Atatürk – Başkanlık Sistemi - Diktatörlük

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Gökhan Cebeci

   ‘Atatürk diktatör müydü?’ konusu son yılların en art niyetli tartışmalarından biridir. Cumhuriyet’in ilk yıllarından cımbızlayarak ve elbette çarpıtarak verilen örneklerle, hep de belli kişilerce ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülen ama bir türlü de yedirilemeyen bir konu bu. Nasıl yedirilebilir ki? Ahlak ve şükran duygusu olan insanın midesi kaldırmaz bu vefasızlığı. Üstelik Atatürk’ü diktatör olmak ile suçlayanların bugün adına ‘Başkanlık Sistemi’ denilen tek adam yönetimini savunmaları ibretle izlenirken…

 

   Öyle bir diktatör ki (!)… 1978 yılında, Birleşmiş Milletlere bağlı UNESCO, genel kurulunda oy birliği ile aldığı kararla 1981 yılını tüm dünyada Atatürk yılı olarak kabul etmiştir. Ne öncesinde ne de sonrasında başka her hangi bir lider için böyle bir karar alınmamıştır. Çünkü kararın gerekçesinde yer alan, ‘UNESCO’nun ilgilendiği tüm alanlarda olağanüstü bir reformcu olduğunu göz önünde tutarak, özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı en önce açılan savaşların ilk liderlerinden biri olduğunu kabul ederek, dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın, sürekli barışın kurulması için çalışmalarının olağanüstü bir örnek olduğunu ve tüm yaşamı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımını gözetmeden, bir uyum ve işbirliği çağının doğacağına olan inancını anımsatarak,eylemlerini her zaman barış, uluslar arası anlayış ve insan haklarına saygı yönünden yapmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Atatürk’ tanımına uyan başka büyük bir devlet adamı daha yoktur.

 

   Hal böyleyken ve bütün dünya O’na hakkını teslim ederken, kendi ulusundan kimilerince ‘diktatör’ olarak gösterilmeye çalışılması inanılır gibi değildir.

 

   Bu konuda en ufak kuşkusu olanlar çok değil biraz olsun Atatürk’ü araştırırlarsa gerçeğe kolayca ulaşabilirler. Bunun en güzel örneklerinden biri de, yazımıza kaynak olan, akademisyen Orhan Çekiç’in ‘Son Yıl 1938’ adlı kitabıdır.

 

* * *

 

   1933-1937 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’ni yapmış Sir Loraine, Atatürk’ün ölümünden 15 gün sonra ülkesine çektiği telgrafta:

 

   “Atatürk, batıda ‘yes-man’ ve uzun süredir Türkiye’de ‘evet efendimci’ olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor, bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, onlar için düşünüp onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa görevlerini yerine getirmedikleri kanısına varıyordu.

 

   Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olduğu kanısındayım. Hem savaşta hem barışta evet o büyük bir liderdi ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum. Ancak Hitler ve Mussolini’nin tersine, devlette yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu, mahkemelere emir yetkisi yoktu, diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi.” sözleri ile Atatürk’ü doğru ve yalın bir şekilde anlatırken bugünler ile ilgili öngörüsünde de haklı çıkacaktır.

 

   Genç bir subayken İttihat ve Terakki Partisi’nin genel kurulunda partinin askeri kanadına, ‘Eğer askerseniz, kışlanıza gidin burada siyaset yapmayın; yok eğer siyaset yapmak istiyorsanız, o zaman da sırtınızdaki bu üniformayı çıkartın, istifa edin, sonra siyaset yapın” diyen… Yıllar sonra kurduğu Cumhuriyet rejiminde bunu uygulayan… Asker kökenli olmayan devlet liderlerinin bile üniforma giydiği dünyada kendisi mareşal olmasına karşın devlet adamlığı boyunca üniforma giymeyen bir diktatördür (!) O.

 

   Mevcut hükümeti eleştiren bağımsız milletvekillerinin yeniden seçilebilmeleri için destek verirken, kendilerine kök söktürdükleri için bu milletvekillerini mecliste istemediklerini söyleyen CHP Genel Sekreteri Recep Peker’e: “Elbette konuşacaklar, elbette tenkit edecekler. Biz bu arkadaşların Meclis’e girmelerini neden teşvik ve ihzar ettik Recep? Bir oyun olsun diye mi? Hayır efendim, bilakis biz onları gayet ciddi bir düşünceyle, işlerimiz hakkındaki fikir ve kanaatlerini açıkça söylesinler, yaptıklarımızı tenkit etsinler, yani yeri boş kalan muhalefetin, bir dereceye kadar olsun, vazifesini görsünler diye Meclis’e getirdik, öyle değil mi? O halde niçin sinirleniyorsunuz? Neden şikayet ediyorsunuz? Yoksa kendinizden emin değil misiniz? İcraatınızda savunamayacağınız noktalar mı var? Şunu açıkça söyleyeyim ki, benim katiyen böyle bir endişem yoktur. Bütün yaptıklarımı her zaman, her yerde savunabilirim!” sözleri ile çıkışan yine diktatör (!) Mustafa Kemal’dir.

 

   Öyle ki, Avrupa ülkeleri diktatörlerin pençesine bir bir düşerken, O meclisteki bağımsız milletvekillerinin muhalefeti ile yetinmeyecek, henüz Cumhuriyet’in 7. yılı ve devrimlerin sürdüğü bir dönem olmasına karşın, eski Başbakan ve çocukluk arkadaşı olan Fethi Bey’e bir muhalefet partisi kurdurtacak ve kız kardeşi Makbule’yi de bu partiye üye yapacaktır.

 

* * *

 

   Kendisine diktatör sıfatını yakıştırırken, bugünün Türkiye’sine Başkanlık Sistemi’ni uygun bulanlar bilmezler mi ki?..

 

   Devlet Başkanı’nın aynı zamanda fiilen Başbakanlık görevini de üstüne alması gerektiği tartışmaları yapıldığı sırada, Atatürk, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a: “Şaşarım o efendilerin aklı perişanına. Hep biliyoruz ki, memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim aynı yola gitmekliğim, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir.” demiştir.

 

   Halkın desteği ve kendisinin gücü olmasına rağmen: “Amerikan sistemini memleketimizde tatbik etmeyi hiç hatırıma getirmedim; sistemsiz ve kanunsuz tarzda, Reisicumhurlukla Başvekaleti birleştirmeyi düşünmedim ve düşünecek adam olmadığım bütün milletçe malumdur zannederim.” sözleri ile Başkanlık sistemini ve kendisinin Başkan olmasını net bir şekilde reddetmiştir.

 

   Sorarım onlara…

 

   Ulusal egemenliğe inanan ve meclis kuran, sonrasında Cumhuriyet’i inşa eden, demokrasinin olmazsa olmazı laikliği esas alan, ‘Savaş, mutlak zaruret olmadıkça cinayettir’ diyen, her zaman halkının arasına katılan, komşu ülkelerle barış paktları kuran, ‘Yurtta barış, dünyada barış’ ilkesini benimsemiş, yenilgiye uğrattığı devletler tarafından saygı duyulan ve hatta Yunan Başbakan Venizelos tarafından Nobel barış ödülüne aday gösterilen, yurtdışına taşıdığı bir serveti olmayan ve mevcut varlığını yasa çıkartarak hazineye bağışlayan, kuldan bireye geçişi, yasalar önünde de eşit yurttaşlığı sağlayan, bir ulus yaratan ve ona bağımsızlığını veren, ölümünden sonra sessizce yeni Cumhurbaşkanının seçilebildiği ve düzenin aynen devam edebildiği bir rejim emanet etmiş bir adama diktatör denilebilir mi?

 

   Atatürk’ü eleştiren hatta suçlayanlar bilmelidirler ki, Atatürk’ün kurmuş olduğu çağdaş Cumhuriyet ve uygulamış olduğu devrimler sayesinde bu eleştiri ve suçlamaları yapabiliyorlar. Biat kültürünü savunan ve aydınlanma karşıtı tutum içerisinde olanlar, söz konusu Atatürk olunca demokrat (!) kesiliyorlar. Hiçbir şeyi kabul etmeseler bile bu özgürlükleri için bile Atatürk’e bir teşekkür borçlular.

 

   Cumhuriyet’in kurucusuna, kurduğu Cumhuriyet sayesinde sövüp, kurduğu Cumhuriyet’e karşı olmak ancak kimi vefasızlara yakışır.

 

   O vefasızlar ne söylese boşuna… Diktatörler tek başlarına ölürler ve lanetle anılırlar. Atatürk ise milyonlarca kalpte yaşamaya devam etmektedir.

 

Gökhan CEBECİ

iletisim@politikadergisi.com

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.