Balyoz Davasında Ne Oldu(!) ve Ne Olacak?

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

361 sanığın yargılandığı “Balyoz Davası”nın Yargıtay aşaması da, nihayetinde tamamlanarak, üst rütbeli subaylardan oluşan bir gruba 16, 18 ve 20 yıla yakın bir ceza verilmesi uygun görüldü ve onandı. Balyoz Davası ve Ergenekon Davası, daha çok konuşulacak ve konuşuluyor da. Ben hukukçu değilim. Davanın eksik ve gedik yanlarını analiz edemem. Davada şöyle olmuştu, böyle olmuştu da, diyemem. Yalnız, bu dava, gerçekten de mahiyeti açısından kamuoyumuz nezdinde derin yaralar açtı. Aynı şey Ergenekon Davası içinde geçerlidir. Pekâlâ, yapılan değerlendirmeler, daha çok sade bir vatandaş gözüyle olacaktır. Şunu kabul etmek durumundayız: Balyoz Davası, toplumumuzdaki “Kutuplaşma” durumuna göre değer ve anlam bulmakta.

Aynı şekilde toplumumuzdaki derin yarılmalar ve saflaşmalar, bu dava sonuçlarının yüksek mahkeme tarafından kendi hukuk prensiplerince değerlendirilmeleri sonrasında da, artmakta ve mevziler daha da tahkim edilmekte. Her şeyden önce, bu davanın gelişimine ve akıbetine bakarak, “Demokrasi Havariciliğinin” bayraktarlığını yapmak ve vesayet eşiğinin bittiği gibi beylik laflarla değerlendirmeler yapmak, sadece ezbere düşmekten başka bir işe yaramayacaktır. Belli bir kesim, yüksek mahkeme sonucundan sonra zımnen de olsa mutlu olduğunu yazdıkları yazılardan belirtmekteler ve bunun doğal bir gelişme olduğuna da “Vurgu” yapmaktalar. Hukuk devletiyiz ya(!) Gerçekten de bu dava(lar) sonucunda ve sonraki gelişmeler akabinde, “Hukuk” çok fazla tartışılmaya devam edilecek. Acaba, bir ülkede hukuk bu kadar çok fazla tartışılıyor ise, bu dinamik, hukuk sisteminde bir aksaklıklar olduğunu bizlere göstermez mi? Bu davanın Yargıtay tarafından değerlendirilmesinden sonra, bazı olgular da somuta erdi. Mesela, yüksek mahkeme, dijital yollarla elde edilmiş delilerin somutluğunu kabul ederek, toplumumuzda çok fazla tartışmaya neden olan CD hadisesine de bir “Açıklık” kazandırmış oldu. Bildiğiniz gibi, Balyoz ve Ergenekon Davalarında, en fazla tartışılan ve hukuken tenkit edilen hususların başında, “Gizli Tanıklar” ile “Dijital Deliller” gelmekte idi... Son aşamada, Balyoz Davası açısından ülkemizdeki iç hukuk yollarından Yargıtay incelemesi sonuçlandığından dolayı, sadece Anayasa Mahkemesi kalmıştır. Eğer burada da bir sonuç çıkmaz veya alınamaz ise; tabii ki haklarında hüküm verilenler açısından olumlu ve ceza bozması yönünde bir olumlu sonuç veya karar çıkmaz ise; bundan sonra gidilecek adres, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kalmakta. Değinildiği gibi, bu yargılama neticesindeki kutuplaşmaya binaen, insanların vicdanlarında açılan yaralar da öbekleşmekte. Gerçekten de yıllarca TSK’ya hizmet etmiş askerlerimizin, bunca sene cezalara çaptırılması “Üzücü” olduğu kadar, hukuken de “Düşündürücü”... Daha önce belirttiğim gibi, hukukçu olmadığımdan ötürü, hukuksal yorum yapmam mümkün değil...

***

Bu davayla ilgili haber mecralarındaki haber detaylarını ve köşeyazarlarını okurken, hürriyet.com.tr de ilginç bir haber dikkatimi çekti. Yazının başlığı, “ABD askerleri ‘süper kahraman’ olmaya hazırlanıyor” idi... Haber metninde şunlardan bahsedilmekteydi...

“ABD ordusundaki askerler yakında çizgi romanlardaki süper kahramanların ve kötü karakterlerin sahip olduğu özel yeteneklerin benzerlerine sahip olmalarını sağlayacak üniformalar giyecek.

Özel Operasyonlar Komutası'nın (SOCOM) siparişini verdiği Taktiksel Saldırı Hafif Operatör Giysisi (TALOS) adı verilen bu üniformalar Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) tarafından geliştirilen "sıvı zırh" maddesi içeriyor. Söz konusu madde manyetik alan ya da elektrik akımıyla karşılaştığı anda birkaç milisaniye içinde sıvıdan katıya dönüşüyor. Zırh bu özelliği sayesinde askerlerin silahlı saldırılar karşısında hayatta kalmalarına olanak sağlıyor.

TALOS tüm vücudu kaplayacak balistik koruma sağlayacak, aynı zamanda “fizyolojik tali sistem”in sahip olduğu sensörleri sayesinde sürekli olarak vücut ısısı, kalp atım hızı, hidrasyon oranı gibi ölçümler yapılabilecek. Zırh aynı zamanda ısı, hava ve oksijen sağlayan bir mekanizmaya sahip. ABD Özel Hareket Komutası baş idarecisi William McRaven bu teknoloji sayesinde askerlerin savaş alanında yenilmez hale geleceğini savundu. McRaven, geçtiğimiz temmuz ayında Florida’nın Tampa şehrindeki SOCOM ana merkezinde savunma endüstrisinin temsilcileriyle bir araya gelinip “Iron Man” teknolojisinin geliştirilmesi hakkında görüşüldüğünü belirtti.” (http://www.hurriyet.com.tr/planet/24901673.asp)

***

Yazımın başında da ifade ettiğim gibi, ben, hukukçu olmadığımdan ötürü, Balyoz ve Ergenekon Davaları hakkında hem bir hukukçu gibi konuşamam; hem de yapılacak tahliller hukuk terminolojisine uygun düşmez. Yalnızca, kamuoyundaki değerlendirmelere binaen yorumlar ve bakış açıları yapabilmekteyim. Kamuoyumuzda bu davalar görülürken ve daha sonraki safhalarında ileri atılan görüşlerden bir tanesi de, bu dava(ların) arkasında Amerika Birleşik Devletleri’nin olduğu idi. Amerika Birleşik Devletleri, “Soğuk Savaş” bitiminin ertesinde ve 9/11 saldırılarından sonra, dünya düzlemindeki politikalarında değişikliğe gitmişti. Soğuk Savaş’ın ve SSCB’nin dağılmasından sonra tek kutuplu hâle gelen dünya politik sisteminde, çeşitli değerlendirmeler yapılmış ve özellikle göze batanlar ise, “Tarihin Sonu Tezi” ile “Medeniyetler Çatışması” olmuş idi... Ortadoğu, geçmişten gelen uzgörülere ve değişen küresel siyasal konjonktürel dalgalanmalara göre, yeniden dizayn ve taksim edilmekteydi... Amerika Birleşik Devletlerinin Ortadoğu’daki politikaları ve çıkarları için, sanırım millî bir devletin ve üniter bir yapının en önemli unsuru olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülke içindeki konumu, Amerika nezdinde rahatsızlık yaratmakta ve içeride İslamcı özelliği ile yükselişte olan Ak Parti ile işbirliğine gidilerek, OD’daki planlamaların rayında gidebilmesi doğrultusunda TSK’nin ulusalcı ve laiklik damarı hassas olan kurmay subayları bir şekilde bertaraf edilmeli idi... Görünen kadarıyla da şimdilik TSK’nin yıpratılması meyanında epeyce bir yol katedildi(!)

***

Balyoz Davası, Yargıtay safhasından sonra kamuoyuna yansıyan tartışmalarla farklı bir seyir izledi. Kimisi; artık Türkiye’de “Hukuka” güvenin kalmadığını seslendirirken, kimisi de bu saatten sonra diğer hukuk kanallarından da “Tatmin edici” bir kararın çıkmasının konjonktür icabıyla zor olacağını ileri sürdü... Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılınç’ın değerlendirmeleri de, kamuoyumuzca “Sorunlu” olarak addedildi... Gerçekten ben de, Sayın Kılınç’ın yorumunu, erken baskı olarak addetmekteyim... Dava dosyası önlerine gelmeden kamuoyuna açık şekilde Balyoz Davası hakkında yorum yapmak, pek şık kaçmadı... Bakalım, Sayın Haşim Kılınç, neler demiş:

“Bazı konuları bu vesileyle aydınlatmak gerekiyor. Çünkü özellikle Balyoz davasında Yargıtay’ın kararı sonrasında bizim veya AİHM’nin ‘süper temyizlerle süper kurtarıcı’ olduğumuz havası yaratılmaya çalışılıyor. İlk olarak şunu söyleyeyim Anayasa Mahkemesi, temyize alınmış ve değerlendirilmiş davaların kararlarını yeniden temyize alma yetkisine sahip değildir. Bu konuda hüküm var. Biz sadece eğer bize başvuru gelirse Yargıtay ceza dairesinin mahkumiyet kararlarına değil, yargılama süresince özgürlük ihlali var mı yok mu, sanık savunmaları hukuka uygun gerçekleşti mi, uzun tutukluluk ve yargılama hukuka uygun mu başvurularına bakabiliriz. Onun ötesinde mahkumiyet ve hapis cezalarına müdahalemiz olamaz. Aynı şekilde AİHM de Anayasa Mahkemesi’yle aynı görev ve yetkilere sahiptir. Sadece, AİHS’de belirtilen hak ve özgürlüklerle ilgili ihlal var mı buna bakar. Suçun vasfına, delillere ve mahkumiyetin derecesine, ne AİHM ne de biz bakabiliriz. (Balyoz kararını veren Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin üyeleri ve kararlarına yönelik eleştiriler) Yargıtay’daki arkadaşlarımızı yıllardır tanırım. Uzun dönemdir burada başarıyla görev yapmaktadırlar. Donanımlı, bilgili ve tecrübelidirler. Başından beri de yıllardır bu dairede çalışmış, olaylara hâkim titiz ve tecrübeli bir ekiptir. Bu nedenle arkadaşlarımızın yanlış yapma ihtimali çok ama çok düşüktür. Bunu ben değil, zaten tüm Yargıtay bilir.” (http://odatv.com)

***

Anayasa Mahkemesi Başkanının bu açıklamalarını yadırgamadım desem, yalan olur... Zaten, Balyoz Davası taraflarının ailelerinde bir hüzün ve sükut-u hayal yaşanıyorken ve de hukuka olan inanç gittikçe zayıflarken... Sayın Haşim Kılınç’ın açıklamalarını, nereye koymak gerekir bilemiyorum... Bu açıdan bakıldığında, iç hukuk yollarının tükendiğini söylemek, pek öyle abeste iştigal olmayacaktır...

***

Bir de işin; “Demokrasi”, “Yargı Vesayeti”, “Yeni Türkiye” ve “Zamanın Ruhu” temalarından değerlendirilmesi vardır ki... O da zaten bol bol yapılmakta... Bilmiyorum, acaba, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin değerli subaylarını toplumun “Vicdan Oylarını” alamadan hapse mahkûm etmek, demokrasimizin standardını arttırmış mıdır? Pekâlâ, bendeniz, demokratik rejimlerde “Darbe Teşebbüslerine” karşı biriyimdir... Zaten, daha önceki makalelerimde de, bunu ifade etmiş biriyimdir. Demokratik parlamenter rejimlerde iktidarın değişim meşruiyeti bellidir; sandıkla işbaşına gelenin, yine sandıkla gitmesidir... Yeni Türkiye ve zamanın ruhu, askerlerimize reva görülen cezalara nasıl bakmakta; yine Amerika Birleşik Devletleri’nin TSK üzerindeki “Stratejik” planlamaları bu davalar neticesinde sonuçlanmış olabilir mi? Bu dava(lar) daha çok su kaldırır(!)...

 

Erhan SALMAN

erhan.salman@politikadergisi.com

Yorumlar

Siyasi Davalar Sadece ve Sadece Siyasi Değerlendirilirler!

Balyoz veya Ergenekon davaları gibi davların ta başından beri "hukuki" değil, "siyasi" davalar oldukları AKP muhalifi yurtseverler için zaten belli idi. Bu gerçeği saptamak için illaki uzman hukukçu olmak gerekmiyor. Ülkemizde yargıç, savcı ve avukat üçlüsünün oluşturduğu yargı kurumundan kamuoyuna açık yargı yorumu yapma durumunda olan kurum, savunma makamının Türkiye temsilcisi olarak Türkiye Barolar Birliğidir. Bu kuruma göre bu davlarda hukukun evrensel ilkeleri olan;

  • "Masumiyet karinesi",
  • "Savunma Hakkı" ve
  • "Adil Yargılanma" ilkeleri alenen çiğnenmiştir.

Yine Türkiye Barolar Birliğine göre, ayaklar altına alınan yukarıda sayılan hukuki ilkelerin yanında ayrıca;

  • Davaları yürüten Özel Yetkili Mahkemelerin "Özel Mahkeme" konumu,
  • "Gizli Tanık" kurumu ve
  • "Sahte Dijital Veriler" konusu ve benzeri hususlar da bu davalarda çok tartışılan kritik büyük hukuki sorunlardır.

Bu davalar; hukuki nitelik taşımayanınca, ister istemez kamuoyunda, Sayın Salman’ın da bu makalesinde yaptığı gibi,  genellikle "siyasi" olarak değerlendirilmektedirler.

Bu davaların siyasi amacı ise; Türkiye'yi emperyalizme karşı tamamen dize getirmek, M. K. Atatürk' ün eseri olan laik, demokratik hukuk devletini tamamen tahrip etmek ve ülkeyi bölünmenin eşiğine taşımak için Türk Silahlı kuvvetlerini, Atatürk devrimlerinin bekçiliği işlevinden düşürmektir. Bu amaçta bu davalar bir araç olarak kullanılmış, kısmen de başarılı olmuşlardır.

Davalarda kullanılan siyasi hile ise, TSK’nın Atatürk devrimlerinin bekçilik işlevinin demokrasiye aykırı olduğu, yani demokrasiye karşı bir “askeri vesayet” olarak değerlendirilmesidir. Emperyalizm ve özellikle yerli işbirlikçileri, bu siyasi hileyi kamuoyuna yutturmak için de TSK’nin geçmişte yaptığı “askeri darbeler” bu konuda bolca istismar edilmiştir. Oysa 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi yine TSK’nın NATO generallerine bizzat emperyalizm tarafından yaptırılmış; Sn. rahmetli Erbakan’ın başbakanlığında REFAHYOL hükümetini itibarsızlaştıran 28 Şubat 1997 MGK kararları da yine aynı biçimde emperyalistlerin tahrik ve teşvikleriyle safça, Türkiye'de dinci siyasete karşı “Laiklik” kurtarıcılığı adı altında alınmışlardır. 28 Şubat süreci, aslında AKP’nin kurumsal olarak hazırlanmasından başka bir şey değildir.

Ancak emperyalizmle Türk ulusu arasında son söz henüz söylenmemiştir. Emperyalizmle Atatürk'ün izinden yürümeye kararlı olan Türk ulusunun “Tam Bağımsızlık” ve “Gerçek Demokrasi” mücadelesi halen devam etmektedir. "Gezi Direnişi" ile yükselen bu ulusal hareket, önümüzdeki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nın 90. Yıl dönümünde tekrar yükselişe geçerek gücünü dosta düşmana gösterecektir.

Saygı ve selamlarımla.

neredeydiler?

Ulusalcı kesimde yanlış bir değerlendirme var.Akp Atatürkçü paşalardan öç alıyor.Bu kısmen doğru olabilir.Ancak Tsk.natoya girdikten sonra ordu cumhuriyetin ordusu olamadı,hep abd emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmek zorunda bırakıldı. O zaman bu yurtsever generaller neden sesini çıkartmadı, tepkisini ortaya koymadı, abd-ab emperyalizmine karşı topyekün karşı durmadı. Akp kendi ordusunu yaratmıştır. İşçi sınıfının burjuvazinin zor aygıtı orduyu savunmak gibi bir derdi olamaz.Komünizmde zaten halkın ordusu kurulacaktır.Bundan kimsenin şüphesi olmasın.Bu kararları diyalektik bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekir.Kararlar ne ak ne de kara, ne olumlu ne de olumsuz olarak yorumlanamaz.Atatürkün adını kullanarak darbecilik yapanları da savunmak devrimcilere yakışmaz.

 

TSK'ya Bakış Açısını Somutlaştıralım!

Sayın Cengiz,

Eleştirilerinizde haklı oldunuz yönler olduğu gibi, mantıki çelişki içinde olduğunuz noktalar da var. Çelişkili görüşleriniz; hem "AKP, Atatürkçü paşalardan öç alıyor. Bu kısmen doğru olabilir." diyorsunuz hem de "Ancak TSK, NATO'ya girdikten sonra ordu cumhuriyetin ordusu olamadı; hep ABD emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmek zorunda bırakıldı." diyorsunuz. Bu ifadenizle orduda artık cumhuriyeti savunan Atatürkçü subayların olamayacağını söylemek istiyorsunuz.

Eğer ordu içinde cumhuriyeti savunan Atatürkçü subaylar yoksa o zaman AKP hangi subaylardan öç alıyor?

Öte yandan çok haklısınız; TSK, NATO'ya girdikten sonra ordu komutanı olan yüksek rütbeli subaylar, çoğu generaller emperyalistlerin etkisinde kaldılar ve onların çıkarlarına hizmet ettiler ve bugün de aynı şeyi yapıyorlar. Ben de yorumumda zaten 12 Mart 1971 Muhtırasını, 12 Eylül 1980 faşist darbeyi ve nihayet 28 Şubat 1997 MKG kararlarını emperyalistler adına ve çıkarına bu generallerin yaptığından bahsediyorum. Bu konuda sizinle aynı fikirdeyim.

Ancak siz TSK'ya çok genel ve peşin bir bakış açısıyla bakıyorsunuz. Genel anlamda ordu, sınıflı toplumlarda egemen sınıfın baskı aracıdır. Bu doğru fakat çok genel bir tespittir. Üstelik sınıfsız toplum olan komünizmde de teorik olarak, artık sınıfsal ayrım olmayacağından devlete de orduya ihtiyaç kalmayacaktır.

Madem siz diyalektikten bahsediyorsunuz, o zaman diyalektik yöntemin toplumsal olayları tarihi ve coğrafik koşulları dikkate alarak somut analiz ettiğini de bilmeniz gerekir.

 Yani diyalektik yöntemin somut analizini TSK’ya uygularsak; Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Türkiye coğrafyasında tarihsel olarak Mustafa Kemal öncülüğüne Türk ulusu tarafından emperyalist işgal ordularına karşı mücadelenin ateşi içinde kurulmuş ulusal (milli) bir ordu olduğunu saptamak zorundayız. Ayrıca TSK, hiyerarşik bir yapıya sahiptir. Sizin de yazdığınız gibi Türkiye NATO üyesi olduktan sonra ordunun üst komuta kademesi NATO’ya biat etmiş ama ordunun alt kademeleri, genç subaylar, özellikle de harp okulları o Atatürkçü ulusal kurtuluş geleneğini her daim sürdürmüşlerdir. Hepimizce de bilinir ki, Türk halkı “Kınalı Kuzu” olarak gençlerini davul zurna eşliğinde orduya teslim ederler, “Kınalı kuzular” şehit olunca da “Vatan sağ olsun!” derler. Yani TSK’nın erat bölümü de tamamen bir “halk ordusu” niteliğindedir.

Bu somut koşullar altında TSK bağlamında biz devrimcilere düşen somut ve can alıcı görev, ordumuzu NATO’dan dolayısı ile emperyalistlerin hizmetinden çıkmasını sağlamaktır; yoksa kurum olarak ordu düşmanlığı yapmak değildir. Çünkü ordu ulusumuzun, halkımızın ordusudur.

Saygılarımla

darbeci paşalar

Ateş çıkmayan yerden duman tütmezmiş.Şimdi kalkıp da bu darbeci paşaları savunarak ne demokrat olunur ne de bence yurtsever.Yurtseverlik eğer ülken açık bir emperyalist işgalde ise o zaman söz konusudur,yoksa kapitalist düzende yurtsever olmak hakim sınıfların çıkarlarını savunmak demektir.Bu paşalar kalkmış ne hakla meşru bir hükümeti yıkmak amaçlı plan seminerleri düzenlemişler, bence hepsi Atatürkçülük üzerinden darbecilik yapmışlardır. Demek ki bu kendini beğenmiş, halka tepeden bakan  bu askeri oligarşi bu mahkumiyeti hak etmiştir.Bedava sosyal tesislerde keyf çatan yoksul halk ekmeğe muhtaçken balolarda dans ve içkiden kendinden geçen bu tabakanın diğer sade vatandaştan ne farkı ne ayrıcalığı var ki? Demokrasi eşit vatandaşlar rejimidir, herkes eşit haklara sahip olmak zorundadır. Ama bana sorarsanız bu yeterli mi? Tabii ki hayır.Doğu ve güneydoğuda pek çok faili meçhul cinayetlere karışan jandarma komutanlığına bağlı özel harp dairesinin ve derin devlet içindeki diğer uzantılarının da tasfiyesi gereklidir.Bu noktada genelkurmay başkanlığının milli savunma bakanlığına bağlanması da büyük bir ihtiyaçtır.Son zamanlarda bu vardiya bizde diye halktan kopuk briç partisi şeklinde oluşan platform genelkurmay başkanına baskı yaparak yargıyı etkilemeye çalışmaktadır.Genelkurmay başkanı onlara yerinde bir yanıt vermiştir.Demokrasilerde asker siyasete karışmaz.Atatürk bile meclise geldiğinde üniformasını çıkartmiştır.Tüm demokratik ülkelerde genelkurmay hükümetin emrinde çalışır.Ancak bu paşaları kullanan işçi partisi ve perinçek onların üzerinden iktidarı ele geçirmek stratejisi izlemektedir.Bu kendini solda gören sosyalist sol adına utanç verici bir manzaradır.Gerçi biz işçi partisinin geçmişte cia solculuğunu bildiğimiz için onları sosyalist proleter devrimci olarak görmüyoruz.Halktan destek alamayınca darbeci paşalar vasıtasıyla iktidara yerleşmek uyanıkça bir senaryo doğrusu.Son olarak 12 eylül faşist darbesinden en çok zararı gören biz proleter devrimciler olmuştur,o yüzden darbeye karşı olduğumuz gibi akpnin dinci faşist rejimine de karşıt durmaya devam edeceğiz.Zaten faşizme karşı mücadele kimden gelirse gelsin ister asker ister sivil hepsine karşı durmayı gerektirir.

Saygılarımla.

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.