Küreselleşme Sürecinde Yurttaşlık, İnsan Hakları ve Eşitlik

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

Eşitlik, aydınlanma çağının söylemi olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik üçlemesinden birisidir. Genelde eşit­lik ile özgürlük bir arada kullanıl­maktadır. Sosyal alanda bireyler arasında haklar bakımından ayrım gözetilmemesini isteyen ilkedir. Sadece yasalar önünde, yasalarla çerçevelenmiş bir eşitlik değil, aynı zamanda kişilerin diğer kişilerle, insan topluluğu ile ilgili tasarımındaki eşitliğe dayandığında bu ilke gerçekleşir. Yani toplum kendini eşit vatandaşlar olarak düşündüğü zaman eşitlik dinamik hal alır. Bu bağlamda eşitlik, insanların kendilerini kanuni haklar itibariyle eşit kabul etmeleridir. Demokratik bir toplumun üstünde yükseldiği bir ilkedir bu. Eşitlik bir değer yargısıdır. Eşitlik ideali demokrasilerde bireyciliğin değerlerine sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanların zihninde değerler hiyerarşisi mutlaka olacaktır. Bu hiyerarşinin ilerisinde toplumdaki insanların dini kimlikleriyle, statüleriyle, etnik kökenleriyle ya da sosyal grupları dolayısıyla kendilerine siyasal, sosyal ve hukuki alanda bir mutlak üstünlük yüklememe ilkesi, temel bir ilkedir. Ancak toplumlar bu ilkenin gösterdiği hedefe tam manasıyla ulaşmış değildir. Siyasal mücadelelerde yön veren ilkelerden birisi eşitlik ilkesi olduğu zaman demokrasi dinamik bir hal kazanmaktadır.

Eşitsizlik, insanlığın tarihi kadar eski bir meseledir. "Nasıl oldu da dünyalarımız birbirinden bu kadar çok uzaklaştı? Neden birimiz bir şeye sahip iken diğeri buna sahip değil? Neden bir toplum diğer toplumlardan daha hızlı gelişti?" diye birçok soruyu sorabiliriz. İnsanlar çeşitli nedenlerden dolayı eşitlik ve eşitsizlik içindedirler. Bu iki unsur, toplumsal eşitlikle ilgili Batı siyasi düşüncesinde Aristo’dan beri hep söz konusu olmuştur. Sosyalist düşünürler, hukuki ve siyasal eşitliği ekonomik liberalizmin bozduğunu ve biçim­sel eşitliğin gerçekteki eşitsizliği gizlediğini savundular. Tam bu noktada "Ekonomik liberalizm, politik liberalizmin değerlerini geçersiz kılar." tezi masaya yatırılmış oldu. Bu sorgulama sayesinde II. Dünya Savaşından sonra "sosyal devlet" il­kesi evrensel nitelik kazanmaya başladı. Bu kavramda biraz daha geriye gidersek; Grek düşüncesiyle Ortaçağ Hıristiyan düşüncesi arasındaki köprü Stoa düşüncesidir. Stoa düşüncesinin temel ilkesi Kutsal gücün akla uygun ve rasyonel olduğudur. Tanrı düşünerek anlaşılabilir, Tanrıyı anlayan doğayı da anlar. Düşünce bütün insanların Tanrı karşısında eşit olduklarını gösterir ki, aslında bütün insanlar toplumsal hakları ve ödevleri bakımından eşittirler. Yani, nerede bir eşitsizlik varsa orada Tanrıya uygunsuzluk vardır. Libera­lizm, bu ilkeyi yüceltmeden evvel Antikçağ Yu­nan düşünürleri ile İslam düşünürleri bu konu­da fikirler ileri sürmüşlerdir. Ön-Rönesans düşüncesi sayesinde Avrupa’nın Hellenistik Stoa düşüncesi yerine Grek-Aristo düşüncesi öne çıktı.  Asıl Grek düşüncesine dönülüp; Grek eserleri Arapça çeviriler üstünden Latinceye çevrildi. Aristo'dan beri: Canlı soyunun üyeleri her yönden eşit doğmazlar. Böyle olsaydı hepsi birbirinin tıpa tıp eşi olurdu, o zaman da çokluk olmalarının gereği kalmazdı. Bireyleri birey yapan başkalarından farklı olmalarıdır.  Buna bakarak talep edilen eşitliğin toplum bazındaki değer bakımından eşitlik olduğunu anlayabiliriz. Gerçekçi olmayan ise; toplumun, bireyleri aynı değerde kabul etme isteğidir. Oysa hangi haklarına göre eşit olduklarını kabulleneceğiz? Ancak doğal eşitsizliklere karşın yasal eşitlik sağlanabilir. Doğaya aykırı girişimler uzun süre yürürlükte kalamaz. Herkesin bir sayıldığı, insanları eşit olarak görmek mutlak eşitliği getirmez. Misal olarak, iyi olan her şeyden herkesin eşit pay alacağı anlamına gelmez. Aristo'nun deyimiyle: "Adalete en uygun eşitlik herkesin en iyi yapabildiği işi elinden gelen en iyi şekilde yapmasıdır." Dünyada kast sisteminin kaldırılması, kadınlara oy ve resmi görevlere seçilme hakları tanınması, köleliğin yasaklanması yasa gücüyle yürürlüğe konabildiği  kalıcı eşitlikler sağlamıştır. Böyle tedbirlerin yürütülebilmesi eski, eşitsizlik yaratan yasaların da yasama yoluyla konmuş olmalarıdır. Fransız Devrimi böyle yasal tedbirler peşindeydi. Toprak sahipliği düzenin, toplumsal uzlaşımla konduğu gibi toplumsal uzlaşımla geri kaldırılmasını talep ediyordu. Sonuç toprağa dayalı servetin üretim makinelerine, sanayiye dayalı bir servete dönüşmesi oldu; bir eşitlik sağlanması olmadı.  Soylular toplumsal nüfuzda yine etkili oldu.  Toprağa dayalı servetleri, sanayiciliğe dayanan servete dönüştü.

 

Osmanlı Devleti'nin siyasal yapısı, toplumsal plüralizm nedeniyle siyasal eşitliğe imkan vermemiş­tir. Fermanlardan kanunnamelere hu­kuksal eşitliğe yer verilirken siyasal eşitlik üze­rinde pek durulmamıştır. Osmanlı Devleti'ndeki bazı sınırlı si­yasal eşitliği dikkate almazsak konu ancak Cumhuriyet döneminde tam manasıyla siyasal işleme girmiş­tir. Osmanlı'nın hüküm sürdüğü topraklarda uzun yıllar boyunca bir eşitlik mücadelesi vardır. Islahat Fermanı'nın (1856) Osmanlı tebaasına getirdiği birçok yenilik vardı. Bunlardan en önemlisi herkesin yasa önünde eşit sayılacağının ilanı olmuştur. Osmanlı düzenine birçok yeni siyasi, iktisadi, sosyal ve idari ilkeler getiren Islahat Fermanı, Türk siyasi hayatının dönüm noktalarından birisidir. 19. yüzyıla damgasını vuran Fransız İhtilali’nin ortaya koyduğu ilkeler, bu topraklardaki zihniyetin değişimine sebep olmuş ve günümüz siyasi, iktisadi ve sosyal olaylarının tarihi zemininin oluşmasında önemli etkide bulunmuştur. Fransız İhtilali’nin, Islahat Fermanı’nın içeriğine kattığı en önemli ilke eşitlik ilkesidir. Gümüş, Islahat Fermanı ile dinsel yaşam alanında yapılan düzenlemelerle ilgili olarak şunu söylemektedir: "Islahat Fermanı, eski hak ve imtiyazları te’kidi, din ve mezhep serbestliği, gayrimüslim tebaanın din ve mezheple ilgili hak ve yetkilerin düzenlenmesi, Müslüman ve gayrimüslim tebaa arasında ya da gayrimüslim tebaanın kendi aralarında çıkan anlaşmazlıkların çözüleceği adalet sisteminin düzenlenmesi..." (Gümüş, 2008) Sonuçta dünyevi sorunların dünyevi kurumlara bırakılmasıyla, ruhban sınıfının yetkileri de sınırlandırılmıştı. Bu durum, cemaat üyelerinin ruhbanların otoritesinden kurtulup cemaatin yönetimine katılma hakkının kazanılacağı bazı düzenlemelere gebe olmuştur.

 

 

İnsanların hak ve özgürlüklerden eşit pay alması gerektiğini öngören görüş Aydınlanma Hareketinin temelinde yatar. Bu görüş insanların eşitliğini ve özgürlüğünü sağlamayı ilke edinen bütüncül bir siyasal görüş oluşturur. Avrupa'da Otuz Yıl Savaşlarından sonra 1648 yılında imzalanan Vestfalya (Westphalia) Anlaşması bugünün siyasal düzeninin ve ulus devletlerinin temelini oluşturmuştur. Bu sayede öncelikle devletlerin eşitliği konusunda adım atılmış; kralların hakim olduğu devlet düzeninden, ulusun hakim olduğu devlet düzeni ortaya çıkmaya başlamıştır. Fransız Devrimi ile gelen ulusal egemenlik ilkesiyle, yerel ayrıcalıklar yok sayılarak merkezi devlet düzeni öngörülmüştür. Ulus devletlerinin gelişmesi her bölgede farklı boyutlarda olmuştur. Geleneksel toplumlarda akrabalık ilişkilerinden dolayı kan bağı etkili iken, modern toplumlarda kültürel faktörler etkili olmuştur. Ulus devlet, halkının isteklerine saygı göstermek zorundadır. Toplumsal memnuniyetsizlik, ayrımcılık; alt kimlik taleplerini gündeme getirir ve ulus devletin bütünlüğü tehlikeye düşer. Bu anda devletler, akılcı davranarak alt kimliklerin insan haklarını ihmal etmemeleri ve uygun koşullarda bu ihtiyaçları karşılamaları gerekir. Ulus devletler, sahip oldukları düzeni sürdürebilmeleri için hukuk devleti de olmak zorundadır. Hukuk devleti kavramı, insanların devletin baskısından korunma ihtiyacından doğmuştur. Hukuk devleti görüşü, sadece demokratik rejimlerde gerçekleşirken, demokrasiyi sınırlayıcı bir karakteri de vardır. Bu sınırlamanın yarattığı itici güç "sosyal devlet" kavramını ortaya çıkarmıştır. Hukuk devleti, iradeyi hukukun kaynağı olarak gösterirken; sosyal devlet, sanayi devrimiyle gelen ekonomik eşitsizliğe çözüm arayan girişim olarak meydana çıkmıştır.

                                                                                                                

İnsanlar, yurttaş olduğu vakit, önceki benlikleriyle çatışmaz; bireysel ve toplumsal bir benlik oluşturur. Yurttaş, kendini ait olduğu topluma göre tanımlar. Yurttaşlar, uğruna yaşadıkları özgürlüğün kendi kendini yöneten toplum içinde şekillendiğini bilir. Demokrasi rejiminde, yurttaşlar eşit siyasi ve sosyal haklara sahiptirler. Bu haklara giden yol ise siyasaldır. Çünkü siyasal eşitlik ve sosyal haklar anayasa tarafından korunur. Teoriye göre, eşitlik yurttaşları var eder; ama uygulamada eşitliği getiren unsur yurttaşlıktır. Yurttaşlık görevinin amacını vergi ve oy verme babında alırsak anlamını daraltmış oluruz. Bu hususta demokrasi en önemli unsurdur. Demokrasi, yurttaşların kendilerini ciddiye almasını ister; toplumun kaderini tayin eden gerçek yöneticiler olarak. Demokrasi bir toplumda bireyler tarafından içselleştirilip gelenek haline gelmediği taktirde, hiçbir toplumda yaşaması mümkün değildir. Bu yüzden demokrasi, toplumdan güçlü yurttaş bekler. Özgürlük yurttaşlıkla gelir; eşitlik ve özgürlük ancak yurttaş olabildiğimiz kadar güçlüdür. Türkiye, uzun zamandır demokrasisini dış zorlamalarla bugünkü konumuna getirebilmiştir. Siyasal sistemin demokrasiyi kültür olarak kendi bünyesine yerleştirmesi ve geliştirmesi, alınan tüm kararlarda bunu topluma yansıtması gerekmektedir. Bir ülkenin tarihini okurken kavramlara yüklenen anlamları görürüz. Terimler kavramlara, kavramlar değerlere dönüşmektedir. Tüm bunlar tarihsellikle ilgilidir ve görecedir. "Eşitlik", "özgürlük, "birey" gibi kavramlardan daha kapsayıcı olan "insan hakları" da böyledir. Bu kavram Türk tarihi içinde, özellikle 20. Yüzyıldan itibaren kavramı ifade eden siyasi ve hukuki örgütlenmelerin oluşturulmasıyla ete kemiğe bürünmeye başlamıştır. İmparatorluğu tasfiye edip "ulus-devlet" yaratma, "ümmeti" tasfiye edip "ulus" yaratma, "kul"u tasfiye edip "birey, yurttaş" yaratma Cumhuriyet kurucuları için çetrefilli bir işti. "Yurttaşlık" temeline dayalı ayrım gözeten 1924 Anayasası’na göre, yasa önünde eşitliğin öznesi herkes değil Türklerdi. "Türk" ise, 88. maddede yurttaşlık bağı temelinde tanımlanmış ve "Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese "Türk" deni(ldiği)" belirtilmişti. Dönem dönem sıkıntılar yaşanmış olsa bile Cumhuriyet devrimi, evrimsel gelişme tasarımıyla özeldir. Birlikte yaşama projesi uygulamada iki şekilde olur: Birincisi, "aynılaştırmaya" yönelik uygulamalardır ki bu durum ileride faşizme götürür. İkincisi, "farklılıklarla birlikte yaşamaya" yönelik uygulamalardır. Bu, kişileri ve grupları ötekileştirmeden çıkarıp, yurttaşlık bilincinde buluşturur. Cumhuriyet devrimlerinin hedeflerini de göz önüne alıp bütüncül baktığımızda, devrimlerin toplumu "yurttaşlık" temelinde sınıfsal herhangi bir ayrım gözetmeksizin tüm "bireyleri", "eşitlik" çerçevesinde dönüştürmek istediğini görürüz. Kısacası, Cumhuriyetin ilk anayasası, öznesini sınırlandırdığı eşitlik ilkesinde yurttaşlık temeline dayalı bir ayrımcılık gözetmişti. Eskiden birer uyruk olan insanlar artık yaşadıkları ülkelerde eşit  haklara sahip yurttaşlara dönüşmektedirler. Bu dönüşümünden beklenen  en önemli sonuç, yurttaşların bir süreliğine seçtikleri  yöneticileri  denetleyerek sürekli baskı altında tutmalarıdır. Buna örnek  Avrupa'daki sivil toplum örgütlerinin eylemleridir. Türk toplumunun devlet karşısındaki edilgenliği, "toplumsal itiraz" olan demokratlığın yeşermesini güçleştirirken; devlet yönetiminde olanlar yüzünden demokrasinin tam anlamıyla olgunlaşması engellenmiştir. Türkiye'deki demokratlık, devlet yönetimini etkileyen bir yaşam biçimi değil; belli bir kesimin yaşam biçimini koruyacak olan durumun adıdır. "Demokratik sistem" adını alacak sistem, demokrasi ilkelerini toplumun da paylaştığı kamusal alan haline getirmelidir. Demokratik sistem, toplumda var olan tüm kişilerin kendi isteklerini gerçekleştirmek üzere hak ve eşitlik çerçevesinde, kimsenin tekelinde olmayan iletişim platformudur. Oysa Türkiye'de tüm toplumun değerlerini kapsayacak şekilde demokratik bir toplum algısı yoktur. Bunun yerine kimi kesim değerlerinin, kimi kesimin üstünde haksızca egemen kılınmasına kılıf edilmiştir. Tüm birimleriyle anayasal eşitlik ilkesinin yükümlüsü olan devlet, biçimsel düzenlemelerin yanı sıra, farklı hak sahiplerinin ve kesimlerin karşılaştığı olgusal eşitsizliklere karşı tedbirler almalıdır. Bu bağlamda devlet, hem hukuksal eşitlik ve hem de sosyal devlet ilkesiyle doğrudan bağlantılı eylemsel eşitlik ilkesinin anayasal yükümlüsüdür. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak, özgün ve çağdaş uygarlık seviyesine çıkma yolunda ülkelerle rekabet içinde olan, ulusunun tamamını kucaklayan, sosyal güvenliği ve sosyal hizmeti sağlayan, yurttaşlarının insan haklarını ve özgürlüğünü koruyan ve geliştiren, eşitlik ve hukuk temeline dayalı adil bir devlet anlayışına sahip olmalıdır. Çağdaş dünyada ekonomik ve sosyal haklarımızın güvencesi bakımından, ekonomik gelişme yeterli değildir. Ekonomik ve sosyal haklarımızın korunumu ve ekonomik refahın paylaşımı sorunu üzerinden ele alınır. Çağdaş dünyada, toplumda mal ve hizmet üretimini etkileyen ekonomik anlayışın, yönetiminin ötesinde; üretimin paylaşımı, ekonomik ve sosyal haklarımız bakımından önemlidir. Ekonomik adaletsizlik, toplumu oligarşi sistemine sürükleyen sorunlardan biridir. Adaletsizliğin olduğu yerde eşitliğin olmasından zaten söz edilemez. Yoksulluğun sebep olduğu eşitsizliğin çaresi, yoksulların yurttaş olarak kuvvetlendirilmesinden geçmektedir. Liberal geleneğin ahlak felsefecilerinden olan John Rawls'e göre eşitsiz paylaşımın doğurduğu sonuçlar toplumun en zayıf kesimindekilere de fayda veriyorsa, eşitsiz paylaşımın adil olduğunu düşünmemizi istiyor. Ancak adalet dediğimizde onun "Ne olduğundan" çok "Adalette ele alınanın ne olduğunu" öğrenmemiz gerekir. Ele alınan ise insanın insanlar arasındaki konumudur. Türkiye'de ise yoksul ve zengin kutupların derinleştiği bu dönemde Rawls'in "adalet" görüşüne katılamayız. Nesnelerin paylaşımı ve paylaşılanların meşruluğu adaletin önkoşullarıdır. Eşitlik ise bu nesnelerin paylaşımının özel bir biçimidir. Günümüz demokrasi anlayışına da önemli vurgular yapan Rawls, yurttaşların birbirlerini özgür ve eşit görmeleri gerektiğini savunmaktadır.

 

Son otuz yılda dünyada siyasi ve iktisadi alanda değişimler meydana geldi. İktisadi alanda: Sermayenin küreselleşmesi, yeryüzündeki tekelleşmenin kırılmasına yol açtı. Siyasi alanda ise: Demokratik sistem içerisinde çoğulculuk anlayışı gelişti. Dünyada yaşanan olaylar, haklar meselesinin global ölçekte bir kural oluşturduğunu ve bunu, toplumların kendi özgürlüklerini yaşama talebine dönüştürdüğünü gösteriyor. İktisadi tekelleşmenin kırılması, rekabetçilik ve siyasi çoğulculuğun beraber ateşlediği dinamik, dünyada insanların düşüncelerini değiştirdi. İletişim teknolojisinin yaygınlaşması ile insanlar kendilerini farklılaştırmaya başladı. Eşit olma hakkı ile farklı olma hakkı bütün oldu. Descartes, insanın varlık sebebini, düşünmek ve düşündüğünü ifade edebilme ile açıklamaktadır. Bu bağlamda ifade özgürlüğü, tüm özgürlüklerin dağıtımının yapıldığı noktadır. Kimine göre, ifade özgürlüğü, insan olmanın tek şartı olarak kabul görmüştür. Çağımızdaki yaygın iletişim teknolojileri sayesinde insanlar farklılıklarını çeşitli platformlarda ifade edebiliyor.  Tüm bunların birleşmesi, kimliklerin hak talebini de kuvvetlendirmiştir. Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması" tezinin temel noktası da zaten, Soğuk Savaş'tan sonra günümüz politikalarının şekillenmesinde belirleyici olan unsurun politik ideoloji değil, kimlik olacağı yönündedir. Huntington, teziyle "gruplaşmaların kültürler bazında" olacağını bu yolla göstermektedir. Evrensel eşit hak taleplerinin köklerini bu sınırlar içerisinde aramak mümkündür. Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının evrensel şartlara göre yeniden yorumlanması ve bunun toplumsal yaşam alanına sokulması demek, halkın üstündeki "kalıplaşmış siyasetçi" sultasının kırılması demektir. Siyasilerin demokrasiye ve cumhuriyete karşı olan ciddiyetsizliği, Türkiye'nin insan hakları konusundaki pratiğini zedelemiştir. Demokratikleşmenin gereği çoğulculuğun kabul gördüğü dünyada radikal devletçi zihniyetin sürmesi mümkün değildir. Küreselleşme sürecinde ön plana çıkan insan haklarının "ne olduğu" üstüne fazla kafa yorulmamıştır. Süreç, ulus devletleri ekonomik işlevlerinden ayırıp, siyasal görevle alanını sınırlamaya çalışıyor. Keynesçi devlet yapısının çözülüp dağıldığı bu ortamda sosyal hakların tahribatının yolu açılmaktadır. Yurttaşlık bağının gevşemesiyle insanlarda oluşan serbestlik, "sosyal bağ" gereksinimini doğurmuştur. Bu ihtiyacı karşılamak üzere alt kimlikler üzerine bina edilen aidiyet formları yaygınlaşmıştır. Yurttaş hak, özgürlük ve eşitliğinin sağlandığı mekanizmanın ortadan kalkması, toplumsal stres ve adaletsizliğe dayalı yapıların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Piyasa kapitalizminin ülkemizde yarattığı iktisadi eşitsizlik, toplumsal hayata ve demokrasiye katılım olanaklarında da farklılıklar yarattı. Ülkemizde fırsat eşitliği ilkesinin, demokrasi için gerekli olan eğitim hizmetlerinde sıkça vurgulanmasının yanında, toplum içindeki eşitsizliğin gün gibi ortada olması, politikada söylem ve pratik arasındaki çelişkiyi ortaya koymaktadır. Kamu harcamaları azaltılıyor; fakat daha fazla vergi toplanıyor. Bu noktada ulus devletlerin üstündeki baskı gittikçe artmakta ve sosyal güvenlik harcamaları kısılmaktadır. "İnsan için devlet" kavramı, hem devletin sorumluluklarını hem de yetkilerini belirlemektedir. İnsanın doğuştan gelen haklarını sağlamak ve korumakla sorumlu olan devlet, bireylerin her türlü sosyal güvencesinden de sorumludur. Serbest pazardan yararlanmak uğruna feda edilen ulusal pazar, çok uluslu şirketlere yem edilmektedir. Vatandaşların çok uluslu büyük sermayelerle baş edebilecek gücü olmadığı için yoksulluk içerisinde hayat sürmektedir. Bu ise yurttaşın, demokratik hakkını tam manasıyla yerine getirememesine de neden olmaktadır. Tabi bu meselede tek değişken bu değildir. Globalleşme, ekonomik tehditlere dayansa da, aynı zamanda ideolojik ve siyasi temelleri de olan bir süreçtir.

 

Ülkemizde gerçek özgürlüğü sağlamak için bireysel hakların önündeki engelleri kaldırmamız gerekmektedir. Hem bu sayede sosyal adaleti de tesis etmiş olacağız. Yukarıda bahsedilen birçok çelişki sadece ulusal değil evrensel alanda da görülmektedir. Teknolojinin hızla geliştiği, bilginin hızla yayıldığı, kavramların yeniden yorumlandığı bu çağda evrensel değerlere doğru adapte olmamız gerekmektedir. Bu süreçte ulusal kimliğimizde de  korumacı davranmak durumundayız. İnsan hakları için önemli olan eşitlik, toplumumuz tarafından kabul edilip benimsenmedikçe çağdaş anlamda bir eşitlikten bahsedemeyeceğiz.  Eşitsizliğin en temelinde coğrafi şartların yattığı ve her toplumun kültürel yapısının farklı olduğu gerçeğini unutmadan yapılacak bu değişimler ulusumuz için faydalı olacaktır.

 

 

İhsan SEFER

ihsan.sefer@politikadergisi.com

 

 

Kaynakça:

GÜMÜŞ, Musa. Anayasal Meşruti Yönetime Medhal: 1856 Islahat Fermanı’nın Tam Metin İncelemesi. bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi. Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı . (Güz / 2008), Sayı 47: 215-240

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.