Gündeme Dair (Sayı 8)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

 

   Merhaba değerli okurlarımız.  Bir aylık bir aralıktan sonra yeniden birlikteyiz. Çok değerli editör ve yazar arkadaşım Gökhan DAĞ’ın yaptığı gündemi irdeleme işini bu sayıda ben yürütmeye çalışacağım. Anımsayacağınız üzere; Gökhan Dağ, 3 ve 4’üncü sayılarımızda “Editörden” köşesinde, 5, 6 ve 7’inci sayılarımızda ise “Gündeme Dair” başlığı altında bu görevi yerine getirmişti.

 

   Hepimizin de takip ettiği -hatta bazen takip etmekte zorlandığı- üzere,  Eylül ayında gündemimiz epeyce kabarık. Hem toplumsal belleğimizi tazelemek, hem de gündemdeki olayları kendimce irdelemek açısından önemli gördüğüm konuları değerlendirmeye başlayayım.

 

   Bu arada Ramazan veya Şeker biçiminde dillendirilen kutsal bayramımızı kutlarım. Başbakanımızın Şeker Bayramı sözünü şiddetle eleştirmesi üzerine birkaç kelam etmek isterim. Halkımızın kendi bayramına nasıl ad koyduğuna bir başbakan hangi hakla karışabilir? Sayın başbakanımızın tam bir cahil konuşması olarak nitelendirdiğim malum konuşmasını kınıyorum. Biçime takılmak bir aydına yakışmaz. Bu konuşmayı, ne amaç taşırsa taşısın, halkı kendince bölmeye götürecek bir söylem olarak görüyorum. Bayram trafiğinde ölen yurttaşlarımıza değinilse, bayramın eskisi gibi kardeşliğimize katkıda bulunmamasına değinilse daha yararlı olmaz mıydı? Amaç saptırıp, üsluba takılmanın ne gereği var? 22 Temmuz gecesi herkesi kucaklayacağını söyleyen başbakanımız, farkında olarak veya olmayarak, kardeşliğimize gölge düşürmektedir. Başbakanımızı sağduyuya davet ediyorum. Böyle devam ederse, gelecek yıl da “ne kutlu’su; mübarek denilecek” derse şaşırmayın. Benden söylemesi…

 

   Cumhuriyetimizin 85. Yılı

 

   Öncelikle, Atatürk ve ekibi tarafından büyük bir özveriyle, kurulan cumhuriyetimizin 85. yılını içten duyduğum bir mutlulukla kutluyorum. Kutlamak için daha erken; ama bu sayımızın Ekim ayını kapsadığı düşünüldüğünde, uygun düşmediği söylenemez. Tüm milletimizin Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarım.

 

   Cumhuriyetimizin 85. yılına erişimizi büyük bir mutlulukla kutladığımı söylemiştim. Peki, bu mutluluk içinde burukluklar da taşımıyor mu? Elbette taşıyor.  Laikliğe ters davranışların sürmesi; yani dinin siyasal, iktisadi, toplumsal konum kazanmak için kötüye kullanılması, gözlerden kaçmayan bir sorunumuzdur. Bağımsızlık ve egemenlik üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde bugünlerdeki ‘aşırı bağımlılık’ durumu da üzüntü veren önemli bir konudur. Org. Başbuğ’un da belirttiği gibi, sosyal devletin çöküntüye uğraması cemaatleştirmeyi artıyor; bu da başka bir konu. Temsil sorunu ise üzerinde uzunca değinilmesi gereken, çok önemli bir konu. Toplumumuzdaki kadın oranı ve TBMM’deki kadın oranı karşılaştırıldığında; TBMM’de 30 yaş altında hiçbir vekilin bulunmamasına ve milletvekillerinin yaş ortalamasının 54 olmasına; barajın hâlâ yüzde 10 olmasına baktığımızda çok büyük bir temsil sorunumuzun olduğu kesindir. İçten olanları ayırarak, demokratız diye gürültü koparanlara duyurulur.

 

   “Ey yükselen yeni kuşak! Gelecek sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak olan sizsiniz.” Atatürk’ün bu sözünden hareketle diyorum ki; gelin, cumhuriyetimizi bilimsel, toplumsal, hukuksal ve diğer tüm çalışmalarla yükseltelim. Sadece korumak yetmez.

 

   12 Eylül Darbesi

 

   Geçtiğimiz günlerde 28. yılını dolduran, Türkiye’nin son eylemli askeri darbesi 12 Eylül darbesi için uzunca laflar etmek olanaklı. Depolitizasyon sürecinin ana kaynağı olan 12 Eylül darbesi, aldığı canlar, yaptığı işkencelerle insani yönden büyük bir zarar vermekle birlikte; sonraki yıllara da büyük etki yaptığı kanısındayım. Siyaseti bir korkuya dönüştürmede ve devamında insanların magazinsel konulara yönelmesinde kim önayaklık etti; sormak gerekir. 12 Eylül’e karşı davranıp, “faşist” gibi damgalar yapıştırmakta önü çeken grupların da artık bir şeyi anlamalarını diliyorum. Halkımız, her şeyi damgalayanlara değil; yerine bir şeyler koyanlara rağbet etmektedir. İktidarda bulunma isteği olanlar buna dikkat etmelidir.

 

   12 Eylül’e karşı olduğunu anıştıran ve onun anayasasının değişmesi gerektiğini savunanlar, neden sürekli başörtüsü ve Atatürk ilkelerine takılıyorlar? Bu biçimsel bir karşı olmak mıdır, yalnızca kendi çıkarını düşünmek midir; yoksa içtenlikli bir söylem midir; bunu sizin takdirinize bırakıyorum.

 

   Ergenekon Operasyonunda Son Dalgalar

 

  Dergimizi takip edenler, Ergenekon adı verilen operasyonla ilgili tavrımızı bilirler. Biz, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nde çeteleşmeye, darbelere kesinlikle karşıyız. Bunu söylemekle birlikte, oraya bir ‘ancak’ eklemekte yarar var. Bu operasyonu destekleyenlerin, operasyonun arkasında siyasi irade bulunduranların tavırlarına bakarak bazı kuşkularımız var. Neo-liberal ve/veya ılımlı İslamî bir yapıya muhalif olanların susturulması ve muhalif herkese aynı yaftanın yapıştırılması gibi tavırlar beni rahatsız etmektedir. Özel olarak, Nurseli İdiz, Seyhan Soylu, Tuncay Özkan, Gürbüz Çapan ve diğer isimlere değinmeyi gerekli görmüyorum. Son olarak, yargımızın en doğru kararı vereceği inancını taşıyorum.

 

   Ergenekon operasyonuna siyasi irade ortaya koyanların, darbeye niyetlendiği iddia edilen kişilerle uğraşırken, neden 12 Eylülcülere yönelik yaptırımlar uygulamadığını da anlamakta güçlük çekiyorum. Neyse, artık yargı sürecinin sağlıklı bir biçimde işlemesini beklemekten başka çıkar yolumuz yok.

 

   Deniz Feneri e.V Davası

 

   Gündemin en sıcak olayların biri; hatta birincisi, Deniz Feneri e.V davası ve davanın sonucunda ortaya çıkarılan büyük yolsuzluklar olduğunu hepimiz biliyoruz. Kanal 7’nin Avrupa uzantısı olan Euro 7 kanalının genel müdüründen başlayan, bağış paralarını amaç dışı kullanma eylemi, nerelere kadar uzanıyor, henüz bilmiyoruz. Bildiğim bir şey var; davranış ve söylemlere göre biz daha olayın Türkiye yönünü bilmiyoruz.

 

   Biliyorsunuz, Alman yargıç dava için; “yüzyılın dolandırıcılığı” demişti. Yüzyılın dolandırıcılığının göbekten bağı olan Türkiye’deki merkezlerine neden el atılmıyor; bilmiyoruz. Bir RTÜK Başkanı nasıl “başbakan arkamda” der; onu bilmiyoruz. Aslında, bilmek istemiyoruz; çünkü bu bizim için bir utanç kaynağıdır. 2002-07 yılları arasında toplanan 41 milyon avronun 17 milyon avrosunun Türkiye’ye aracılarla gönderildiği saptandı. Peki, bu 17 milyon avro neden araştırılmıyor? Biliyorsunuz, bu davadan çıkan sonuca göre; 17 milyon avro Türkiye’ye, 8 milyon avro Türkiye’deki Deniz Feneri’ne,  8 milyon avro da şirketlere aktarılmıştı. Alman yargısı, bu 8 milyonu buldu da yüce Türk yargısı neden bu işin Türkiye kanadına el atmıyor. Eğer suçsuzlarsa ancak bu biçimde aklanabilirler. Öyle Almanya Büyükelçisi ile konuşmakla bu süreçten aklanılarak çıkılamaz. Akın, karanın ortaya çıkması için yargı süreci, zorunludur.

 

   R. Tayyip Erdoğan-Aydın Doğan Tartışması

 

   Yukarıda değindiğim Deniz Feneri e.V davasıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Doğan Medya sahibi Aydın Doğan arasında gerilim oluştu. Hatta bu gerilim, hakaret etme noktasına kadar ulaştı. Bu noktada alınan tavır net olmalıdır.

 

    Öncelikle şunu belirteyim; bu tartışmada kesinlikle bir tarafı tutmuyorum. Yalnızca doğru bildiğim noktadan gördüklerimi sizinle paylaşmaya çalışacağım.

 

   Tayyip Bey’in en önemli yanlışlıklarından birisi; şantajda bulunmasıdır. Başbakanımızın ‘açıklamazsan gününü gösteririm’ tarzındaki açıklamaları hiç hoş değil. Eğer açıklanacak bir şey varsa açıklamalıydı; böyle yaptığı için 1 hafta süreyi ‘ayağını denk al’ süresi olarak erdiği izlenimi oluştu. Aydın Doğan’ın yaptığı hukuksuz bir davranış varsa, bunu yargıyla ve kamuoyuyla paylaşmak en doğru olanıdır.

 

   Rafineri işinin doğruluğunu tam olarak bilmiyoruz. Aydın Bey, bu yüzden mi Tayyip Erdoğan’la arasını açtı; bunları bilmiyoruz. Aydın Doğan’ın elindeki basın gücünü şantaj aracı olarak kullanmasını asla ve asla hoş göremeyiz. Öte yandan, Erdoğan’ın bazı şirketlere “bizim” diye arka çıkması da kabullenilebilir değildir. Tabii bunlar kanıtlanmamış söylemler üzerinden, varsayımsal çıkarımlardır. Eklemekte yarar var.

 

   Geçmişlerini bilmiyormuş gibi davranayım; Deniz Feneri davasını gazetelere taşımanın iktidara ne gibi bir zararı olabilir? Başbakanımız neden bundan rahatsız olmaktadır? Bence, bunlar da araya sıkıştırılması gereken sorulardır.

 

   Bilişim teknolojisinin tanıdığı olanaklarla kitle iletişim aracı olan dergimiz, bir veya daha fazla basın kuruluşuna haber yaptığı için yaptırımda bulunulmasını kabul edemez. Bu, aklı başında her yurttaşımızın varması gereken sonuçtur. Madalyonun öteki yüzünde ise, muhalif basın kuruluşlarına baskı yaparken sesini çıkarmayan bir Doğan medyası var. Bu tablo, şu an susanlara ibret olmalıdır.

 

   Erdoğan’ın boykot çağrısına gelelim. Ben, kişisel olarak, bir medyaya boykot uygulanabileceği kanısındayım; fakat bu başbakanın ağzından dillendirilirse… Boykot zaten kitleler tarafından olağan bir biçimde gerçekleştirilir. Nasıl gerçekleştirilir? Hukuksuzluk övülürse yapılır. Terörizm özendirilirse boykot yapılabilir. Kutsal sayılan değerlere saygısızlık (eleştiri değil) yapılırsa o basın kuruluşuna boykot ilan edilebilir. Gel gelelim Tayyip Erdoğan birincisi, başbakan sıfatıyla arkasındaki yüzde 46,6’ya güvenerek bunu yapmaktadır. Bunu etik bulmuyorum. İkincisi; gördüğümüz kadarıyla, kişisel ve siyasal nedenlerden ötürü böyle bir söylemde bulunuyor. Nereden baksan tutarsız!

   Sözün özü; siyasal kamplaşmaya gerek olmayan bir durum yaşanmaktadır. İnsani değerler için şantaja hepimizin karşı olması gerekir. Demokrasi için hepimizin saydamlıktan yana olması gerekir. Etik olarak, hepimizin konumu kötüye kullanmaya karşı çıkması gerekir. Hukuk için geriye kalanları yargıya bırakmamız gerekir. Gerekenler bunlar. Artık iğne kime batıyorsa…

 

   Kemal Kılıçdaroğlu-Dengir Mir Mehmet Fırat Buluşması

 

   Düello adı verilen bu büyük buluşmayı tüm Türkiye gibi biz de dikkatle takip ettik. Kim haklı, sorusunun yanıtını her kesim farklı biç biçimde verdi. Takip ettiğim kadarıyla, halkımızın -ezici olmasa da- çoğunluğu Kılıçdaroğlu’nu daha inandırıcı bulmuş. Bu tarz iddiaların mahkemelerde sonuçlanması gerektiğini düşündüğüm için haklılık üzerine çok fazla yorum yapmayacağım. Net olan bir şey var ki; o da Dengir Fırat’ın yanıtlarının doyurucu olmamasıdır. Bunun nedenini ve sonucunu buradan söylemek yakışık almaz.

 

   Düello diye adlandırılan, TBMM çatısı altında gerçekleşen Kılıçdaroğlu-Fırat buluşmasına dair bana göre, en elle tutulur sonucu sizlerle paylaşmak istiyorum. Evet, Kılıçdaroğlu haklı veya haksız olabilir. Değinmek istediğim bu değil. Yukarıda söylediğim gibi, bu tarz savların mahkemelerde yer alması gerekiyor. Peki, bunun için ne gerekiyor? Tek yanıtı var; dokunulmazlıkların kaldırılması. Milletvekilliği, bakanlık, başbakanlık gibi makamlarda oturanlar en fazla hesap vermesi gerekenler iken, onlara yargı dokunamıyor. Eğer demokrasiden yana iseler, hesap vermekten de yana olmalılar. Yolsuzlukla mücadele ettiğini söyleyen bir yönetimin bu konuya el atmaması, dahası bu gündemden hep kaçması tutarlı değildir. AİHM kararını eleştirecek noktaya varılması, daha da tutarsızdır.

 

   Bu arada bu buluşmanın TBMM’de olmaması gerektiğini savunan Köksal Toptan’a da şaşırdım doğrusu. TBMM’nin şanına leke mi sürüldü bu buluşmayla? Her ne kadar sonuçsuz kalacağı önceden belli olan bir buluşma olsa da seçim zamanında bile karşı karşıya gelmeyen siyasetçilerimizi kamuoyunun birlikte değerlendirme şansı bulması bir artı puandır. Bence, Köksal Toptan, Meclis’te bir vekile saldırırlarken neden bu tarz bir duyarlılığı göstermediğini de açıklamalıdır.

 

   İftar Yemekleri

 

   Bir Ramazan ayını da geride bıraktık. Ramazan ayında vicdanımı rahatsız eden çok fazla manzarayla karşılaştım. Bunlardan ilki; aristokrat İslamî yemek tertipleri. Başbakanından asgari ücretle çalışan emekçisine kadar herkesin aynı anda aç olması, içilen suyun değerinin anlaşılması gibi toplumsal mesajlar veren oruç tapınmasının yıllar sonra aristokratik gösterişlere alet edilmesi garipsenilecek bir durum. En iyi iftar sofrası kimindir, yarışına kadar giden bu gösterişçilik ne Türk ulusunun ahlakına, ne de İslam anlayışına uymaktadır. Toplumu da yanlış yönlendirmektedir.

 

   Putlaştırılan İslam adlı yazımda putları kırarak gelen İslam’ın, Müslüman olduğunu söyleyenler yüzünden putları boynuna astığını söylemiştim. Oruç da boyna asılan bir put oluverdi. Dualarından tutun, iftar mönüsüne; açılış yemeklerinden tutun, gösteriş deliliğine kadar amacından sapıvermiştir oruç. Toplumsal ve kişisel bir huzur olması gerekirken, kendilerine benzemeyenleri dövmeye kadar gitmiştir kutsal Ramazan ayı.

 

   Vicdanımı rahatsız eden olgulardan birisi de bir takım parti/şirket/kişilerin reklâm yapmak amacıyla yoksullara iftar verme şölenleri. İslamî anlayışta sağ el verirken sol elin görmemesi varken, yardımları reklâma çevirmenin yenilir, yutulur yanı olmadığı düşüncesindeyim. Diğer taraftan, sosyal devletin yıkılmasından yana olanların bu tarz şeyleri yapmaları da ilginç. Demek ki makyajın altındaki görüntü, yoksulları kollamak değil; üzerlerinden oy/toplumsal statü kazanılacaklara yemek yedirmektir. Akıllarınca; kaz gelecekten yerden tavuğu esirgemiyorlar. Türkiye’nin en borçlu belediyesi, yüksek faizlerle borç öderken hangi yoksula yardım etmektedir? Bir yandan sayımızı okuduğumuz saatlerde yürürlüğe girecek olan SSGSS’yi kabul edeceksiniz, bir yandan da yoksul dostu görüneceksiniz. Oruç bir anlamda da yoksulların durumunu daha yakından kavramak amacı taşıyorsa; onları sadece parti/şirket reklâmlarının yapıldığı iftar sofralarında değil, geri kalan 11 ayda da dikkate almalısınız. Tutarlı olan budur.

 

   Zeki Ergezen ve Muzaffer Eryılmaz Olayları

 

   Bu başlığa bakanlar ilk aşamada anlam veremeyebilirler. Birisi gerici bir konuşmada, diğeri ise yolsuzlukla ilgili bir konuşmada bulunmuştu. Burası doğru. Ana fikre gelmeden önce yeniden söylüyorum; kim ne suç işlemişse yargıda hesap vermelidir. Hesap vermek değil; hesap vermekten kaçmak ayıptır.

 

   Gelelim ana fikre. Doğan Medya’nın nende yıllar sonra Zeki Ergezen kasedini sorgulamak lâzım. Ergezen bakan olurken neden çıt çıkarılmadı? Basının temiz olması gerektiğini söylüyorum ve Ergezen’in rejimi doğrudan hedef gösteren, en hafif deyimiyle, yakışıksız sözlerinin birden patlamasına şaşırıyorum. Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz olayı da farklı değil. Kanal 7’nin zamanlamasına ne demeli?

 

   Her ne olursa olsun, Zeki Ergezen’in konuşmalarının hesabını vermesi zorunludur. Belki yargıda zamanaşımı var; fakat tarihte böyle bir kavram söz konusu değil. Tarih önünde hesap vermelidir Ergezen. Bu arada, o zamanlar kukla olarak gördüğü milletvekili sıfatının şimdi üzerinde bulunması da oldukça ironik. Üstelik en güçlü partiden olması da ayrı bir soru işareti olarak kafamızda beliriyor.

 

   Muzaffer Eryılmaz’ın olayına geldiğimizde; kendisi kasetin kesilip biçildiğini ifade ediyor. Buna saygı duymak ve Kanal 7’nin iyi niyetinden kuşku duymakla beraber, Eryılmaz da kamuoyuna yargıya hesap vermelidir. Yolsuzluğun partisi olmaz. ‘Senin yolsuzun, benim yolsuzum’ anlayışının egemen olmaya başladığı bugünlerde CHP’nin bu olayın üzerine gideceğini söylemesi sevindirici. Umarım, doyurucu bir yanıt verirler. Bekleyip, göreceğiz.

 

   Şaban Dişli’nin İstifası

 

   AKP’nin genel başkan yardımcılığı görevinde bulunurken, CHP’li Kılıçdaroğlu’nun büyük çabasıyla bu görevden istifa eden isim; Şaban Dişli. Şaban Dişli partiden değil, partideki görevlerinden istifa etti. Bunun üzerine, akıllarda soru işaretleri belirdi. Birbiriyle uyuşmayan açıklamalara imza atan Dişli, bu davranışıyla ne yapmak istemektedir? Kendini bir süre unutturmak mı istemektedir? Partinin yıpranmasından çekindiğinden mi böyle davranmıştır? Sessiz bir kabulleniş midir? Her yerde bu saydamlık meselesi karşımıza çıkıyor. Beyler neyse durum, açığa çıkmalıdır. Kaçamak davranışlar hiçbir anlam içermemektedir. “…tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemedik ve yedirmeyeceğiz, ha aksi varsa, yiyeni varsa onu da aramızda barındırmayacağız…” diyen Sayın Başbakanımızdan daha net bir tavır bekliyoruz. Söz değil yaptırım!..

 

   İşte Bu Ya!

 

   Hatırlarsınız; Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, göreve başladıktan hemen sonra Doğu illeri gezisine çıkmıştı. Diyarbakır’da sivil toplum öncüleriyle, Van’da da halkla birlikte oldu. Bu ziyaretin başarılı bir çıkış olduğunu düşünüyorum. Benim takip ettiğim kadarıyla Org. Başbuğ, laf olsun diye böyle bir gezi yapmaz. İlker Başbuğ, terörle psikolojik yönden de savaşılması gerektiğini savunuyor. İşin ilginç yanı, bunu silahlı gücü temsil eden birisi söylüyor. Peki, siviller neden bu işe el atmıyor? Terörizmi destekleyen arka etkenleri neden saptayıp, buna göre hareket edilmiyor? Sivil yönetimin görevi bu değil midir?

 

   İlker Başbuğ’a Van’da gösterilen yoğun ilgi beni sevindirdi. Kemalistleri Güneydoğu’yu unutmakla suçlayanlara da bir yanıt olmuş oldu. Bilgisi, birikimi, deneyimi ile İlker Başbuğ döneminin Türkiye için bir fırsat olduğunu düşünüyorum.

 

 

   Abdullah Gül’ün Ermenistan Ziyareti

 

   Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün Sarkisyan’ın daveti üzerine, Ermenistan-Türkiye ulusal futbol takımları arasındaki karşılaşmaya gidip gitmeyeceği çok tartışılan bir konuydu. Sonuçta Cumhurbaşkanımız bu davete icabet etti ve Ermenistan’a gitti.

 

   Türkiye Cumhuriyeti, kesinlikle barışçı olmalıdır diyoruz. Peşinden de ekliyoruz; kimin adına? Ermenistan, soykırım iddialarını geriye mi çekti? Soykırım anıtının ışıkları söndürülmüş o gecelik. Merak etmeyin, bir sonraki gece yine yandı o ışıklar. Sonuçta soykırım iddialarından vazgeçmek gibi bir durum yok ortada. Hatta Serj Sarkisyan, geçenlerde yine soykırım sözcüğünü kullandı. Peki, kardeş ülkemiz Azerbaycan’ın işgal edilen topraklarından herhangi bir vazgeçiş oldu mu? Elbette, hayır. Bunlara yönelik herhangi bir vaatte bulunuldu mu? Hayır. Elde var; anıtların bir gecelik ışıklarının söndürülmesi. İşte, bunların üzerine ben diyorum ki; Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?

 

   Öte yandan pek hatırlanılmadı; ancak bu konunun önem taşıdığını düşünüyorum. Sayın Gül, oturduğu Cumhurbaşkanlığı makamının forsunu incelemelidir. Bu forsun ne anlama geldiğini bilmelidir. Fazla yorum yapmak istemiyorum. Laf adresine gitti zaten.

 

   Ankara’da Meydana Gelen İkinci Dayak Olayı

 

   Her zaman söylemişimdir; bin yılda oluşturduğumuz hoşgörü ortamını gittikçe yitiriyoruz. Biliyorsunuz, Ankara Keçiören’de geçtiğimiz günlerde içki satan bir büfecisinin dövülmesini konuşmuştuk. Not: Keçiören’de tüm marketlerin, kuruyemişçilerin 23.00’de kapatılması gerekirken; yalnızca içki satanlara yaptırım uygulanıyor. Şimdi de Çankaya’da bir grup zorba, “Ramazan’da nasıl içki satarsın?” diyerek bir market sahibine saldırmışlar. Bak sen! Kur’an’da oruç tutun mu deniliyor; yoksa içki satanları dövün mü deniliyor? Bu güruh, Sivas’ta aydınları yaktı; akıllanmadı. Ne zaman akıllanacaklar, bilmiyorum. Birisi de sen neden namaz kılıyorsun diye bir yurttaşımıza saldırınca mı rahatlayacaklar?

 

   “Karar gereğince Konya'da Mevlana dergâhının da kapanmış olmasından üzgünüm; fakat istisna yapamam, buna çok üzülüyorum. Hey koca Sultan! (Mevlana Celaleddin Rumi) Evet, bütün tekkeleri kapattık; fakat senin kapın kapanmadı.” Bu söz Atatürk’e ait. Ulu önderimizin neden Mevlana’yı çok ayrı bir yere koyduğunu hoşgörüsüzlüğün tavan yaptığı son yıllarda daha iyi anlıyoruz. Eğer birlikte yaşayacaksak, herkesin karşısındakinin inancına/inançsızlığına hoşgörü ile yaklaşmalı. Oruç tutmayanlar, oruç tutanı tahrik ettiği; oruç tutanların da bu tür zorbalıklara başvurduğu sürece toplumsal huzurumuzu koruyamayız. Herkesi ölçülü davranmaya çağırıyorum.

 

   Amerika’daki Finansal Kriz

 

   Bu konuda sözü iktisatçılara bırakmakla birlikte, tek merkezli dünyanın bu büyük krizinin birilerine ders olmasını istiyorum. Bankaları bile küresel temsilcilik konumunda olan Türkiye nasıl çıkacak; merak ediyorum. Umarım, krizi fazla yaşamayız. Erdoğan’ın krizden kârlı çıkacağımızı belirtmesi de beni şaşırttı. Nasıl bir planı var, anlamak güç doğrusu. Krizin boyutlarını Gündeme Dair köşesinde anlatmak uygun olmaz. Kısaca anlatayım. Bazı yatırımlar riskli; fakat kârlılık oranı yüksel olan yatırımlardır. Eğer büyük yatırımcılar öngörülerinde yanılırlarsa, bu büyük bir kayba neden olur. ABD’nin bir zamanki ekonomik koşullarına göre yanılan büyük yatırımcılar, küçükleri de yönlendirdiğinden milyarlarca dolarlık fonlar buharlaşır. Her neyse, sonuç olarak; krediler batar. Yatırımcı ortada kalır. Sonra liberaller (!) de 700 milyar dolarlık bir paketle müşterilerin batık kredilerini karşılamak isterler. Sonuç olarak; sadece ABD’de değil, tüm dünyadan insanların kaynakları kesilmiştir, emekleri boşa gitmiştir. Kapitalizmin cilvesi! Umarım, krizi hasarsız atlatabiliriz.

 

   Kısaca değinmek suretiyle, gündemi bu şekilde irdeledik. İlk defa yerine getirdiğim bu görevi, umarım layıkıyla yapabilmişimdir. Umarım gelecek ay ülkemiz ve insanlık adına ben veya başka bir arkadaşım, bu bölümde güzel şeylerden bahsederiz. Esen kalın.

 

 

 

emrah.ozdemir@politikadergisi.com

 

 

Bu yazı; Politika Dergisi, Sayı 8’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile orijinal sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 8’i indirmek için buraya tıklayınız. 

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.