Basın Özgürlüğü (!)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Süleyman GÖK

Çok önemli gördüğüm bir konu üzerinde karşılaştırmalı, bazı bilimsel bilgiler ile ülkemizde “Basın özgürlüğü”nü sizlerle paylaşmak istedim; çünkü hepimiz biliyoruz ki demokrasilerin var olduğunu sadece seçilmiş iktidar veya muhalif milletvekilleri değil, onların yanında yardımcı unsurlar olan hukuk, partiler ve en önemlisi basın-yayın organlarının özgürce, tarafsız yayın yapabilmeleri gelmektedir. Ancak, ülkemizin demokrasiye geçiş sürecindeki olaylardan günümüze geldiğimizde 1950-2010 yılları arasında hiçbir şey değişmemiştir. İleride bu yılla rdan örnekler vererek sizlerle paylaşacağım.

<?xml:namespace prefix = o />

 

En önemli değişiklik kişilerde olmuştur. 1950’li yıllarda bazı kesimler tarafından demokrat (!) olarak ilan edilen Adnan Menderes, bugün de aynı kesimler tarafından demokrat başbakan olarak nitelenen Recep Tayyip Erdoğan bulunmaktadır. Bu yazımda bu iki şahsı karşılaştırmaya gitmeyeceğim, çünkü ikisi arasında bir fark görmüyorum. Bu yazımın konusu olan basın özgürlüğünün aradan geçen 60 yılda hiçbir gelişme göstermemiş olduğunu ve aynı kuralların geçerli olması bakımından bir değerlendirmeye tabi tutmak istiyorum. Bu kurallar klasik olarak ödüllendirme veya cezalandırma yoluyla olmaktadır. Başka bir şekilde ifade edersek “sopa ve havuç”.Türk siyasi hayatında tek başına iktidara gelmiş olan yukarıda saydığım insanlar geldikleri dönemlerde ne kadar yandaşları tarafından demokrat olarak nitelendirilseler bile tarihin gerçek yüzü öyle dememektedir. 1950’li yıllarda muhalafete tahammül edemeyen, basın-radyo (o zaman televizyon yaygın değildi) organları üzerinde sansür ve baskı uygulanması gibi uygulamalar var iken nasıl olur da bir insana demokrat denilebilir; çok merak ediyorum. Günümüze geldiğimiz zaman durumda hiçbir fark yoktur. 1954 yıllında Yeni Ulus gazetesinin yazarı Hüseyin Cahit Yalçın, Metin Toker gibi muhalif yazarlara yapılan muameleler, günümüzde bazı gazetecilere yapılan uygulamalar ile ne kadar benzerlik göstermektedir değil mi? Falih Rıfkı Atay’ın çetecilik ile suçlanıp aklanması, bugün yurtsever, aydınlanmacı gazeteci, yazarların da terör örgütü üyelikleri ile suçlanması gibi ilginç ve düşündürücü benzerlikleri bizlere ders olmalıdır.

Basın özgürlüğü ne demek, diye soracak olursak, insanların, kendi hür vicdanları gereği belirli konularda görüşlerini dile getirmesine denir. Basın yayın organlarında çalışanlarımız bilir; gazeteciler ve sahipleri her zaman tarafsız olmak zorundadır, iktidar yalakası, besleme veya yandaş medya, yazar olmamalıdır. Halkın, isteklerini, düşüncelerini, görüşlerini iktidara karşı baskı uygulayarak demokrasinin gereği olarak halkın yararına olan uygulamaların gerçekleştirilmesini sağlamak olmalıdır. Fakat, bizde gazete sahiplerinin ek işleri olduğundan, holding medyası dediğimiz olgunun ortaya çıkması, gazete sahibi - iktidar ilişkisinin ne kadar kötü ve etikten maruz bırakıldığının göstergesidir. Çok eskilere gitmeye gerek yok. İktidarımızı eleştirmeye başlayan bir yayın kuruluşuna (Doğan Holding) iktidar tarafından despotça uygulanan vergi kabusu yüzünden çok sesli olması gereken basını tek sesliliğe dönüştürme çabaları hız kesmeden devam ediyor. Muhalif gazetecileri içeriye almalar, televizyon kanallarını ağır ve hukuka aykırı ekonomik verilerle kapatmaya teşvik etmeler bizlere diktatörlük yönetimlerini hatırlatmaktadır. Ancak, biz yanlış düşünüyoruz. Çünkü,bazı demokrat (!) kesimler tarafından tek sesliliğin olması, eleştiriye tahammül etmeme gibi unsurlar demokrasinin unsurlarıymış gibi algılanmaktadır. Bu ülkeye en büyük hainliği, en büyük düşmanlığı bu kesimlerin yaptığını da burada vurgulamak istiyorum. Besleme ve yalaka insanların olduğu ortamda, iktidardan beslenen, okumayan, aydınlanma felsefesine karşı çıkan, Atatürk ilke ve devrimleri ile her zaman kavga halinde olan bu zavallıcıkların temellerinin ve fikir babalarının dışarıdan alınan para ve fikirler ile yandaşçılık oynaması bu ülkeye yapılan en kötü düşmanlıktır. Onun için bu tip insanlara katlanmamak ve ne kadar demokratik bir ortamda yaşamıyorsak da demokratik zeminde bunlara derslerini vermek bizlerin görevidir, diye düşünüyorum. İlk girişte söylediğim gibi tarihten örnekler vermek istiyorum ve basın özgürlüğünün nasıl yok edildiğini ve basın kuruluşlarının nasıl çalıştığının görülmesi açısından vereceğim çarpıcı örnekler hepimiz tarafından ilgiyle ve hayretle karşılanacağını düşünüyorum.

İlk olarak aldığım notlardan günümüzde de tartışılan Anayasa taslağı için 1953 yılında Demokrat Parti’nin getirmek istediği hukuk reformundan bir anekdot aktarmak istiyorum.

“Demokratik ülkelerde bir iktidar partisinin, seçimlerde ne kadar oy almış olursa olsun, hukuk açısından, evrensel hak ve hürriyetler açısından yapamayacağı şeyler olduğu anlayışı, ülkemizin siyasetine henüz yerleşmemişti. 2000’li yıllarda da hala yerleştiği öne sürülemez, ama o zaman Anayasa Mahkemesi olmadığı için bir kanunun Anayasa’ya aykırı olduğu iddia edilse bile, o iddiayı karara bağlayacak merci, gene Meclis’ti. Yani, Meclis’teki iktidar partisi çoğunluğu… O çoğunluk, kendi liderinin çıksın dediği kanuna yapılan itirazlar için evet, bu itirazlar haklıdır… Kanun çıkarmak Anayasa’ya aykırı olur, diyebilir miydi? Menderes’in “mademki seçildim, öyleyse her şeyi yaparım” iddiasını rahatça sürdürebilmesi, bu durumun sonucuydu.” Bu anekdot umarım bu yazıyı okuyanların akıllarında bir ışığın yanmasına neden olmuştur. Çünkü bugün yapılan sivil ve demokratik adı altında hazırlanan Anayasa taslağının sonucu da yukarıdaki bu ülkenin yaşadığı bir örnekteki gibi olacaktır. Tayyip Erdoğan’ın “ben seçildim o zaman her şeyi yaparım” tavrının altında yatan nedenleri daha iyi görmemiz için bu örneği verdim, umarım herkes iyi düşünüp, ona göre kararını verir.

Basın üzerindeki baskı metotları çeşitli şekilde uygulanmaktadır. Bunun için devletin mali alandaki imkanları da kullanılıyor, ceza uygulamaları da… İktidarı öven gazetelere, resmi ilan desteği, kredi kolaylıkları, kağıt tahsisi gibi ayrıcalıklar sağlanırken; iktidarı eleştiren gazetelerin imkanları çeşitli şekilde daraltılmaktadır. Geçmişte de olduğu gibi günümüzde de devletin radyosu sadece hükümetin demeçlerini haber veriyor, muhalefetin sözünü bile etmiyordu.

Tarihten bir örnekle devam etmek istiyorum. Bu örneğin sahibi hepimizin bildiği bir kişi: Necip Fazıl Kısakürek. Araştıranlar bilirler ki Kısakürek’in siyasi geçmişi hakkında değerlendirme yapmak gerekirse, kendini muhafazakar, İslamcı olarak gören, devleti İslami hükümlere göre yönetmek isteyen, zamanında Büyükdoğu gibi hem gazete, hem dergi kuran, amacının İslami gelenekleri uygulayacak bir parti kurmak olan fakat zamanın iktidarı Menderes’e sempati duyan bir insan olan Kısakürek bu örnekte gazeteciliğin nasıl iktidar tekelinde olduğunu gösterecektir bizlere.

Necip Fazıl’ın Adnan Menderes ile görüşüp, zamanın şartlarına göre uygun ve gerekli olan parayı istemesi ve Menderes’in de geri ödemek şartıyla ve tabii ki de kendini destekleyici olan yani bugünün yandaşlığını yapması için para vermesi Kısakürek’in Büyükdoğu gazetesinin çıkmasına neden olmuştur. Daha sonra, Kısakürek parayı ödeyemeyip öğrendikten sonra çıkan gazetenin çizgisi kendisine göre şöyledir: “Günlük gazete halinde ortaya çıkar çıkmaz rengimiz hemen belli oldu. Dünyaya İslam gözlüğünden bakan ve davasına Menderes’i kazanmak isteyen gazete… Evet, gayemiz sadece Menderes’i tutmak, onu partisi içinde ve dışındaki düşmanlarına karşı müdafaa etmek… Kendisinde maya tutmasına çalıştığımız ruh hamurunun teknesinde partiyi yekpareleştirmesi ve tezatsız bir büyün haline getirmesi için çalışmak…”

Özetle belirtmem gerekirse 1950’li yıllardan verdiğim örnekler ile günümüzde yaşanan gelişmeler arasında bir kıyaslama yaptığım zaman ben değişen hiçbir şeyin olmadığını düşünüyorum. 60 yıl geçmiş ve ülkemizde demokrasi kültürünün halen gelişmemiş olması, demokrasinin bazılarının tekelinde olması ve ağızlarından düşürmemesi şu an benim içimi acıtmakla birlikte bunlara karşı girişilecek olan demokratik zeminde her türlü tartışmaya, çalışmaya gerçekten demokrasiye, insan haklarına, adalete, eşitliğe bağlı insanlar ile mücadeleye hazır olduğumu belirtirim. Milletin ve demokrasinin adamları olarak nitelendirilen Menderes ve Erdoğan’ın çizgisinin ne kadar demokrat olduğunu ve sivil darbe’nin ayak seslerinin duyulduğunu hissetmemek için daha ne kadar bekleyeceğiz? Artık akıl tutulmasından çıkmanın zamanı geldi ve geçmektedir. Yarın, üzerinde yaşayacağımız bir toprağımız olmayacak. Tehlikenin farkında mısınız?

iletisim@PolitikaDergisi.com

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.