12 Eylül’ün Ardından (2)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Referans İçerik: 
12 Eylül’ün Ardından (1)

   “12 Eylül’ün Ardından” adlı yazı dizimin ilk bölümünde (PD Sayı 8); 12 Eylül'le birlikte gözaltına alınanların, öldürülenlerin çoğunun hangi ideolojiye mensup olduğunu; öldürülen gençlerin ağzından nasıl bir düzen kurmak istediklerini aktarmış ve son olarak da 12 Eylül'ün toplumun hangi kesimlerini palazlandırdığını açıklamıştım. Yazı dizimin ikinci bölümünde ise 12 Eylül'ün hemen öncesinde; ekonominin yapısını ve durumunu, okurlarıma söz verdiğim gibi ekonomik verileri de kullanarak açıklamaya gayret edeceğim.

   12 Eylül'ün getirdiği ekonomik yıkımı kavrayabilmek için, 1970'li yılların son dönemlerindeki ekonomik duruma ve göstergelere bakmak, bizim için belirleyici bir ışık olacaktır.

   1970'li yıllarda hâkim duruma geçen sanayi burjuvazisi ve işçi sınıfı arasındaki çelişki şiddetlenmişti. Montaj sanayiinin gelişmesi ve buna bağlı olarak gelişim gösteren dayanıklı tüketim malları sanayii, (Beyaz eşya, elektrik süpürgesi, otomobil, televizyon vs.) zamanla yan sanayi kollarını da teşvik ederek, modern sanayi görünümü kazanmıştı. Burada montaj sanayii için bir paragraf açmak istiyorum:

   “Montaj sanayii, 1960'lardan sonra gelişmiş ülke şirketlerinin veya çok uluslu şirketlerin, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdeki ucuz emekten yararlanarak, pazardan pay kapmasını sağlayacak olan bir tür yatırımdır. Montaj sanayiinde üretim parçalara ayrılmıştır ve parçalar üretildiği ülkenin dışında birleştirilir. Sadece bu işlem ülkede gerçekleştirildiği için, montaj sanayiinin ekonomiye katma değeri düşük seviyelerde olur. Montaj sanayii, tüketim malı üreten hafif sanayiler içindir ve ağır sanayinin yapılamadığı durumlarda güçlenir.”

   Türkiye'nin teknoloji ve temel girdiler bakımından dışa bağımlılığı ise, mevcut yıllar arasında sürmekteydi. Buna mukabil, dış pazara yönelim de oldukça zayıftı. Tekstil sektörüne yapılan devlet desteği ise artarak devam etmekteydi. Toplam üretimin %60'ını ise özel sektör gerçekleştirmekteydi.

   1974 yılında Etibank Seydişehir Alüminyum Tesislerinin kurulumu ve Karabük Demir ve Ereğli Demir Çelik fabrikalarının üretimi arttırması, sanayi burjuvazinin istekleri ile paralel bir nitelik taşırken, işçi sınıfı; hem sendikal haklarının varlığı, hem işçi sayısındaki artış, hem de işçileri ve işçi örgütlerini destekleyen ve onlara yol gösteren 78 Kuşağı'nın ses getiren eylemlerle kendilerini omuzlaması sonucu toplumda güçlenen bir sınıf olarak, sanayi burjuvazisinin karşısına dikilmişti.

   1977 yılındaki iktisadi kriz ise, ara ve yatırım malı sanayisini ve teknolojisini emperyalizme bağımlı bir ithal ikameci politikayla birlikte birleştiren Türkiye'de; 1969 yılında dünyada çıkan büyük krizin gecikmiş bir hâlini yansıtıyordu. 1977 yılındaki krizle birlikte, döviz kaynakları erimeye başlayan Türkiye için yolun sonu gözükmeye başlamıştı. Dış ticaret göstergelerinin hızla bozulması ile birlikte, ihracatın ithalatı karşılama oranı %30’lara kadar düşmüştü. Kriz koşullarının, ancak dışardan gelecek bir destekle çözüleceğini düşünen hükümet ve bürokratik çevreler IMF ile temas etmeye başlamışlardı. IMF ise vereceği yardımı “aynen günümüzde olduğu gibi” belirli şartlara ve koşullara bağlı olarak vereceğini açıklamıştı.

   IMF'nin Türkiye'den isteklerini ise şöyle sıralayabiliriz:

   Yapılan “devalüasyonların” yetersiz olduğu ve gereğinin yapılması,

   Ücretlerin ve tarımsal desteklerin dondurulması,

   Talebin parasal önlemlerle daraltılması.

   IMF reçetesinden başka çözüm yolu göremeyen dönemin hükümeti, IMF ile anlaşmanın geniş emekçi kesimler üzerine büyük yük bindireceğini ve oluşacak duruma işçi sınıfının tepkisinin de çok sert olacağını bilmekteydi. Hükümet, bu yüzden tek tutunacağı dal olan IMF ile anlaşamıyordu. Krize önlem için ise fiyat kontrollerini devreye sokmak zorunda kaldı. Fiyat kontrollerinin devreye sokulması ise kıtlığı attırdı ve karaborsayı teşvik etti. Türkiye 1977 yılından sonra, darbeye kadar her yıl devalüasyonla karşılaştı. Enflasyon ise tırmanıyordu. 1978'de enflasyon %53 olurken, 1979'da %64 oldu.

   1975 yılında, sanayi kesimindeki “Gayri Safi Kârlar / Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Oranı”  % 8,7’den  % 7,6’ya düşmüştür. “Reel Ücretler” ise 1976 ve 1979 yılları arasında %45 artış göstermiştir. Sanayi burjuvazisi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmanın boyutunun arttığını gösteren bu verilerin en önemlisi ise “ücret/kâr” oranlarıdır. Marx bu orantıyı şöyle ifade eder:

   Kapitalist ile, işçinin paylaşacakları değer, yalnızca bu sınırlı değer, yani işçinin toplam emeği ile ölçülen değer olduğundan, bunlardan biri fazla aldığı zaman öteki eksik alacaktır, biri eksik aldığı zaman da, öteki fazla alacaktır. Bir nicelik sınırlı ise, bunun bir parçası, ötekinin azalmasına ters orantılı olarak artacaktır. Eğer ücretler değişirse, kârlar da ters doğrultuda değişecektir. Ücretler düşünce kârlar yükselecektir, ücretler yükselince de kârlar düşecektir. Daha önce varsaydığımız gibi, eğer işçi üç şilin, yani yarattığı değerin yarısını alıyorsa ya da eğer onun bütün işgününün yarısı ödenmiş emekten ve yarısı da ödenmemiş emekten meydana geliyorsa, kâr oranı %100 olacaktır; çünkü kapitalist de işçi gibi üç şilin alacaktır. Eğer işçi ancak iki şilin alıyorsa, yani işgününün ancak üçte-birinde kendisi için çalışıyorsa, kapitalist dört şilin alacaktır ve kâr oranı da %200 olacaktır. Eğer işçi dört şilin alıyorsa, kapitalist ancak iki şilin alacaktır ve kâr oranı %50'ye düşecektir. Ama bütün bu değişiklikler, metanın değerini etkilemeyecektir. Ücretlerde genel bir yükselme, şu hâlde, genel kâr oranında bir düşmeye yol açacak, ama değerleri etkilemeyecektir. “

   1979 yılında Türkiye'de ücret/kâr oranı %32,1'den %34,1'e fırlamıştır. Ücret/kâr oranlarındaki artışın, 70'li yılların son çeyreğinde giderek hız kazanması, sanayi burjuvazisinin, hükümeti IMF ile anlaşması için zorlamasına yol açmaktaydı. Bu gelişmelerin yanı sıra, enerji arzında meydana gelen tıkanmalar ve sanayide kapasite kullanım oranlarının düşmesinin istihdam üzerine olumsuz etkiler yapması beklenirken, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi nedeniyle istihdam oranlarının düşmemesi sonucunda (yani işçi çıkartılamaması) sanayi burjuvazisi mevzi kaybetmeye başlamıştır.

   1979 yılında enflasyon artmasına rağmen, işçi sınıfı enflasyon oranı kadar ücretlerinin arttırılmasını talep ediyordu. İşçi sınıfının mücadelesi, sanayi burjuvazisini yıldırmaya başlamıştı. Ücret/kâr oranını düşürmek, işçi sınıfının elde edebildiği özgürlükleri yok etmek, ancak sendikaları saf dışı bırakmakla olabilirdi. Bunu yapacak güç ise 24 Ocak kararlarını kabul ettiği hâlde, işçi sınıfının tepkisinden ürkerek, bu kararları uygulamaya sokamayan Demirel değil, 12 Eylül cuntası olacaktır.

   Sendikaların kapatılması, 24 Ocak Kararlarının uygulanması, ücretlerin dondurulması, işçi sınıfının taleplerinin bastırılmasını ancak faşist bir diktatörlük sağlayabilirdi. 12 Eylül günü faşist cunta, 24 Ocak kararlarının uygulanmasını sağlamak amacıyla yönetimi ele geçirdi. (Devam Edecek)

 

@politikadergisi

 

 

 

 [Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 12’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 12’yi indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

Devam Eden İçerik: 
12 Eylül’ün Ardından (3)

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.