ele alalım! Fransız demokrasisi 1789 ihtilali ile kurulmuştur. İhtilal devrim esnasında sadece 17 bin insana idam cezası vererek, giyotinle başları kesilip, mızraklarla sokak sokak gezdirilmiştir.

Demokrasi ile şiddet arasındaki bu güçlü bağa örnek olabilecek daha onlarca örnek verilebilir.

Avrupa'da 18.ve 19. yy yaygınlaşan demokrasi büyük bir atılım ve gelişim göstermiştir. Çünkü bu ülkelerde büyük bir sanayi devrimi yapan devrimci, ilerici burjuva sınıfı gerici feodaliteyi aşmak için halkla birlikte mücadele etmiştir.

Elbette Türk demokrasisi de kendi özel tarihsel koşullarında buna benzer süreçlerden geçmiştir. Ama Türk demokrasisi Avrupa’daki modellere göre büyük farklılıklar göstermektedir. Denebilir ki  "A la Turca" demokrasimiz melez bir demokrasidir ve büyük ölçüde despot veya dikta özellikleri içinde taşımaktadır. Büyük ölçüde dikta özellik taşıyan anti demokratik yasalar 12 Eylül 1980 askeri faşist darbenin bir mirasıdır.

Sayın Onur İlimsever, "A la Turca" demokrasimizin tarihsel köklerini göstermiştir. Ben ise ona katkı için üç noktaya daha dikkat çekmek istiyorum:

"A la Turca" demokrasimiz; Türk burjuva sınıfının

1) Emperyalist çağda emperyalizme bağımlı olmasından dolayı sanayi devrimi yapamayarak zayıf kalmasıyla,

2) Türk burjuvazisinin bu zayıflığına bağlı olarak emperyalistlerle işbirliği yapması nedeniyle (1952 NATO üyeliği ile Türkiye’de faili meçhul cinayetleri ve toplu katliamları vs. kısaca meşru olamayan şiddeti örgütleyen, hukuk, yasa dışı ve anti demokratik hareket eden "Süper Nato" veya Gladyo denen derin devlet kurulmuştur) ve de

3) Yine 1950 sonrası büyük burjuva partilerinin (DP, AP, ANAP, AKP vs. gibi) Siyasi seçim nedeniyle özelikle feodal toprak ağaları, aşiret ve cemaatlerle işbirliği yapması nedeniyle melez ve yarı despot özelliğini almış ve halen de daha da geri giderek bu özelliklerini korumaktadır.

Emperyalizme karşı “bağımsızlık” için ve de içerde gericilik ve bölücülükle mücadele Türk demokrasinin gelişimin ön koşulu olmuştur.

Yorumlarınız ve katkılarınız

Yorumlarınız ve katkılarınız için teşekkür ederim. Ancak size katılmadığım bir iki nokta var, izninizle belirtmek isterim:

Şiddetin demokrasinin bir parçası olduğu fikri demokrasinin kendisiyle ilgili değildir. Sizin belirttiğiniz örnekler devrimlerdir ve evet devrimler kansız olmaz. Kendiniz de yazmışsınız, devletler yönetmek için şiddete ihtiyaç duyarlar. Max Weber bunu "violence légitime" olarak tanımlar. Bu "meşru şiddet" ancak ve ancak bireylerin bir arada yaşaması için gerekli olan kamu düzeni bozulursa devreye girmelidir. Bunu dünyada bugün en iyi uygulayan ülke İngiltere'dir. Sebebi de demokrasinin devrimle değil evrimle gelmiş olmasıdır. Bu yüzden de demokrasilerin olmazsa olmazı sayılan anayasa, anayasa hukukuna göre dünyanın demokrasiyi en iyi uygulayan ülkesi kabul edilen İngiltere'de gereksiz bir metindir ve yoktur. 19. yüzyıla damgasını vurmuş neredeyse tüm fikirlerin anavatanı olan Fransa'da bugün hala yürürlükte olan 1958 Anayasası hazırlanırken 1789'dan beri konuşulan "devrimi bitirme" tartışmaları halen devam ediyordu. Fransa'da dahi demokrasi 170 yıl sonra bile henüz oturmamıştı. Tekrar altını çizmek gerekirse, devletin sahip olduğu silahlı güç insanların bir arada yaşamasını (co-existence) sağlamalı ve başka bir görev üstlenmemelidir.

İkinci olarak Türk burjuva sınıfının tarihsel gelişimiyle ilgili katkınız çok yerinde olmuş. Açıkçası yazının fazla uzun ve sıkıcı olmaması için demokrasinin gelişimindeki aktörlere çok genel hatlarıyla dahi olsa girmek istemedim. Eklemek istediğim tek nokta 3. maddede belirttiğiniz 1950'den sonra ifadesi içindir. 1950'den önce ve Atatürk döneminde de devlet büyük toprak ağalarıyla iş birliği içerisindeydi. Özellikle de 1930'lardan itibaren bu iş birliği daha da kuvvetlenmişti. 1925 yılında kaldırılan aşar vergisi gerçekten çok cesur (bütçenin %40'ından feragat demekti) ve halkçı bir adımdı, fakat sonrası gelmedi. Bu konuda tek bir örnek sanırım yeterli olacaktır: Demokrat Parti iktidarının en öndeki siyasi figürü olan Adnan Menderes Aydın bölgesinde büyük bir toprak ağasıydı ve bu nüfuzuyla 1931'de CHP'ye girebilmişti. Aşiretten kastınız ise sanırım doğu bölgeleri. Bu noktaya da itiraz etmem gerekir. Zira, 1923-1938 arasında (eğer yanlış hatırlamıyorsam) 10-12 kadar Kürt isyanı patlak vermişti ve o dönemde bölgedeki aşiretler "devletten yana" ve "devlete karşı" olarak ikiye bölünmüş idiler. Cemaatler konusunda haklısınız, tek parti hiç birine göz açtırmıyordu ve hepsi o dönemde yeraltına çekilmişti, 1950'den sonra hortladılar. Tek istisna mevlevilerdir.

İlimsever'e yanıt

Sayın İlimsever, aslında büyük ölçüde fikirlerimiz uyuşuyor.

Ama şiddet konusunu daha da berraklaştırmak gerekir.

Şiddetle devrim arasındaki ilişki olduğu gibi, demokrasi ile şiddet arasında da canlı-organik bir ilişki vardır. Bu ilişkiyi amaç-araç diyalektiği ile en iyi açıklayabiliriz. Yani şiddet hem devrimin hem de demokrasinin bir aracıdır. Karl Marks şiddeti devrimin ebesi olarak tanımlar. Fakat aynı zamanda demokrasi açısından da Karl Marks işçi demokrasisini burjuvaziye karşı "proletarya diktası" olarak değerlendirir.

Yani "meşru" şiddet; sadece İngiltere'de kamu düzenini saplamak için değil, demokratik olan BÜTÜN ülkelerde uygulanan bir ilkedir. Demokratik rejimlerde bu nedenle şiddet sadece devletin TEKELİNDEDİR! Devlet dışı şiddet uygulanması meşru ve yasa dışı olduğundan(Örneğin terör gibi) bu şiddetin kesinlikle yasal olarak takip edilmesi şarttır. Kaldı ki devlet dahi şiddeti keyfi olarak değil, geçerli yasal normlar çerçevesinde uygulamak durumundadır. Elbette biz ideal olması gerekenden bahsediyoruz. Kısaca, şiddet olmadan demokratik hiç bir rejim kamu düzenini sağlayamaz.

Şiddet hem devrimin hem de demokrasinin bir aracı olması ile birlikte arada bir fark vardır: Devrime hizmet eden şiddetin meşruluğu sorgulanamaz! Hâlbuki demokrasiye hizmet eden şiddet meşru sınırlar içinde olma zorundadır. Bu nedenle bu şiddetin hukuk, anayasa ve yasa tarafından tanımlanması ve ordu, jandarma, polis, yargı gibi kamusal bir alanda kurumsallaşması şarttır.

Saygılar.   

naçizane bir yorum

Demokrasi sadece son elli yılda veya ittihat terakki dönemimde değil.ondan önce osmanlıda tanzimat ve ıslahat dönemlerinde de tepeden inmiştir.padişah fermanıyla demokrasi gelmesi de tepeden inmedir. zira Türk toplumunda hiçbirşey aşağıdan gelmez.herşey tepeden iner.sizi ailenizde babanız, babanızı dedeniz dinlemez;okulda öğrenciyi öğretmen,öğretmeni müdür dinlemez vs bu örnekleri çoğaltabiliriz.yani bizim toplumumuz feodal yaşam biçimindedir ve sadece demokrasi değil herşey tepeden inme gelir.tepeden inmezse de gelemez zaten.kimse bunu dşünmez bile.aslında bence buradaki gerçek, demokrasinin bize ait bir değer olmamasından kaynaklanmaktadır.bu yüzden de bizde bunun kültürel kökü bulunmamaktadır.asıl gerçek budur.bence bizim yapmamız gereken şey demokrasiyi ithal etmeye çalışmaktan ziyade,kökü bizde olan,aynı değerlerin bizdeki karşılıklarını bulmak ve bunları kavramsallaştırmaktır.anca o zaman bu kültürü geliştirebiliriz.saygılar.

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.