Anayasa Tartışmalarına Güncel Katkı

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Alper ERDİK

12 Haziran seçimleri öncesinde de, herkesin dikkatini mutlaka çekmiştir, Tayyip Erdoğan’ın ağzından AKP, yeni iktidar döneminde yapacağı en önemli şeyin, anayasayı değiştirmek olacağını, defalarca belirtmişti. Zira artık, bu partinin önünde, dokuz yıl önce olduğu gibi, kendisini “rejimin bekçisi” olarak niteleyen güçler, odaklar, kurumlar yok. Bunlar, çeşitli “operasyon”lar ile ya dönüştürüldü

 ya da bertaraf edildi. O halde, anayasanın zamanı, üzerinde durmayı hak eden bir konu değil; 2007’deki girişimler de aynı şekilde.

Burada ise, aslolarak, bize, genel durumları değil; soldan bakınca gördüğümüz özel alanları irdelemek düşüyor. Ne yazık, her zaman olduğu gibi, bu “alengirli” ve “netameli” konuda da, solumuzun “acziyet”ini çözümlemek de yine bize kalıyor. Anayasanın ne olduğuna, ne içerdiğine, nasıl yapıldığına dair  “teorik” değinmeler de ihmal edilecek gibi görünmüyor, hem de bu süreçte. Bu vesile ile, başlıkta belirttiğimiz gibi, başlıkların hepsine, önemli bulduğumuz noktalar üzerinden giriş yapmak; sürecin başında, şimdilik yeterli gibi görünüyor.

Meşruiyet kaynağı olarak anayasa

Hemen her siyasi grubun, anayasa tartışmalarının güncelliği nedeni ile yaptığı yorumlar ve söyledikleri, özetle, şuraya çıkıyor: Anayasa, “toplumsal sözleşme” metnidir. Tespitin barındırdığı “gizil liberal” yaklaşım, bizim için sürpriz değil. Oysaki Türkiye solu da, maalesef, aynı teraneyi dillendirmekte.  Yani bunlar için ideal olan şu imiş ki, bir anayasa yapılacaksa, her kesimden insan ve grup, buna dair görüş bildirmeli!  Çok güzel, o zaman bir “fantezi” üretelim ve “toplumsal sözleşme”nin taraflarının kimler olduğunu düşünelim: İşçi sendikaları, patron dernekleri, şeriatçı “sivil toplum” örgütleri, akademisyen veya din görevlileri dayanışma grupları, solcu öğrenci birlikleri, liberalizm yanlısı vakıflar… Buradan ne, nasıl bir sözleşme çıkar; cevabını bile beri gelsin!

Solculuk, devrimcilik gibi iddiası olanların, bilmemelerine imkân yok, bu sıfatları taşımalarının nedeni, toplumun sınıflardan müteşekkil bulunduğudur, bu bir. İki, bu sınıflardan birinin ekonomik ve politik iktidarı ele geçirmek için, çeşitli araçlarla mücadele ettiği, bu iktidarı aldığı zaman da, diğer sınıfları ezdiğidir. Üç, hâkim sınıfın yönetim aygıtı olan ve devlet denilen örgütlenmenin bir ideolojisinin bulunduğu ve bunun da somutlaştığı, işlevselleştiği bir metnin olduğu, buna da anayasa dendiğidir.

Söylediklerimizin sulandırılmaması için, eklemekte fayda var; bu metinlerde, toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren maddeler de olur elbette, bu, yukarıda yazılanlarla bir çelişki arz etmez. Tam tersine, onların tamamlayıcısıdır bunlar. İktidarı protesto etme hakkı, grev, sendika hakkı; tabii ki bulunacaktır bir kapitalist devletin anayasasında, aksi halde, demokrasi denilen şey havada kalacak; patronların arkasına gizlendiği perde inecek; günümüzdeki burjuva diktatörlüklerinin açık faşist yüzleri ortaya çıkacaktır!

Konuyu netleştirecek bir örnek vermek gerekirse, bugün bir masal gibi anlatılan, eski Türk Ceza Kanunu’nun, pek çok devrimcinin yargılandığı, hüküm giydiği; “sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıfın üzerinde baskı kurması için mücadele vermek,” maddesi neden vardı ve ne işe yarıyordu? İşçi sınıfının patronları ezmesini savunmak suçken, patronların işçileri sömürmesi niye suç değildi? Cevabı açıktır.

Anayasa yapma yetkisi

Bu da, yine herkesin hemfikir olduğu bir konu ki, anayasayı, sadece “kurucu iktidar” veya “kurucu meclis” yapar; doğrudur. Anayasa bir rejimin ideolojik özü ise, bu öz, sadece inşa dönemlerinde yenilenir. Restorasyon süreçleri ise, başka bir boyutta ele alınmalı. Örneğin, ’61 ve ’82’de yapılan anayasalar, ’21 ve ’24 anayasaları ile temeli atılan Cumhuriyet’in genel yapısını değiştirmemiş, önce onu ileri taşımış, sonra da gerileştirmiştir. Kopuşlar söz konusu ise de, süreklilik daha belirgindir.

Bugün tartıştığımız anayasa süreci ise, bunlardan çok daha farklı bir yerde duruyor. Belirtmeliyiz ki, bu “kurucu”luk mevzuu, ilgili başlık altında, daha önemle ele alınmalıdır. Bizim de içinde bulunduğumuz pek çok sosyalist kişi ve kurumun yaptığı tahlil, malum, AKP’nin, uluslararası bir “operasyon” ile iktidara taşındığı ve “ikinci cumhuriyet” olarak isimlendirilen rejimi, yukarıdan aşağıya inşa ettiği, bu inşa döneminin de sona yaklaştığıdır. Şu barizdir ki, karşı-devrim de bir devrimdir. O halde, AKP, yeni bir ülke, yeni bir cumhuriyet, yeni bir devlet yaratıyorsa, “kurucu”dur ve anayasa yapma yetkisine, “teorik” açıdan sahiptir.

Pekâlâ, o halde, Türkiye solu olarak, bu duruma dair söyleyeceklerimiz nedir ya da var mıdır, olabilir mi? Bu bahsi sonraya bırakarak, şimdilik şunu not edelim ki, AKP’nin “kurucu” olmadığını iddia eden CHP ve MHP, yeni anayasa çalışmalarını yürüten komisyona dâhil olarak, kendileri ile çelişiyorlar.

Yeni anayasanın ipuçları

Anadolu’daki yerel ve takkeli tüccarların, ki kökleri geçtiğimiz yüzyılın başındadır, doksanlı yıllarda yaptıkları atılım ve Refah ve AKP iktidarları döneminde yaşadıkları, yaşıyor oldukları altın çağ malum; bu partileri ülke yönetimine taşıdıkları da. Bununla beraber, ilgili kesimler, henüz ülke siyasetine “doğrudan” müdahil değiller, daha doğrusu, Tayyip Erdoğan buna lüzum bırakmıyor, onların her talebini açıkça dile getiriyor. Bu kesimlerin örgütü olan MÜSİAD, geleneksel Batıcı burjuvazinin TÜSİAD’ına, Başbakan üzerinden yükleniyor.

Ülkemizdeki sermaye odakları arasında bir çelişkinin olabileceğini, ya da, bu odaklardan “beyaz” olanının, bu çelişkiye sahip çıkabileceğini düşünenler olsa da, geçtiğimiz yıllar bize gösterdi ki, en güçlü patron kurumu, TÜSİAD, AKP’ye çoktan teslim oldu. Erdoğan’ın referandum döneminde, çekimser kalma eğilimi gösteren patronlara attığı fırça, hala unutulmuş değil. Belki de bu nedenle, bu yeni anayasa konusunda, “ilk adım”ı, TÜSİAD attı ve geçtiğimiz Mart’ta, Turgut Tarhanlı ve Ergun Özbudun’a hazırlattığı anayasa taslağını, kamuoyuna açıkladı. Böylelikle, patronlar, meseleye hem ilgisiz kalmadılar, hem de sınıflarının siyasi temsilcisine, AKP’ye, istedikleri şeyler konusunda ön mesaj verdiler.

Tamamını elbette inceleyemeyeceğiz; fakat, taslağın önemli noktalarına bakmak gerekirse, patronların şöyle talepleri var: Yerel yönetimler güçlendirilsin, kimlik örgütlenmelerine olanak sağlansın, değiştirilemez 3 madde değiştirilsin!.. Bunlar ne ifade ediyor; evvela, ülkemizin zaten değişen mevcut rejiminin hukuki olarak da değiştirilmesini, dinsel ve etnik aidiyetlerin, modernizmin siyasi alana yansıması olan ulus ve sınıf kavramlarının yerine ikame edilmesini, neo-liberalizmin dünya çapında hedefi olan, merkezi değil, bölünmüş, küçük ekonomik alanlara ayrılmış ülkeler yaratmasını tabii ki.

Görüldüğü üzere, bu taslak durup dururken açıklanmış değildir ve AKP’nin, patronlar üzerinden, nabız yoklamasıdır. BDP’nin bunlara itirazının olmadığını ve dahası, tam da böyle bir anayasa talebinde bulunduğunu da anımsarsak, bugün ülkemizdeki iki “ana” siyasi kutbun, AKP(-Cemaat) ve BDP(-PKK), dikkat edilsin, “en genel anlamda”, bir “mutabakat” içinde olduğu anlaşılacaktır.

Anayasa çalışmaları başlıyor

12 Haziran’daki seçimlerde vekil olmaya hak kazanan, ve fakat, YSK’nin anlaşılmaz kararları ile, hapisten çıkamayan kişilerin mensubu oldukları partiler ve de AKP arasındaki dalaş, bütün bir yazın ana gündemi idi. MHP’nin tarihsel kaypaklığı, CHP’nin tarihsel reformistliği ve Kürt hareketinin tarihsel pragmatistliği; bilindiği üzere, meseleyi yine AKP lehine sonuçlandırdı ve belki de bunda en büyük etken, bunların, yeni anayasa sürecinin dışına düşmek istememeleriydi. Nihayetinde, AKP, kendisine esip gürleyen bu üç siyasi grubu da, ilgili komisyonuna katmayı bildi.

Burada, daha önce, anayasa yapımı ile ilgili olarak söylenenleri anmak yerine, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun yaptığı ilk toplantıdaki,(19 Ekim 2011 tarihli), konuşmalardan kimi bölümler alarak, bizi nasıl bir sürecin beklediğini çıkarsamaya çalışmakta fayda var. Zira, komisyonun ismi dahi, “dört benzemez” partilerin “kafa”larını anlamaya yetiyor.

Komisyon Başkanı Cemil Çiçek, açılış konuşmasına, şu tespitle başlıyor: “Türkiye’de ilk defa serbest ve adil seçimle seçilenler, halkın ve uzmanların desteğiyle bir anayasa yapacak.” İleride ise şöyle söylüyor: “Anayasa gibi, bütün toplumsal kesimlerin ittifak ettiği temel bir uzlaşı metninin ortaya çıkarılmasının gelişen olayları da dikkate aldığımızda ne kadar zor olduğunu hepimiz kabul etmeliyiz. Fakat ülkemiz için bu bir zorunluluktur ve yeni bir anayasa yapma olgunluğu ve becerisini hep beraber göstermeliyiz. Ortak aklı harekete geçirerek ve uzlaşı kanallarını açık tutarak anayasa yapım sürecini başarıyla sonlandırmalıyız.”

Aynı şeyler yinelense bile, AKP’nin mantığını anlamak açısından, Çiçek’in sözlerini buraya almaya devam ediyoruz, diyor ki komisyonun başkanı: “Bizim burada bulunma amacımız, Türkiye’ye ve millete yakışır bir yeni anayasa yapmaktır. Ülkemizi geleceğe taşıyacak, hepimizin içinde kendini bulacağı, ‘işte benim anayasam’ diyebileceği bir toplum sözleşmesine ihtiyaç vardır.”  Burada, araya girme zamanı geldi, Cemil Çiçek’in anlatmaya ve bizi inandırmaya çalıştığı, mevcut anayasanın ve de diğer üçünün, gayrimeşru olduğu, seçilmeyen hükümetin anayasa yapamayacağı ve de en önemlisi, yapacakları anayasanın, toplumun her kesimini memnun edeceğidir. Bu lafız hep aynıdır; ancak, ilk tespit yenidir, anlıyoruz ki, AKP ve Cemaat, Kemalist kadroların, Kurtuluş Savaşı yılları ve sonrasında yaptıkları “toplumsal sözleşme”leri yok saymaktadır.

“Seçilerek anayasa yapan ilk iktidar” olmayı kafasına koymuş AKP’nin Çiçek’i, kendilerine birisi çıkıp da, neden anayasa yapma ihtiyacı hissettiniz, sorusunu sorar diye herhalde, cevabı peşinen veriyor: “12 Eylül yönetiminin 1982 Anayasası’yla Türkiye’ye bıraktığı otoriter mirasın kısmi değişikliklerle ortadan kaldırılamayacağı açıktır.” Bu anlamsız tespiti tekrar okuyup söyleyelim ki, asıl açık olan; bugün, “bir ’82 Anayasası”ndan zaten söz edilemeyeceğidir. Bugüne dek, pek çok maddesi defalarca değiştirilmiş bu metin, AKP’yi bile dokuz yıl idare edebilmiştir. Öte yandan, 12 Eylül’deki referandumdaki son ve kapsamlı değişiklik, patronlara ilaç gibi gelmiştir. Fakat, asıl amaç başkadır, asıl amaç, TÜSİAD taslağındaki gibi, ilk üç maddeye olan öfke ve yerelleşme ve de “feodal” gruplara yol verme isteğidir.  

Komisyon Başkanı, katılımcı partilere, kendilerini oyuna getirmediklerini, uzlaşma lafını boşuna ortaya atmadıklarını söylemek için olacak, herkesin içine su serpecek bir vaatte de bulunuyor: “Çalışmalar esnasında, Meclis’te temsil edilmeyen siyasal partiler, sivil toplum kuruluşları, meslek kuruluşları ve uzmanların görüşlerine başvurulacaktır.” Ekleyelim, Meclis Başkanlığı’nın, AKP’yi eleştirmeyeceği kesin olan “sade vatandaş”ın da sürece katılımını sağlamak için hazırladığı, görüş bildirme süresi 31 Aralık’a kadar, bir de web sitesi var.

Yeni anayasa sürecinde ilk uzlaşma!

Aynı toplantıda, AKP’yi temsilen orada bulunan Mehmet Ali Şahin’in konuşmalarını, bunlar, Çiçek’inkilerden farklı olmadığı için geçiyorum. CHP adına, ilgili komisyonda bulunan Musa Kart, partisi adına, orada bulunmaktan duyduğu onur ve kıvancı, niyeyse, paylaştıktan sonra, oldukça ilginç tespitler yapıyor. ’61 Anayasası’na dair olumlu şeyler söyleyen Kart, bunun kalıcı olmadığını; zira, DP ve AP’yi dışladığını dile getiriyor. Yani o da, anayasanın ancak uzlaşma ile yapılabileceğini vurgulamış oluyor.

’82 Anayasası’na ilişkin de, artık klişeleşmiş söylemleri tekrarlayan CHP’li vekil, bu metnin hiçbir zaman toplumda kabul görmediğini iddia ediyor ki, bu da bizi sadece güldürüyor. Acı bir gerçektir; fakat, söylemekte yarar var, emekçi halkımız, rekor bir kabulle bu anayasayı onaylamış, ezilenlerin politik önderlerininkileri saymazsak, doğrudan hiçbir zaman, buna dair bir değişiklik talep etmemiştir. Burada görülen şudur: Liberallerin ve dincilerin “ezber”leri o denli etkilidir ki, Musa Kart bile, bunları gerçekmiş gibi anlatıyor.

Bundan sonra, Kart, AKP döneminin tüm otoriter, faşizan uygulamalarını, haklı olarak gündeme getirip yeni süreçte bunlara da çözüm bulunmasını istiyor, ve fakat, kişi ne kadar ilerici olursa olsun, CHP’liliğin kafada yarattığı siyasi algı sınırları, bir kez daha darlığını gösteriyor ve vekil, yeni anayasa yapımı esnasında, kriter ve referansların neler olması gerektiğini sayarken, ABD’nin taşeronu AB’ye işaret ediyor: “Bizler bu çalışmamızı yaparken, Avrupa Birliği ilerleme raporları, insani gelişmişlik endeksi -temel ölçüler bunlar çünkü- bunları esas almak durumundayız.”

MHP temsilcisi Faruk Bal ise, ’21 ve ’24 Anayasalarını eleştirmeye cesaret edemediğinden sanırım, ’61 Anayasası ile ilgili tenkitlerde bulunuyor: “Devletiyle milletini barıştıran bir anayasaya ihtiyacımız var. 1960 yılı itibarıyla millet, devletine küsmüştür. Devletiyle milletini barıştıran bir anayasa ve demokrasi ile cumhuriyeti bağdaştıran bir anayasaya ihtiyacımız var.” Bu anlaşılması aslında zor olan ve zaten anlamsız cümleleri bırakıp asıl “önemli” söyleme gelirsek, diyor ki Bal: “ Bu çarpık anlayışı ortadan kaldırarak laiklik ve din ve vicdan hürriyetini, devlet ve millet değerleri olarak birbirleriyle çatıştıran değil, barıştıran bir anlayış içerisinde yeni anayasaya ulaşmamız gerekmektedir.”

BDP adına konuşan Ayla Akat Ata ise, önce, aslında, tam da bu süreçte, solumuzca, önemle tartışma konusu edilmesi gereken bir olgudan, ’21 Anayasası ve Kürtlerin o dönemki ve bugünkü muhtemel konumlarından bahsediyor: “Bugün itibarıyla, belki, öreceğimiz süreçte, başlangıç itibarıyla 1921’deki ruhu taşıyabilirsek eğer cumhuriyeti kurduğumuz gibi cumhuriyeti demokratikleştirmenin de temel unsurları olabiliriz.”

Bu çok önemli, doğruluğu yanlışlığı ayrı konu, tez ile başlayan Ata, sonrasında ise, yeni anayasaya, aslolarak nasıl baktıklarını şöyle anlatıyor: “Bugün Türkiye’nin en acil çözüm bekleyen sorununun Kürt sorunu olduğunu, farklı kesimler tarafından, siyasal yaklaşımlar tarafından farklı değerlendirilse de ülkemizin bu kanayan yarasının artık sarılması gerektiğini, sorunun siyaseten çözümünü dayatmışken hala askeri, operasyonel yöntemlerde ısrarın farklı boyutlarda acı sonuçlarıyla karşılaştığımızı, bu nedenle bugün atılan bu adımı da siyasi çözümün ilk adımı da gördüğümüzü belirtmek istiyoruz.” 

Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun ilk toplantısının ilk oturumu, bu şekilde sona eriyor. Katılımcı partilerin, en geneli ile, konuya dair düşüncelerini netleştirmek için tutanaklardan yaptığımız alıntılardaki cümleler, konuşma cümleleri olduğundan, dikkat çekmiştir, yer yer anlamsızlaşıyor. Ancak biz, kimin ne dediğini gayet iyi anlayabiliyoruz.

Bu kısa alıntıların, parti politikalarını tam ifade etmeyeceği söylenebilir. Burada da şunu belirtmek lazım, ilgili alıntılar, vekillerin konuşmalarının “en önemli” yerleridir.

Bu açıklamalardan sonra, genel bir yorum ile, herkesin de katılacağı varsayımıyla, söylenebilecek şey şudur: Meclis’teki dört parti de, mevcut anayasaya muhaliftir, hepsinin muhalefet noktaları da farklıdır; ancak, ne hikmetse, hala, birbirleri ile uzlaşma ümidi içindeler. Dahası ve bizi en çok ilgilendiren, bunların hiçbiri, ’82 Anayasası’ndan, bu, patronların talepleri ile, ve devrimcilerin kanları dökülerek hazırlandığı için şikâyetçi değiller! İkincisi, yeni anayasa talepleri de, emekçi, yoksul halkımızın sömürülmesine, neo-liberalizmin vahşi saldırılarına maruz kalmasına, iktidarın faşizmine bir itirazları olduğundan doğmuyor!

Çok da anlaşılmaz değil, partilerin burjuva sınıfsal karakterleri,  uzlaşma dedikleri şeyi, beraberinde getiriyor.

Tekerrürün adresi: Dolmabahçe!

Bilindiği üzere, AKP, son yıllardaki tüm “önemli” icraatlarına “meşruiyet” sağlamak için, kendi kafasınca, konunun muhatabı olan kimseleri, Dolmabahçe’ye topluyor ve ardından, burada konuşulanlar, uygulanmaya başlıyor. Bu kez de bu adet değişmedi. TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu Başkanı Cemil Çiçek ve diğer komisyon üyesi partilerin birer temsilcisi, 3 Kasım günü, basın mensupları ile bir bilgilendirme toplantısı düzenledi. Şeklen bile olsa, dahası, konukların soruları ve Çiçek’in yanıtlarından çıkan sonuca bakarak şunu söyleyebiliriz ki, yeni anayasa süreci de diğer açılımlar gibi başlamadan bitmiş görünüyor.

Burada, toplantıya dair ayrıntıları aktarma gereği duymuyoruz; ancak, sürecin nasıl işleyeceğine dair bilgileri vermekte yarar var.

İlk aşamada, komisyon, katılım, veri toplama ve değerlendirme yapacak; sonra, ikinci aşamada, ilkeler belirlenecek ve metin oluşturulacak; üçüncü aşamada, metin kamuoyuna açıklanacak ve tartışılacak; son aşamada ise, komisyon oluşturduğu taslağı teklif haline getirip Meclis’e sunacak. Sonrası, yasamanın görevi. Bu da, 2012’nin sonlarını bulacak. Önümüzdeki sene, her şey sonuca bağlanmış olacak.

Daha teknik bilgiler de verilebilir, örneğin, komisyon, her bir maddede oybirliği sağlamak koşulu ile çalışma yürütecek vs. Ancak, bu AKP’nin bir lütfu falan değil, süreç ilerledikçe, partiler eğer ki komisyon bileşeni olmaktan vazgeçerse, bu da AKP’ye yarayacak ve AKP’liler, biz, onlara katılım şansı verdik, onlar kullanmadılar, demek ki statükodan kopmaya niyet ve istekleri yok, diyecekler.

“Toplumsal uzlaşma”nın özneleri

Kısa değinilerimizle bile anlaşılacaktır, AKP’nin en büyük kozu, toplumsal meşruiyet yaratma girişimleridir. Sivil toplum örgütleri, dernekler, sendikalar vb. yapılarla istişare edeceğiz, laflarının altında yatan ise açıktır: 2012 başlarında, Cemaat’e yakın tüm kuruluşlar ve bizatihi Fethullah Gülen’in kendisi de, yeni anayasaya dair görüş bildirecektir. Modern dönem siyasetinde ve tüm kazanımları yok edilmiş de olsa bir ulus-devlette, yasal olmayan bir cemaat veya tarikat, ülke rejiminin temel yönetim metnine dair görüş bildiremez, bildirmemeli!

Tam burada, ikinci cumhuriyet fiilen kuruldu, Gülen’in bu rejimde söz sahibi olması da doğaldır, diyenler olacaktır. Fakat mevzunun en kritik yeri de burası zaten. Başta şunu söyledik, kâğıt üzerinde, AKP’nin anayasa yapma hakkı ve yetkisi vardır. Peki, bunu söyleyip kenara çekilmek de neyin nesidir! Onlar için yasal ve meşru olan, bizim için yasadışı ve gayrimeşrudur! Zaten, bu bilince sahip olmayanların yaptığı sol siyaset de eksikli ve yamalıdır.

“Ne yapmalı”ya dair…

Peki, Türkiye solu, Türkiye’nin sosyalist partileri, devrimci öncüler; bu konuda ne yapmalı, ne yapabilir?

Ne yapmaması gerektiğinden bahsedelim evvela.

Öncelikle, hiç kimse, yüzde on barajı vardı, bu solcuları dışarıda bıraktı, bizim Meclis’te söz hakkımız yok, dememeli!

Madem dışarıda kaldık, en azından, toplantılara biz de çağrılalım, biz de orada görüş bildirilelim, yollu açıklamalar yapmamalı!

Ağlamamalı ve de sızlamamalı!

AKP, 12 Eylül referandumu ile, halihazırda zaten dar ve geri bir metin olan ’82 Anayasası’nı sermayedarların talepleri ile kesip biçerken, biz bu oyuna dâhil olmayız, bu olayı boykot ediyoruz deyip kaçak güreşenler, konuya dair pek de söz hakkına sahip değil aslında. O dönem yine boykot diyen BDP’nin, şimdi komisyona katılması ne kadar abesse, bu da o denli gülünç olacaktır. Ancak, yanlıştan dönmek de, özellikle bu süreçte, önemlidir.

Bunlara mukabil, anayasalar, yukarıda da söyledik, devlet aygıtının sahibi sınıfın ideolojisinin, yönetime dair, kapsamlı metinleridir. Yani, bir anayasa tahayyülü, sosyalistler için, aslında devrim sonrasının programıdır. Bu bilince ulaştıktan sonra, yapılacak şey ise iki tanedir: Bir, sistem dışı bir metnin mücadelesini, yani devrimci hareketi yükseltmeye çalışmak; iki, buradan edinilen güç ve özgüven ile, mevcut düzenin anayasa tartışmalarına, en azından geri gidişi durdurmak için müdahil olmak.

Bundan böyle yani, emek, laiklik ve bağımsızlık için, bu ilkelerin esas kriter olduğu bir anayasa mücadelesi de, solun, sosyalistlerin gündemine girmek zorundadır.

Alper ERDİK

iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.