“Yeni Düzen”de Kılıçdaroğlu’nun Yeri

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

   "Sanki yeniymiş gibi, dünyayı hep büyüleyerek ve şaşırtarak ve insanoğlunun doğurganlığına değil de insanların unutkanlığına tanıklık ederek, bu kadar çok ahlâk ve politika sisteminin birbiri ardına bulunması, unutulması, yeniden keşfedilmesi, kısa bir süre sonra tekrar ortaya çıkmak üzere tekrar unutulması inanılır gibi değil.” (A. de Tocqueville)

    1980’lere gelindiğinde Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve ardından Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesi sosyalistlerin çoğunluğunda “yenilgi” olarak kabul edildi. Öyle ya; büyük bir kale, -yanlışlıklar olsa da- sosyalistler için en büyük örnek yıkılmıştı. Bu da siyasal duruşunu/ideolojisini sunulanlar arasından seçen ve genel duruma uygun (konjonktürel) olarak belirleyenler için kabullenilmesi gereken bir yenilgi sayıldı. Konjonktür bağımlıları için herhalde Küba veya Kuzey Kore gibi romantik küçük direnç noktaları, bir umut sayılamazdı.

   1980’lerin ortamına girilirken, önce 24 Ocak Kararları, sonra Kenan Evren’in darbesi ile Türkiye de bu yeni duruma hazırlanmaya başladı. Sınıf, aydınlanma, bağımsızlık gibi bilinçlerden yoksun bırakılan Türkiye, ekonomik anlamda neoliberalizmin kucağına itilirken, toplumsal anlamda ekonomiyi ayakta tutacak biçimde ama çok daha derin ve geri dönüşü zor bir noktaya getirildi. Eğitim sistemi parçalandı ve sistem, bilimsellik ile bütünsellikten uzaklaştı. “Yeni toplum”un mühendisliği ve yapımı sürecinde durumu “idare edecek” şekilde; zorunlu din dersleriyle, yurtdışından gelen malî yardımlarla, hatta devletin tarikatlara desteğiyle dinsellik aşılanmaya başladı. Dine daha uzak duran kişilere de magazinsel düşünme biçimleri verilmeye başlandı. Bunlar “geride kalanlar” için hazırlanan planlar; baskılara, işkencelere, idamlara vs. hiç girmiyorum. Çoğumuzun bildiği bu süreç, Turgut Özal’la da artarak sürdü.

   Gelişmiş demokrasilerin beşiği Batı Avrupa’da da, ülkemiz Türkiye’de de yeni bir “tasarım” söz konusuydu. Yeni yapılanmanın eşgüdümlü olmasını göstermek açısından söylemekte yarar var: Avrupa’da çok güçlü sosyalist oluşumlar, 1980’lerle birlikte kan kaybetmeye başladı. Bugün adına “sosyalist” denilen partilerin çoğunluğu -Deniz Baykal’ın söylemi aslında doğrudur- “sosyal demokrat” bile değildir. Bu partilerin çoğunda sınıf bilinci, ulusal bağımsızlık bilinci vd. yoktur. Avrupa’da egemen olan sosyalizmi bilmek açısından Ufuk Uras’ın çevre, eşcinsel hakları ve etnik azınlıklar temelindeki çizgisini örnek verebiliriz.

   Kimilerinin “yeni feodalizm” (neo-feodalizm) dediği feodalleşme / küreselleşme sürecine uygun söylem ve izlenceler yaratılmıştır. Ulus-devletler zayıflatılmakta; saydamlaşma, “Yeni Kamu Yönetimi” anlayışı, yönetişim, yerinden yönetim vb. adlarla ulus-devlet yapısı çürütülmektedir. “Yeni” diye dile getirilen kamu yönetimi anlayışlarının temelinde “yurttaş”lıktan (citizen) “müşteri”liğe (customer) geçiş vardır. Sağlık, eğitim, güvenlik “yeni derebeyleri”nin eline geçerek “özel”leşmekte ve “postmodern feodal ögeler” ulusal ögelerin önüne geçmektedir. Eğitim, özel kurumların “hayır”larına; sağlık, özel sigortaların insafına; güvenlik, özel şirketlerin güdümüne bırakılma yolundadır. (Bu konuda Alphan TELEK arkadaşımın “Yeni Dünya Feodalizmi: Özel Sağlık, Eğitim, Hukuk, Ordu, Güvenlik ve Korku Öğesi” adlı yazısını da siteden okuyabilirsiniz.) Yerelleşme adına, hukuk bile paramparça edilmek istenmektedir. İngiltere’nin ülkedeki Müslümanlara yönelik özel Şeriat mahkemesi kurma atılımını bu konuda örnek olarak verebiliriz. “Orta Çağ Avrupası”nda olduğu gibi temel hak ve özgürlüklerinden vazgeçen insanlar, acaba yeni derebeylerinin kalelerinde köle olmaya mı geçecektir? Bu ayrı ve yanıtlanması uzun bir sorudur.

   Peki, Türkiye’de durum farklı mıdır? “Sol”un “ol(a)madığı” açıdan bakarsanız aynıdır; ancak Türkiye ile Avrupa ülkelerini birebir karşılaştırmak doğru olmayabilir. Çünkü Türkiye’de toplumsal sorunlar varsa da, ülkemiz, Büyük Ortadoğu Projesi gibi emperyal saldırıların ortasındadır. İniş çıkışların, darbelerin, siyasal/toplumsal hareketlerin çok olduğu ve sürekli yeni planlarla gündemde olan bir coğrafyada bulunan, birçok konuda hâlâ geride olan bir ülkeden istikrarlı bir siyasal düzen beklemek yersiz olur. Bunlara kısaca değineceğim, çünkü apolitikleşmenin tarihselliğini, çözümlemesini yazmak uzun bir yazı dizisi olur.

   Özetle, dünyada ve Türkiye’de en temel haklarda bile özelleşme (furyası) vardır. Bu egemen kuruluşlarca (IMF gibi) da dayatılmaktadır. Tarikat ve cemaat egemenliği artmaktadır. Apolitikleşme eğilimi yüksektir; düzensiz ve dağınık bilgiler ve bu bilgi(sizlik)lere dayanan yarım düşünceler egemendir toplumda. Dayatılan (veya oluşan diyelim) yeni solculuk etnikçilik, eşcinsel hakları gibi “hafif” konuları içermektedir. Direnç mekanizmaları da genel olarak, yeni söylem geliştirmekten çok, yalnızca koruyuculuk çizgisinde siyasa izlemektedirler. İşte 33. Kurultay’da Genel Başkan seçilen Kemal Kılıçdaroğlu bu ortamın içinde siyaset yapacaktır.

   1929 Krizinden sonra dünyada “refah devleti” olgusu ön plana çıkmış ve serbest piyasacı ezberler, yerlerini devletin toplumsal sorumluluğu düşüncesine bırakmıştı. Neoliberalizmin bu döneminde gelen 2008 Krizinden sonra ise devletler yalnızca bankaları kurtarmaktadır. Devletin toplumsallığı değil, kemer sıkma siyasaları gündemdedir. Yeni kriz, yardım kuruluşlarına ve deyim yerindeyse “sadaka devleti/kuruluşu” olgusuna yaramıştır. Bu da yine ulusal yurttaşlık bilincine hizmet etmeyecektir.

   Küreselci güçlerin yerelleşme adı altında yerel ağalara, vassallara, hocalara ayrıcalık tanıması; ulusal güçlere (Ordu, yargı, ulusalcı kurumlar vb.) ve ulusal iktisatlara saldırması sözünü ettiğimiz “yeni feodalizm” ve bu feodalliğin bağlı bulunacağı daha büyük (küresel) derebeyleri (patronlar) içindir. Özelde, Türkiye’de tarikat ve cemaatlerin de aşırı yoğunlaşması bu akımı güçlendirmektedir.

   “Yeni feodalizm” etnikçi siyaset istemektedir. Kemal Kılıçdaroğlu, etnisite ve mezhep üzerinden siyaset yapmayacağını söyledikçe, Türkiye basını ısrarla Kürtlükle, türbanla ilgili sorular sormaktadır. Bu ikisinin kilise (din) ve dağınık öbekler (etnisite) temelli Orta Çağ’ı nasıl çağrıştırdığını söylemeye gerek var mı? 1960’larda ABD’de yaygınlaşan “etnik” kavramı, kimisi ırksal kimisi ekinsel olarak tanımlasa da, “ötekiler”i simgelemektedir. Köle durumunda görülen zenciler ile, sonradan gelen göçmenler tanımlanır, genel olarak. Şunu sormak gerekir: Kürtler köle veya sığıntı mıdır? Veya bir sonraki sayfada göreceğiniz grafikte görüldüğü gibi, ne oldu da 1990’lardan sonra “intelligentia”da etnisite kavramı rağbet kazanır olmuştur?

   Kiliseler gibi dev ve görkemli yapılar olan alışveriş merkezleri de bir zamanlar, insanın özgürleşmesi eğilimine katkında bulunan kapitalizmin yeni köleleştirmelerini göstermektedir. Bu da “yeni feodalizm”e doğru gidişe başka bir örnektir.

   Örnekleri, verileri çoğaltabiliriz; ancak bir de Kılıçdaroğlu’nun bu resimdeki (olası) yerini belirtmeye ve salık vermeye başlayalım.

   Yer aldığı sosyo-ekonomik durum, bölge gibi etkenler değişse de Türkiye’de tarikat/cemaat/ağalık sorunu önemli bir yer etmektedir. Özellikle belli bir cemaat istihbarattan basına, yargıdan kolluk güçlerine, iş dünyasından eğitime kadar birçok önemli noktada büyük bir gücü elinde tutmaktadır. Gerçek bir demokrasi ve ulusun geleceği için tarikat oluşumlarının devlet kurumlarından silinmesi zorunludur. Kürt yurttaşlarımızın yakasından ağalığın (derebeyliğin) atılması, devletin varlığı ve demokrasimiz için gereklidir. Yani birinci sorun “geri yapılanmalar” sorunudur. Bu sorun, toplumun edilgen kalması sorununu da taşımaktadır. Halkımızın, feodal yapıdan ve/veya ümmetlikten yurttaşlığa geçmesi için bu konu önem taşımaktadır.

   Kurumsal açıdan ne yapılırsa yapılsın, geri oluşumların sermaye gücüne dokunulamadığı sürece, bu oluşumlar güçlerini -biraz geri planda kalmak zorunda olsalar da- kesmek olanaksızdır. Cumhuriyetimizin temel önadlarından biri olan “sosyal devlet” olgusunu yeniden yaşama geçirmek cemaat egemenliğini engellemek yönünde güçlü bir adım olacaktır. Özellikle eğitimde atılacak toplumsal nitelikli adımlar, zorunlu olarak ve vefa yüzünden cemaate tutsak olan genç insanları Cumhuriyete kazandıracaktır. Kemal Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP’nin, eğer iktidara gelirse Türk toplumuna kazandıracağı en büyük artı değerlerden birisi bu olur.

   Apolitikleştirilen ve üstün birey değil, nitelikli köle yaratmanın ideolojisi olan kişisel gelişim ve kariyercilikle toplumsal bilinç açısından bir nevi mankurtlaşan insanların yeniden “yurttaş” konumuna gelebilmesi için eğitim sisteminin ve toplumsal düzenin yeniden ele alınması lazımdır ki, yeni “vassal”lar, “serf”ler türemesin.  Dinsel ve magazinsel bakış açılarını süreç içinde değiştirmek, bilimselleştirmek de eğitimin ödevi olmalıdır.

   Ayrıca siyasetin “önder”e bağlı işlemesinin önüne geçmesi açısından, Kılıçdaroğlu’nun kişiliğinde gösterdiği, “takım anlayışına yatkın” imgelemi de önem göstermektedir.

   Oluşma aşamasında olan yeni feodal düzen toplumsal direnç istememektedir ve halk da örgütçülüğü unutmuştur. Bu açıdan örgütsüz ve zaten kapitalistleşmeyi tamamlayamamış toplumumuz için “yoksuldan, ezilende yana” Kılıçdaroğlu görünümü, ahlaksal bir söylemle birleşince tabanda karşılık bulabilmiştir. Bu durumda ahlakçı, “Gandi”, dürüst imgesinin bu yeni düzende karşılığı vardır. iş başına gelebilme adına da olumlu bir adımdır.

   Yanına çektiği kitleleri Makyavelist bir bakış açısıyla yönlendirmesini değil, ama o kitlelerin ve o kitlelere yön veren basının “Cumhuriyet ülkümüze” zarar vermemesi açısından onların güdümüne girmemek için kitlelerin psikolojisine de bakmak lazımdır ki, başka bir yazı konusunu oluşturur (bkz. Gustave Le Bon, Kitlelerin Psikolojisi). Bu sayılık bu kadar. Dergimiz ayakta kaldığı sürece daha çok Kılıçdaroğlu yazısı yazarız.

Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com

  

 

 

 [Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 23’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi salık veririz. Sayı 23’ü indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

Yorumlar

Tebrik ederim

İçinde bulunduğumuz siyasi ve toplumsal gerçeği çok güzel analiz etmiş ve doğru çözümler sunmuşsunuz.Konjoktürel duruma rağmen sistemin dışına çıkılabilmesi ve insan hak özgürlüklerini ön planda tutulacak bir sisteme geçilebilmesi bugünkü şartlarla hiç mümkün görünmemekle birlikte, bu konuda direnç noktaları oluşturabilmek bile, zincirleri kırabilmek için bir şans yaratabilmenin kapılarını aralıyor.Kılıçdaroğlu'nun bu durumdaki yeri, sistemin zayıf noktalarındaki kırılma noktalarından hareketle, direnç noktalarını kuvvetlendirerek, sistemin daha da zayıflayıp, işlev göremez hale gelmesine öncülük edebilecek manevrayı yakalacak bir konumda konuşlanmasını öngörmektedir.Bunun için de halkın ve etrafında kendisine bu konuda yardımcı olabilecek, kafası çalışan, ileriyi görebilen ve stratejik hamlelerle direnç kuvvetleri oluşturabilen kurmaylara ihtiyacı vardır.

KONUYA BİRDE BAŞKA AÇIDAN BAKALIM

Emperyalizm "etnikçiliği" neden geliştirmiştir?
Ulus Devleti parçalamak için.
Emperyalizm "özelleştirmeciliği" neden geliştirmiştir?
Ulus Devleti güçsüz bırakmak için.

Kılıçdaroğlu sürekli "etnik kimlikler üzerinden siyaset yapmaya karşı olduğunu" söylüyor. Peki, hiç Ulus Kimliğinden söz ediyor mu? Hayır.

Bunu sadece "Türk Milleti" adını anması anlamında söylemiyorum. Kılıçdaroğlu'nun devlet tanımlamalarını dikkatle irdeleyin. Ne diyor? "Hepimiz insanız, devlet insan için vardır, bu devlet insanların devletidir" diyor. Bakın bu sözlerle "Ulus Devlet" tanımı ortadan kaldırılıyor.
ÇÜNKÜ DEVLET İNSANLARIN DEĞİL, ULUSLARIN VARLIĞIDIR.

Sonuçta küreselcilerde, devletten yanalar. Ancak ulusların sahip olduğu değil, insan topluluklarından oluşmuş devletlerden yanalar. Böylece Küresel İmparatorluğun 5000 şehir devletinden meydana gelmesini planlıyorlar. Kılıçdaroğlu gibi, "insanların devletinden" söz ettiğiniz taktirde, Türkiye'nin 50 küçük devletçiğe bölünmesinin hiç bir sakıncası olmaz. Hatta teknik anlamda, yönetim açısından daha verimli devletler oluşabilir. Ancak bu verimlilik artı olarak Küresel Güçlerin hanesine yazılır. (Böl ve yönet)

Kılıçdaroğlu "sosyal devlet" kavramını da, Sosyal Sigortalar Kurumunun ya da Sosyal Yardım Kurumlarının gelişmiş şekli olarak düşünüyor. "Her aileye sigorta", "bir elin verdiğini diğer el fark etmeyecek" söylemleri, bu anlayışının ifadesidir.

Gerçekte, sosyal devlet, kamu mülkiyetiyle güç sahibi olan devlettir. Bugün Batı ülkelerinde kamu mülkiyetinin yüzde elli oranını geçtiği ülkeler vardır. (Almanya, Fransa) Sosyal Devletten yana olmak, özelleştirmelere karşı olmak demektir. Başta eğitim, sağlık ve beslenme alanlarındaki özelleştirmeler derhal geri alınmalıdır. Kılıçdaroğlu ise, TÜSİAD çevrelerine verdiği mesajlarda, "serbest piyasanın kesinlikle destekleneceğini" söylemiştir. Bu nedenle ve özelleştirmeleri geri alacağını ilan eden bir program açıklanmadıkça, Kılıçdaroğlu'nu "sosyal devlet" yanlısı göstermek yanlış olur.

Bugün birçok aydında demir yorgunluğu gibi, bir yorgunluk ve bezginlik görüyorum. Kuşların bir dala konma ihtiyacı olduğu gibi, bu aydınlarımızda bir siyasi güce tutunmak istiyorlar. Bu nedenle, Kılıçdaroğlu'nda olabildiğince fazla olumluluklar bulmaya, topluma da bu yönde mesajlar vermeye çalışıyorlar.

Benim bu aydınlara tavsiyem: Atatürk'ün "Devrimcilik" ilkesini asla unutmayınız. Bu çürük düzenin sizi, ölümü gösterip, sıtmaya razı etme çabalarına teslim olmayınız. Aydınlar dirençli olursa, GERÇEK ÇÖZÜM MUTLAKA BULUNUR

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.